BİLİM ve BİLİMSELLİK (26)
Marksizm açısından ‘ulusallık’ değil ama ‘uluslararasıcılık’ın (internationalisme) belirleyici olduğuna ilişkin bir ‘yanlış kanı’ olduğunu söyledik.
Dahası bunun bir ‘galat-ı meşhur’ olduğu bile söylenebilir.
Nitekim Perry Anderson, ‘internasyonalizm’ konusunda, marksistler arasında bile bir ‘uzlaşı’ sağlanamamış olduğuna dikkat çekmektedir. (*)
Yine başta marksistler arasında olmak üzere, benzer bir tartışma ‘ulusallık’ konusunda yapılgelmiştir.
Örneğin Türkiye’deki ‘sol akımlar’ arasında, Stalin’in ‘Ulusal Sorun’u üzerine yapılan ‘ateşli’ tartışmalar anımsanabilir.
Oysa, Lenin, daha adı-sanı bilinmeyen Stalin’i, 1912 yılında Viyana’ya göndererek ‘Ulusal Sorun’ konusunda bir çalışma yapmakla görevlendirir.
O da, Marksizm ve Ulusal Sorun (Le Marxisme et la question nationale) başlıklı bir broşür hazırlar.
Gelin görün ki, bu broşür, sol akımlar arasında ‘Usta’nın saptamaları’dır diye paragraf paragraf, satır satır ve hatta sözcük sözcük tartışmalara yol açacaktır.
İşte marksistler arasında bu tür tartışmalardan, doğru dürüst kuramsal araştırmalara zaman kalmamıştır da denilebilir.
Benzer biçimde internasyonalizm de, sanki ulusallığın karşıtı imiş gibi sunulmuştur.
Oysa internasyonalizm, adı üzerinde, ‘uluslar’-‘arası’nda bir barış ve uyum projesidir.
Uluslar olmazsa ‘arası’ nasıl olabilir, değil mi ama?
Bununla birlikte Rosa Luxemburg’un Lenin’le olan tartışmasının odağında da bu tür bir kuramsal tartışmanın olduğunu biliyoruz.
O dönemde Lenin, ‘imparatorluk’ları içeriden yıpratarak yıkılmalarına yol açacağı için ‘ezilen halklar’ın ‘ulusallık’ isteklerini desteklemiştir.
İşte Stalin bu tezi desteklemek için, ‘ulus’ olmanın ‘koşulları’nı bir dili olmak, ekonomik bir birim oluşturmak (entité), belirli bir bölgeyi kapsamak (territoire) ve bir duygu birliği (psychisme) taşımak olarak belirlemiştir.
Oysa bu özellikleri taşıyan insan toplulukları ‘halk’ (peuple) olarak adlandırılmakta değil midir?
Böylece bitip tükenmez kimler ‘halk’ kimler ‘ulus’tur tartışması başlamış olacaktır.
Gerçekten de, 1917 Bolşevik Devrimi ile birlikte Lenin, ‘halkların kendi kaderlerini tayin’ (autodétermination des peuples) etmeleri için çağırıda bulunacak ve Avrupa’da Çekoslovakya ve Polonya gibi yeni ‘ulus’lar doğacaktır.
Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda, aynı amaçla olmasa da, Wilson İlkeleri diye bilinen ABD Başkanı Woodrow Wilson’un ilkeleri de benzer bir yönelime yol açacaktır.
Böylece, sözkonusu dönemde, dünya genelinde 20 belli başlı ‘Devlet’-ulus var iken, yüzyıl sonra bu sayı 200’e yükselmiş, bu gidişle 2000’e varacağı bile ileri sürülmüştür.
O arada, Marx’ın damadı Jean Longuet’nin ‘Barış İlkeleri’nde sözünü ettiği ‘kültürel özerklik’ (autonomie culturelle) bolşevikler ile sosyal-demokratlar arasında bir ‘orta-yol’ arayışı olarak değerlendirilebilir.
Böylece dönemin ‘politik figürleri’nin ortaya attıkları ‘sorular’ (question) sosyal bilimcilerce ‘sorunsal’lar (problématique) olarak derinlemesine ele alınmaya başlanacaktır.
Ne acıdır ki, bu sonuncuların kimi çalışmaları ‘politik figür’lerin pragmatik çözüm önerilerinin de gerisine düşecektir.
(Sürecek)
Perry Anderson, «Internationalism: a Breviary», New Left Review, n° 14, mars-avril 2002, pp. 5-25.