BİLİM ve BİLİMSELLİK (IV)
Toplumsal gerçekliği ampirizme düşmeden kavramak ancak ‘kavramsallaştırma’ aracılığıyla olabilir.
Buna ‘soyutlama’ da denilebilir, ancak soyutlamayı ileride daha ayrıntılı olarak ele alacağız.
Madem ki, olur olmaz yerde toplumsal yapı, toplumun şurasının yapısı, burasının yapısı deniyor, peki ama ‘yapı’ ne demektir biraz yakından bakalım.
Toplumsal bilimlere şu ‘yapı’ kavramını kazandıran Karl Marx olup, toplumu ‘alt-yapı’ ve ‘üst-yapı’ diye iki ana kavramla anlayıp/açıklamıştır.
Toplumu böylece kavramaya ‘bilimsel’ yaklaşım denilse de, özde ‘bilim’in ta kendisine ulaşılmış olunacaktır.
Ancak, bir kez ‘bilimsel bilgi’ye ulaşılınca, artık ‘bilimin sonu’ gelmiş olabilir mi?
Kesinlikle hayır.
Çünkü bu durumda ‘bilgi’ dediğimiz şey ‘fetişleştirilmiş’ olacaktır.
Yani doğrudan ‘dogmatizm’e düşülmüş olunacaktır.
Oysa, Roland Barthes’ın deyimiyle ‘eski bilgi’lerimizi fetiş olmaktan çıkarmak (défétichiser) gerekecektir ki, bunu da o’na göre ‘yapısalcılık’ yapmaya çalışmaktadır.
Ne var ki, bir süre sonra o da ‘fetişleşmiş’ olacaktır.
İşte ‘bilim’, her şeyden önce ‘bilgi’nin bu ‘devinimi’ni bilmekle başlıyor.
‘Bilineceği bilmek’!
O arada ‘zamanın ruhu’nu kavramak demek de, çağın gereği olan ‘bilgi’ye ulaşmak demek oluyor.
Demek ki, kestirmeden marksizmi eleştirmek ya da ‘dogmatizm’ olarak nitelemek, ‘bilgi’nin ve aynı bağlamda ‘bilim’in bu devinimini bilmeden, dogmatizmin kör kuyularında debelenmek oluyor.
Nitekim bilgi ve bilimden bu denli uzak olan sözde bilimadamları, Aristo ya da kimi ilk ya da orta-çağ düşünürlerine gönderme yaparken şanlarına şan kattıklarını sanarak övünebilmektedirler.
Şimdi gelelim Marksizmin ‘yapı’sal çözümlemesine.
Toplumsal yaşamımızda en çok ‘ücret’, ‘fiyat’, ‘rekabet’ gibi sözcüklerle karşılaşmakta değil miyiz?
Buna ‘ulus’, ‘ülke’ ve ‘devlet’i de katabiliriz.
Her yeni güne, bu ve benzeri ‘şey’ler hakkındaki haberlerle başlamaktayız.
Domates ve hıyarın ‘fiyatı’ yaşamımızı belirlemektedir denilse abartı sayılmaz.
İşte Marksizmin toplumsal ve insan bilimlerine kazandırdığı şey, bu tür ‘gözönünde’ olan şeylerin (représantation), bu ampirik gerçekliklerin, özde toplumsal yaşamı ‘tersten gösteren’ şeyler oldukları, toplumun gerçek ‘yapı’sını gizlemekte olduklarını, bilimsel olarak, ortaya koymak olmuştur.
Ve teryüz olmuş bu gerçeklikler bir ‘sistem’ oluşturdukları için, o sistemin bir parçası olan, daha doğrusu o sistem içinde kalan bizler için her şey ‘doğal’mış gibi görünmektedir.
Kimi zaman ‘felek’ kimi zaman ‘fıtrat’ denilerek, bu ‘cendere’nin dışına çıkmak düşünülemez olmuştur.
İşte içinde yaşanılan bu ‘sahte dünya’nın dışına çıkmak, öncelikle bir başka dünyanın varlığını ‘tasarlamak’la mümkün olabilmektedir.
Öyle ki, salt günümüz için değil, ama tüm insanlığın, başından buyana yaşantılarını da ‘açıklayabilecek’ bir ‘tasarım’.
Bu tasarıma ‘model’ deniyor.
Bilinen örneğiyle, bal arılarının ‘içgüdüsel’ olarak tasarladıkları ve içinde mutlu olarak yaşadıkları ‘petek model’i gibi bir ‘model’!
İşte ‘yapı’ kavramı, insan toplumları için tasarlanmış benzer bir ‘model’e benzetilebilir.
Nitekim Lévi-Strauss, ampirik gözlemlerden hareketle sözkonusu ‘veri’lerin, bilimadamı tarafından ‘model’leştirilmesinden sözetmekte, zaten ‘model’ kavramını da kendisi toplumsal bilimlere kazandırmış olmaktadır.
O nedenlidir ki, Horasanda halı dokunduğunu duyan ama enine mi boyuna mı olduğunu bilmeyenler örneği, kimi bilimadamları da, kendi alanlarında hemen bir ‘bilimsel model’ kurmaya yönelmektedirler.
Oysa, marksist ‘yapı’ kavramı gelecek yazıda ayrıntılayacağız daha derinlikli bir ‘model’ olmaktadır.
(Sürecek)