Bir Boksör Ölmüş Diyeler
Aklın yitirilmesi bu olsa gerek. Toptan tüm toplumu yönetiyorlar. Kim neye sevindiğini, neye ağladığını bilmiyor. Daha doğrusu bilen biliyor da oynanan oyun gereği bilmezden geliniyor...
Yıllardır en dibe vurma, en karanlık an... benzetmeleri yapılır ülkemizin durumuna. Dibe vuruşun karşı atağı birden yükselmektir, karanlığın, tanyeri ağarmasıyla yokolacağı gibi avuntulu sözler denilir...
Sonra hiç aralıksız karanlık günler sürer, dibe vuruşların en beteri yaşanır durur...
Dipteyiz... Daha da inilecek mi bilmiyoruz...
Dün, 8 Haziran 2016 gününde, ülkemizi bu bakışla inceledim, üzerinde düşündüm durdum... Deyin ki gökten yeryüzünü inceledim.
Geçen hafta Cumartesi Amerika’da bir zenci boksör öldü. Yetmiş dört yaşındaydı, çok uzun yıllardır hastaydı, iki yıldır da ölüm kapısını tıklatıp duruyordu...
Sonra ülkemizde bir anda kıyamet koptu bu ölüm haberinin ajanslara düşmesiyle.
Dünün, çıplak turist kızların peşinde kameramanıyla elde mikrofon koşturan, en düşük seviyedeki, Tarzanca konuşulan, kıh kıh gülünen yayınların sunucusu, bugünün iktidar yandaşlığıyla zirveye yürüyeni, kaç televizyon kanalı sahibi Acun ve ekibi “uzaylı” kızlar oğlanlar o iğrenç yarışmalarından birinde canlı yayında sahnede almışlar da bu haberi yıkılmışlar. Her gün şehit cenazeleri kalkan, askeri polisi terörist bombalarıyla parçalanan, terörün azdığı bir ülkenin yayınının durumu bu. Resimleri gazetede başlıktaydı, acı haberi alınca yıkıldılar deniyordu. Hepsinin bir anda yüzü düşmüş. Mendil aranıyorlar, burunları da hoşurdayacak kederden...
Devletin televizyonu da hiç zaman yitirmeden tüm kanallarını bu “acıya” ayırdı. Bombalar patlıyormuş ülkemizde tıpkı halkı eğitimsiz bırakılan – geri- bağımlı ortadoğu ülkelerindeki gibi, gencecik polislerimiz, askerlerimiz ABD’nin, Avrupa’nın ve içimizdeki hainlerin desteklediği, beslediği teröristlerce şehit ediliyormuş... Bir cenaze evi olmuş dinci iktidarlarının sayesinde ülkemiz, ne gam...
Yaş yaşamış bir koca kişi görüntülerle anlatıyor bu ölenin önemini, büyüklüğünü... Tam bir anma yayını. Can Dündar’ın ağlamaklı sesi eksik yalnız... Ulusal günlerimizde Atatürk’ü anlatmazlar, yüce önderimize Atatürk demekten korkarlar... Şimdi kükreyen aslan olmuşlar ülkemizin gündeminde hiçbir şekilde yer almamış, bizi hiç mi hiç ilgilendirmemiş bir adamı anlatırlarken coşuyorlar... Utanmasalar bayraklar yarıya indirilecek...
Anlattıkları yaşam öyküsü de Amerika’yı ilgilendiriyor. Bu dövüş sporundan, spor denemeyecek bu dövüş sporundan ekmek yiyenleri, Amerika’nın kendi övgüsü için bu tür kişileri kullanmasını, ona dünya çapındaymış havasını vermesini, her olanı biteni paraya güce çevirmesini bunlar sanki bilmiyor.
Şu tarihte doğdu, şu tarihte bisikleti çalındı, şu tarihte şuradaki şampiyona dönüşünde lokantada zenci diye dışlandı...
Anlatıyor da anlatıyor. Sanırsınız şu an ABD başkanı zenci değil. Irkçılık bir başka boyutta değil günümüzde. Bölgemizi kana bulayan aynı Amerika değil... Bu anlatılan kişi, tüm ABD başkanlarıyla sarmaş dolaş olmamış, Amerika’nın ünlü Beyaz Saray’ın da kendisine madalyalar verilmemiş, Londra’da ayakta duramaz haldeyken bile ona olimpiyat ateşi yaktırılmamış, hastayken bile kendisinden yararlanılmamış...
Profesyonel yaşama adım atınca islam dinini seçtiğini, adını değiştirdiğini duyurmasıyla da ününe ün katılmış bu boksörün. Erbakan’ın bile oyuncağı olmuş bir zamanlar. İstanbul’da namaz gösterisi yaptırılmış... Yıl 1976. Sanki Türkiye Cumhuriyeti’nde bir kısıtlama var dinin yaşanmasında, ülkemiz hıristiyan da, yüce önderimiz Atatürk sayesinde hür ve bağımsız değiliz de, işgal altındayız da... bu tür gösterilere ihtiyaç var...
1976’daki dönemde Türkiye’nin en önemli sorunu Kıbrıs idi. Bu konuda tek bir sözünü anımsıyor musunuz bu ünlü boksörün? Yoksa Araplar gibi o da Rumların yanında mıydı? Kıbrıs’ın Kuzeyindeki Federe Türk Devletini Erbakanlar ona anlatmayı unutmuşlar mıydı?
Sonra sıra geliyor Vietnam kahramanlığına. TRT’nin yaş yaşamış sunucusu ABD’nin Vietnam’daki bu savaşına bu boksörün gitmeyişini, şöyle çarpıtarak söylüyor:
“Muhammet Ali, “Müslüman insan öldürmez!” diyerek...
Gazetelerde ise bu durum şöyle açıklanıyor: “Vietkonglar (Kuzey Vietnam) bana bir kötülük yapmadı ki ben onlarla savaşayım?”
İki sözün arasındaki farka bakınız. Bu durumdan bile bizim dinciler kendilerine yağ çıkaracaklar...
Boks lisansının (izin) geri alınması, üç buçuk yıl boks yapmasının yasaklanması ve sonra yasağının kaldırılarak eski günlerine dönmesi hep Amerika’nın kendi düzenlediği işler... O zaman öyle gerekmiş, sonra rüzgâr başka esmiş... Bütün bunlarda kahramanlık nerede? Öyle olsaydı, dönemlerin bütün başkanlarından ilgi, övgü alır mıydı? Madalya takarlar mıydı boynuna Amerika’nın çıkarına karşı bir işi, bir tutumu olsaydı? Amerika birini kahraman ediyorsa bundan önce kendi yararlanmaz mı? Bu işten ekmek yiyenler, para kazananlar, adından söz ettirenler, Amerika en büyük diyenler hep Amerikalılar değil mi?
Yaşarken bu çok konuşan, yumruğundan çok çenesinin gücüyle kendinden söz ettiren, “Ben en büyüğüm!” sözüyle tanınan boksör, bazen de dermiş ki, “Ben en büyük değilim, iki kere en büyüğüm.” Maçlarından önce döğüşeceği kişiyle iyice kapıştırılır, ağız dalaşı yaptırılır, maça ilgi çektirilirdi. Haftalar öncesi her gün her yerde yeni maçı konuşulurdu. Gazeteler hep onu yazardı. Sanki bir müslüman hıristiyan çarpışması olacak havası yaratılırdı. O yenerse dünya kurtulacak, yoksullar, mazlumlar kazanacak, Amerika dersini alacak... Oysa döğüşenler de Amerikan’dı, yenen de yenilen de... Kazanan Amerika’ydı, yoksul ülkelerin çenesini yorardı yine kazanacak mı, maç nasıl olacak merakı...
Boks, özel eldiven takılarak belli kurallara göre dövüşme. Dövüş sporu. Bedenin belden üstünü, başı yumruklama. Bunu spor saymayan, insanlık dışı gören bir anlayış eskiden beri var. Karşındakini bayıltana, pes edene, yere düşürene kadar yumruklama, hiç kızmadığın, seninle bir derdi olmayan, belki de iyi tanıdığın, sevdiğin birini para kazanmak adına yumruklamak nasıl spor sayılır diyenleri duyardık... Boksçular kilolara göre ayrılarak dövüşüyorlar. Sinek siklet (48-51) diye başlıyor gruplar, ağır siklete ( 81 üstü) kadar gidiyor. Dünya şampiyonları da hep Amerika’dan çıkıyor. Bir de nedense, “Ağır siklet boks maçları” ilgi görüyor. Diğer kiloların kazananlarını kimse tanımıyor...
Boksörün şu sözü de ünlüdür, bilmeyen duymayan yoktur: “ Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım.” Her maçından önce söylediği bu sözleri herkese ezberletmiş.
Reklamcılar bu sözlerini de ölümünde kullanmadan olur mu?
Bir kocaman ağacın gövdesini gösteriyorlar, üstü arı dolu, cenazenin gideceği doğduğu yerde. Resmin altına yazmışlar: “İnanılmaz bir şey oldu. Binlerce arı Muhammet Ali’nin evine hücum etti.”
Kızı hemen araya giriyor, dünyada böyle şey olmadı diyor:
“Bütün organları öldü, kalbi durmadı. Otuz dakika daha çalıştı, pes etmedi. ” Ekliyor: “Olmaz böyle şey.”
Boksör Muhammet Ali Clay’dan yaşarken nasıl yararlanıldıysa, ölünce de aynı anlayış bir anda ortaya çıktı... Ölümünden bir gün geçmeden gazetelerde okuduk:
“Efsane öldü, ailesi kavgaya tutuştu: “ Seksen milyonluk miras kavgası.”
Bizim yolsuzluk kahramanımız, iktidarın siyasilerinin baş adamı, hayırsever (!) Zarrap’ın otuz yaşında edindiği milyarlarca dolar serveti, tutuklandığı Amerika’da mahkemeye tahliyesi için ödemeyi önerdiği altmış milyon doları, saçtığı savurduğu paralar aklımıza gelince şaşırıyoruz bu servete. Bunca koparılan kıyametten, yıllarca yumruk yiyerek, yumruk vurarak, çenesi kırılarak, büyük reklamı yapılarak bir ünlü boksörün edinebildiği servet bu kadarcık mıymış demeden edemiyoruz...
Dokuz çocuğu, üç kez evlenip boşanması, süren dördüncü evliliği, dördüncü karısının şampiyonun parasına el koyması, boksörün tek oğlunu mirastan çıkartması, babasıyla iki yıldır görüştürmemesi... Hepsi, tüm kirli çamaşırlar dökülüyor ortalığa bu arada.
Karılarının, kızlarının başlarının açık, modern görünüşlü kadınlar olmaları... İlk dikkat çeken ayrıntılar bunlar.... Ne sıkma başlı, ne türbanlı, ne çarşaflı kadın var aile çevresinde... Sonra cenazesi haberlere geçti. Nerede gömülecek, törenine kim gidecek, tören nasıl düzenlenecek. Daha ilk anda yandaş yayınlar başlıktan verdiler:
“Erdoğan cenazeye gidecek, cenazede konuşma yapacak.”
İyi de aynı gün İstanbul’da bombadan polislerimiz ölmedi mi? Onlarca yaralı, sivil halktan ölen gençlerimiz... Ortalık yangın yeri değil mi?
Bir iki saat sonra bu haber yalanlandı:
“Erdoğan cenaze töreninde konuşma yapamayacak.” Açıkladılar: “ Dışardan konuşmacı alınmayacak, törenin programı hazırlandı.”
Obama yönünden de bir haber aynı anlarda gazetelerdeydi:
“Obama cenaze törenine katılmayacak.” Nedeni yazının altındaydı: “Kızının lise mezuniyeti nedeniyle...”
Sonra cenazeye on beş bin kişilik parasız bilet düzenlenmiş. Amerikalılar geceden kuyruğa girmişler bilet alabilmek için. Bu biletler çok geçmeden karaborsaya düşmüş, bir bilet yüz dolara alıcı buluyormuş...
Aşağıdaki sözler de, başsağlığı için telefonda mı, yazılı mı ne denilenlermiş: “Erdoğan, Muhammed Ali'nin Türk milleti başta olmak üzere Müslümanlar nezdinde de müstesna bir yerinin olduğuna dikkati çekti.”
Gazeteler de şunlar her yerde yazıldı:
“Yalnızca boks ringlerindeki başarılarıyla değil insan hakları, siyasi konulardaki duruşu ve savaş karşıtı söylemleriyle de gönülleri fetheden efsane boksör Muhammed Ali’nin...”
İnsan hakları denince 7 Haziran’daki şu haberi bir anımsayalım:
“ABD’nin en güzeli bir asker seçildi. “Miss USA” güzellik yarışmasını ABD ordusunda görev yapan asker kazandı.” haberini bir zenci güzelin resmiyle yayınlamışlar.
Dünyayı parmağında oynatan sömürgeci ülkeler işlerini iyi biliyorlar. Züğürtler boşuna çene yoruyor...
Şimdi bu konuyu burada bırakıp 1931 yılına gidelim. Son yıllara kadar ders kitaplarımızda örnek mektup olarak okutulan şu mektuba bir göz atalım:
Atatürk’ün Kurtdereli Mehmet pehlivana yazdığı mektup.
Kurtdereli Mehmet Pehlivan 1911 yılında Cihan pehlivanı oluyor. Avrupa’da Amerika’da yaptığı güreşlerin hepsini kazanıyor. Yendikleri kendi ulusunun güreşçileri değil, Hintli, Rus, Fransız, Alman, İngiliz... say sayabildiğin kadar... Şimdi bu mektubu bilmeyenler iyi okusunlar (mektubun baş kısmı):
"12 Kasım 1931 Salı
Kurtdereli Mehmet Pehlivan’a
Seni, cihanda büyük ün almış bir Türk pehlivanı tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin sırrını, şu sözlerle izah ettiğini de öğrendim: “Ben her güreşte arkamda Türk Milleti’nin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm.”
Bu dediğini, en az, yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü, Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum.”
*
Bu mektup, anlayana en büyük derstir. Bizim içinde bulunduğumuz acınacak durumumuzun da resmidir.
Arkasından yanacağımız, ağlayacağımız kişileri iyi seçmeli. Atatürk’ten ders almayı sürdürmeliyiz...
Feza Tiryaki, 9 Haziran 2016