Bir Ülkeyi Batırmanın En Emin Yolu
Bir ülkeyi batırmanın en emin ve kestirme yolu o ülkeyi borçlandırmaktır. Çünkü borçlunun boynu eğik olur (Türk atasözü). Çünkü "borç almaya alışan, emir almaya da alışır" (IV.Murat). Çünkü arpacıya borç eden, ahırını tez satar (Türk atasözü). Çünkü Atatürk'ün dediği gibi "İstiklâlini kaybetmenin en iyi yolu, sahip olmadığınız parayı sarf etmektir".
Ve Osman Pamukoğlu Ey vatan (s.72) adlı kitabında Atatürk'ün uyarısını şöyle açıyor: "Bir milletin özgürlüğünü ve bağımsızlığını kaybetmesinin en kestirme yolu başkasının parasını harcamaktır. Borç para, gururlu bir ulus için yaman bir köleliktir. Böyle yaşadıkça güvenini de yitirip kaybedecek bir şeyi kalmaz. Böyle bir gemi limanda bile batar. Onurun olmadığı yerde saygınlıktan söz edilebilir mi?"
Neden bu böyledir? Çünkü her zaman ve her yerde "insanın insanı sömürüsü" diye lanet bir "yasa" var. Bu sömürünün dünya çapında olanına "Emperyalizm" diyoruz. Bunu yapan Çirkin Batı'dır, Derin Merkez'dir; kurban ise Türkiye'nin de dahil olduğu Çevre ülkelerdir. Emperyalizm belirli ve tarihî bir mekanizmayı kullanarak sömürüyor kurban seçtiği ülkeleri. Borçlandırma ise bu sekiz parçalı mekanizmanın temel parçalarından birini oluşturuyor.
I) Sömürü mekanizması hedef ülkeye serbest ticaretin dayatılmasıyla işlemeye başlıyor. Serbest ticaret çeşitli yollardan, savaş, tehdit, ikna ya da günümüzde görüldüğü şekilde Avrupa Birliği gibi uluslararası ekonomik bütünleşme girişimleri yoluyla dayatılıyor. Türkiye özellikle 1995 Gümrük Birliği Antlaşması çerçevesinde bu silahın etki alanı içine alınmıştır. Serbest ticaret uygulandığı ülkede lüks tüketimi artıyor. Ekonomik olmayan yatırımları teşvik ediyor. Bu akımlar da dış açığı şişirince, yani ülkenin döviz giderleri döviz gelirlerini aşınca ülke borçlanma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmış oluyor.
Merkez ülkeler (Derin-Merkez), Çevre ülkelere kendi menfaatlerine uygun belirli politika veya uygulamaları benimsetmek ister (Bunun en açık örneği günümüzde Avrupa Birliği'nin Türkiye'den talepleridir). Bu talepleri gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri önce kendilerine muhtaç duruma düşürmek ve sürekli olarak o muhtaçlık konumunda tutmaktır. Söz konusu konumu sağlamak için de o ülkeleri kendilerine borçlandırır, içinden kolay kolay çıkamayacakları derecede borç batağına iterler. Bunun gerçekleştirilmesinde en büyük yardımcıları, o ülkede var olan, bazen de kendi oluşturdukları işbirlikçi kadrolardır, Atatürk'ün nitelemesiyle "dahilî bedhahlar"dır. Sürecin sonunda hedef ülke tam bir borç bağımlısı ülke haline gelir. Böyle bir ülkenin hükümetlerine de doğal olarak, elinde para olan, bol dolar olan herkes, her ülke istediği her şeyi yaptırabilir.
Türkiye Cumhuriyeti ne yazık ki Atatürk'ün aramızdan ayrılışından sonra, yeniden borç bağımlısı bir ülke haline getirilmiştir. Özellikle son 10 yılımız tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'lerin Osmanlısı gibi ancak borç parayla ayakta durabilir bir haldedir. Yeni borç talepleri Türk hükümetlerinin vereceği yeni ödünler karşılığında yerine getirilmektedir. Borçlanma öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız devlet değil özel sektör, hattâ halkımız da, bireylerimiz de borç batağına gark olmuş durumdadır.
Devlet bu yola sürüldükten sonra, sıra mekanizmanın diğer parçalarına gelir: Özelleştirmeler, yabancı sermaye girişleri ve yabancılara toprak satışı!... Batılı kapitalistler, dev ulus ötesi şirketler, bu kanallardan ülkeyi ekonomik ve siyasal bakımdan ele geçirmeye başlar. Gerçekten bir ülke serbest ticarete açılıp borçlandırıldıktan sonra sıra özelleştirme yaptırmaya gelmekte, bu uygulama ile birlikte -sermaye hareketleri de serbestleştirilerek- ülkeye yabancı sermaye girişi başlatılmaktadır. Türkiye'de de böyle olmuştur: Özelleştirme yoluyla yüzlerce tesis Türk milletinin mülkiyetinden çıkarılarak, hiç pahasına yerli ve yabancı fırsatçılara satılmış, yabancı ülkelerin mülkiyetine geçirilmiştir. Türkiye'de özelleştirme son 10 yıldır tam bir çılgınlık, tam bir felaket şeklini almıştır. Yerli alıcılar, çok geçmeden tesislerimizi yüksek kârlarla yabancılara satmaktadır.
Yabancı sermaye safhası Türkiye'de esas itibariyle, "yeni sömürgeciler"e tanınan akıl almaz kolaylıklar sayesinde 2003 yılından itibaren başlamıştır. Yabancı sermaye girişi önündeki ulusal sanayileri koruyucu bütün engeller, bütün kurallar ve sınırlar -ancak muz cumhuriyetlerinde görülecek şekilde- kaldırılmıştır. Bu başıboşluğun nihaî sonucu ekonominin hızla yabancılaşması, Türkiye ekonomisinin tapusunun parça parça ulusötesi şirketlerin eline geçmesi olmuştur. Sanayi sektöründe en stratejik tesislerimiz artık yabancıların mülkiyetindedir. Madenciliğimiz, enerji sektörümüz ulus ötesi şirketlere açılmıştır. Türkiye'ye sıcak para girişi tam bir soygun düzenine dönüşmüştür. Yabancılara toprak satışının da aynı dönemde serbest bırakılmasıyla, mekanizma; en önemli parçaları tamamlanarak, bütün hızıyla Türkiye aleyhine çalışır duruma getirilmiştir.
II) Avrupa'nın Osmanlı'yı batırma sürecinin ekonomik mekanizması da yukarda açıkladığım şekilde idi. Önce 1838'de -bugün AB üyesi olan- İngiltere tarafından serbest ticaret dayatıldı Osmanlı'ya; aradan 20 yıl geçmeden de, 1854'de dış borçlanma, yine İngiltere tarafından!... Osmanlı'nın mali çöküşü ve 1920'de Devlet'in üzerinde uluslararası mali denetimin kurulması için ise sadece 65 yıl yeterli oldu. Bu arada tabii özelleştirme dayatıldı, ülke topraklarının yabancılara satışını serbest bırakan yasa dayatıldı. Kim tarafından? Tabii yine bugün AB üyesi olan İngiltere tarafından, çok geçmeden tarihin en büyük sömürgeni bu devletin yanında yine AB üyesi olan Fransa ve Almanya da yer aldı; en sonra Amerika Birleşik Devletleri de!
Ancak Türk milleti her şeye rağmen teslim olmadı; bu zulümlere karşı sonunda ayaklandı ve tarihin ilk antiemperyalist kurtuluş savaşını verdi. Atatürk, Türkiye'yi Batı'nın sadece askerî işgalinden değil, ekonomik ve malî işgalinden de kurtarmıştır. Onun uyguladığı ulusalcı maliye politikası sayesinde Batılı tefecilere olan borçlarımız son kuruşuna kadar ödendi. Dış borçlanmadan kaçınılması temel bir ilke olarak kabul edildi. Ne var ki -Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra- bu politika sürdürülmedi; hesapsız borçlanma yavaş yavaş yeniden başlatıldı, Batı'nın Derin Merkezi'nin oyununa yeniden gelindi. Özellikle 2000'li yıllardan itibaren dış borçlarımız yeniden ve tehlikeli bir şekilde artmaya başladı.
III) Bu sakıncalı eğilimi istatistiklerden de takip edebiliriz.
Türkiye'nin dış borcu 1980'li yıllarda 40 milyar doların altındaydı. 2002 sonunda ise üç kattan fazla artarak 130 milyar doları bulduğunu görüyoruz (Tablo 1). Dış borç stoku aradan geçen sadece 7 yılda bir kattan fazla (yüzde 120) artarak 2008in üçüncü çeyreğinde 289 milyar dolara dayanmış bulunuyor. Bu yıllarda iktidarda AKP vardır. Demek ki A.K.P. döneminde dış borçlanma hızı ivme kazanmış, yabancılara aşırı ölçüde borçlanılmıştır. Öte yandan çok anlamlı bir değişme de gözden kaçmıyor dış borçların yapısında: Artık borçlanmanın çok büyük bir kısmı özel sektör tarafından yapılmaktadır. Özel sektör borçlarındaki artış, AKP döneminin (2002-2008) en çarpıcı gelişmelerinden biri olarak görünüyor: Şöyle ki özel kesimin dış borçları, A.K.P.'nin iktidara geldiği 2002 yılı sonunda sadece 43 milyar dolar düzeyindeydi. Altı yıl sonra, 2008'in üçüncü çeyreğinde ise 196 milyar dolara sıçramış bulunuyor! Muazzam ölçüde gerçekleşen ve açıklanma bekleyen bir artış bu: Artış 153 milyar dolar, artış oranı yüzde 350'nin üzerinde! Doğal olarak özel sektörün, toplam dış borç stokundaki payı da yüzde 33'den yüzde 70'e tırmanıyor.
- Tablo 1: Türkiye'nin Dış Borçları
(Milyar Dolar olarak)
. | 1999 | 2002 | 2007 | 2008 Q3 |
Kamu | 42 | 65 | 73 | 79 |
TCMB | 11 | 22 | 16 | 14 |
Özel | 50 | 43 | 158 | 196 |
Toplam | 103 | 130 | 247 | 289 |
Q3: Üçüncü üç aylık veri
Peki neden? Özel sektörün dış borç stoku AKP'nin iktidar döneminde neden arttı? Bu olgunun en makul görünen açıklaması şudur: Türkiye'de bir kısım özel girişimci, "iş adamı" kolay ve havadan para kazanma peşindedir. Üretmiyor, oturduğu yerde para kazanmaya bakıyor. Türkiye'nin ne onuru ne geleceği umurunda, bağımsızlığı da, kalkınması da Şöyle yapıyorlar: Dışardan kaynak sağlıyorlar, yabancılara borçlandıkları dövizleri TL'ye çevirip devlete yüksek faizle borç veriyorlar. Tabiî özel sektöre de ait olsa, bu borçların yükü Türk milletinin, dolayısıyla Türk devletinin sırtına bindirilmiş oluyor. Sonuçta ekonomi ancak borçlanma yoluyla yaşayabilir, hatta soluk alabilir hale getirildiğinden, emperyalist güçler bizim hükümetlerimize, TÜSİAD'çı işadamlarına istediklerini yaptırıyorlar. AKP hükümetinin 29 Mart yaklaştıkça IMF'ye el sallamaya başlamasının, TÜSİAD'ın "neden IMF ile anlaşma yapılmıyor" diye kıyametler koparmasının arkasında işte bu olgu, Türkiye'nin yeniden borç bağımlısı bir ülke haline getirilmesi yatmaktadır. Tabiî emperyalist güçler de, Türkiye'ye istedikleri şekli verme, bunu daha kolay gerçekleştirme olanağını elde etmiş oluyorlar.
***
Bütün bu gelişmelerin anlamı nedir?
1) Atatürk'ten sonra, Türkiye Batı'nın borç tuzağına yeniden düşürülmüştür, yeniden borç bağımlısı bir ülke haline getirilmiştir; boynu artık yeniden eğiktir. Bu düşüş özellikle 1990'lı yıllarda başlamış, son 10 yılda şiddetlenmiştir. Düşüşte yalnız hükümetlerin değil, artık özel sektörün de büyük payı vardır. Emperyalizm (ABD ve AB) ezelî silahına yeniden kavuşmuştur. Hükümetlerin ve TÜSİAD'ın Batı'nın karşısında neden teslimiyetçi olduğunu, AB-D ve işbirlikçilerinin ülkemizde Atatürk'ü gözden düşürmek için neden büyük uğraş verdiklerini, ancak bu kilit olguyu göz önünde tutarak anlayabiliriz.
2) Türkiye'nin gerçek sorunları -Emperyalizm'in ve onun ülkemizdeki işbirlikçilerinin bize dayattığı anlamda- ne demokrasi, ne özgürlük, ne insan haklarıdır. Türkiye'nin gerçek sorunları başkadır: Kaynakların adam gibi kullanılmasıdır, verimliliktir, ekonomik kalkınmadır, iş alanları açılmasıdır; devletin ve halkımızın, felakete yol açacak şekilde borçlandırılmamasıdır. Siz önce bu sorunları halledin, diğerlerinin çözümü kendiliğinden gelecektir.
Son olarak: Türkiye'yi göz göre göre yeniden uçurumun kenarına getirenler vicdanları karşısında, Millet ve tarih karşısında nasıl hesap verecekler, bir kez olsun düşündüler mi?
Prof. Dr. Cihan DURA, 4 Nisan 2009