Biz Anayasayı Savunuyoruz. Ya Siz?..
Gerçek teminatın yurttaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adalete ve fazilete âşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet edilen 27 Mayıs Anayasasının ışığı altında, son günlerdeki Bulvar olaylarının değerlendirmesini yapmak istiyoruz. Bu, aynı zamanda bir Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak, kanunlara duyduğumuz saygının, sosyal hukuk devletine olan özlemimizin gerektirdiği bir davranıştır.
Anayasamızın, "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir veya yayabilir" diyen 20. maddesinin teminatında, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinden bir grup, Dönüşüm adlı dergiyi satarken saldırıya uğruyorlar, dövülüyorlar. Komünistlikle itham ediliyorlar, hatta tutuklanıp polisçe nezaret altına alınıyorlar. Bu olaylar günlerdir başkentin Atatürk Bulvarında sürüp gidiyor. Olayları izlemekte olan gençler bile polisçe yakalanıp Anayasanın 30. maddesine rağmen, 24 saat içerisinde yargıç huzuruna çıkarılmaksızın, sabahlara kadar hücrelerde tutuluyorlar. Karakolda 30 saat nedensiz tutulmuş bir genç olarak, olayların kamuoyunca duyulmasında yarar görmekte, kendi yönümden gerekli kanuni haklarımı kullanmakla birlikte, ilgilileri Anayasaya bağlı oldukları ölçüde göreve çağırmaktayım. Bu, kişisel bir yakınma değil, 27 Mayıs Anayasasının lafzı ve ruhuyla uygulanması veya uygulanmaması sorunudur. Acaba 27 Mayısın getirdiği sosyal anlayışı gerek yurttaş olarak, gerek görevli olarak anlamış mıyız?
Çağdaş demokrasiler, toplumun çok yönlü yapısının gerektirdiği sınırlamalarla bağlıdırlar. Partiler, baskı grupları, sendikalar, çağdaş demokratik anlayışın vazgeçilmez unsurlarıdır. Gençlik bu anlayış içerisinde, baskı grubu olarak görevini her türlü günlük siyasi endişenin dışında yapma çabasındadır. Özellikle azgelişmiş toplumlarda gerçekler, gençliğin baskı grubu olarak demokratik hayatta yer alışını zorunlu kılar.
Memur ve subaylar, statüleri gereği olarak siyasetle uğraşmazken; halk, her türlü sosyal olanaktan yoksun biçimde yaşarken; toplumun bu aydın kuşağı, azgelişmişlik koşullarından yararlanmak isteyenlerin karşısına çıkar. Gençliğin bu dikilişi, varlık nedenlerini toplumun fakirliğinde bulan politik çevreleri tedirgin eder. Dolaylı ve dolaysız her türlü baskıyı "komünizmle mücadele" gerekçesiyle yapmaya çalışırlar. Onlara göre toprak reformunu istemek, vergi reformunu savunmak, Anayasanın 130'uncu maddesine dayanarak tabii kaynaklara sahip çıkmak, dış ticaretin devletleştirilmesini istemek, faşist İtalyan ceza kanunundan alınan maddelerin Anayasaya aykırı olduğunu söylemek komünistliktir. Böylece de büyük halk yığınlarıyla, en az namussuzlar kadar cesur olan aydınlar arasındaki düşünce ve eylem birliğine engel olmaya kalkışırlar. Çünkü bilirler ki, bu bağ bir kere kurulursa, halk artık kendi ekonomik çıkarlarına karşı olanlara oyunu vermeyecektir. İşte böyle bir yapı ve durumda, tıpkı Hitler öncesi Almanya ve Mussolini öncesi İtalya gibi, antikomünist nümayişler, sahte bir milliyetçilik ülküsü, ortaklaşa kin ve çıkarlar, faşist bir düzenin temellerini atar. Faşizmin başlıca dayanağı komünizm korkusu ve demokratik özgürlük düzenine olan güvensizlik olduğuna göre, bu yönde çalışmaları önlemek, demokratik ilkelere bağlı her yurttaşın ortak görevi olmalıdır.
Anayasadan habersiz bir polis şefi
Ben bu temel amaçla, Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı olduğum 1963-64 ders yılı boyunca, dernek üyesi diğer arkadaşlarla, yurt sorunlarının çeşitli parti sözcüleri, yazar, iktisatçı, öğretim üyeleri arasında tartışılmasını sağlamak için açıkoturum ve konferanslar düzenledim. Bu açıkoturumların sonuncusu Türk Ceza Kanununun 141. ve 142. maddeleri konusunda idi. Bu açıkoturuma Prof. Dr. Muammer Aksoy, Cihat Bilgehan, Sahir Kurutluoğlu, Burhan Apaydın, C. Reşit Eyüpoğlu, Doç. Dr. Uğur Alacakaptan ve TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar katılıyorlardı. Açıkoturumun yapılacağı sabah ZAFER gazetesi, "Solcular rejimi temelden yıkmak için faaliyete geçti" baş manşetiyle çıktı. Tarih 7 Aralık 1964. Bir hafta önce düzenlediğimiz "Kalkınma Yolu" adlı açıkoturuma o zamanlar genel başkan adayı olan Süleyman Demirel'i çağırmamızı öven Zafer gazetesi, ikinci açıkoturumu böyle yorumluyordu. Bu arada fakültede bazı gruplar, metni o günkü Zafer gazetesinde de yayımlanmış olan ve açıkoturuma engel olacaklarını duyuran bildiriler dağıtıyorlar, kaba kuvvet gösterilerine kalkışıyorlardı. Polis işe karıştı.
Birinci Şube sivil polisleri tarafından Şube Müdürü İbrahim Ural'ın huzuruna çıkarıldım. Bana neden böyle bir açıkoturum düzenlediğimi sordu. Ben de bunun Hukuk Fakültesi olarak görevimiz olduğunu, her partiden eşit konuşmacı çağırdığımızı söyledim. Ancak Birinci Şubeye yalnız ben çağrılmıştım. Bildiri yayımlayanlar, kavga çıkaranlar değil...
Sayın Şube Müdürü çalışmalarımı izlediğini, böyle açıkoturumlar yaptığım için hakkımda fiş tuttuğunu, isterse istikbalimi mahvedeceğini(!) söylüyordu. Özellikle "Bu memlekette fiili bir komünist partisi varsa bunun Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması gerektiğini, partilerin Anayasamızın 56. maddesinin teminatında görev yaptıklarını, hakkımda Aybar için fiş tutacaksa, getirdiğim diğer konuşmacılar için de fiş tutması gerektiğini" anlattım. Ayrılırken, sayın müdür, oturumu iptal etmemi istedi, ben bunu yapmayacağımı söyleyince "Bir daha karşıma çıkarsan başka türlü muamele edeceğim" dedi. Başka türlü muamele, acaba neydi ve buna yetkileri var mıydı?
Sekizer adımlık demir parmaklıklı hücre...
Aradan aylar geçti. Bulvardaki Dönüşüm satışları birtakım olaylara sebep oluyordu. Satanlar dövülüyor, küfrediliyor, karakollara götürülüyorlardı. Ben Dönüşüm dergisini satanlardan değilim, bu dergiyle de ilgim yok. Ayrıca Öğrenci Derneği Başkanlığından ayrıldıktan sonra, fakültedeki kulüplerden hiçbirine kaydolmadım. Olayların çıktığı 7 Haziran günü, Dönüşümcüler dövülürken fakültemde ders çalışmaktaydım. Olayları gece öğrendim ve kaba kuvvetle yapılan bu saldırılara engel olabilmek için, telefonla en büyük gençlik örgütü olan TMGT başkanlığına durumu anlattım. Kaba kuvveti önlemenin çareleri üzerinde kendileriyle konuştum. 8 Haziran günü fakültemde ders çalışırken kitap başından alınarak Birinci Şubeye götürüldüm. Anayasamızın, kişi güvenliğini teminat altına alan 30. maddesine rağmen, suçumun niteliği söylenmeksizin, Yenimahalle Karakolunda sekizer adımlık demir parmaklıklı bir hücreye üç arkadaşımla birlikte kapatıldım. Suçumuzu bilmiyor, ailemizle görüştürülmüyorduk. Bizi arayanlara ise, Birinci Şube, serbest bırakıldığımızı söylüyor, yanıltıcı beyanlarda bulunuyordu.
Evet Anayasa, kişi güvenliği ve 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Evrensel Beyannamesinin "herkes, mahkum oluncaya kadar masumdur" diyen 9. maddesi, buna karşılık Birinci Şube Müdürünün "Bir daha karşıma çıkarsan başka türlü muamele ederim" tehdidi.... Bu tehdidin her türlü hukuk kuralından daha geçerli ve etkin olduğunu, demir parmaklıklar ardında anladım. Benimle birlikte hücrede yatan Alper Aktan adlı arkadaşımın da, Kıbrıs mitingleri sırasında aynı müdürle tartışması ve tutuklanması, Birinci Şube Müdürünün, görevini hangi anlayış içersinde yaptığını ortaya koyar.
Bundan sonra avukatlarım Prof. Dr. Muammer Aksoy, C. Reşit Eyüboğlu, Yunus Koçak, Kemal Çınar, Beyhan Mumcu'nun, Valiye, Emniyet Müdürüne yaptıkları başvurma sonucu, ancak yakalandıktan 30 saat sonra savcının huzuruna çıkarıldık. 171 sayılı kanun ve TCK 312. madde suçlarını işlemekle itham edildiğimizi ancak savcılıkta öğrendik. Çankaya Savcılığınca serbest bırakıldıktan sonra, bu kez Ankara Merkez Basın Savcılığında ifade verdik...
Saldırılar, 27 Mayısa karşıdır...
Bu ne İşçi Partisi, ne de bir Dönüşüm dergisi meselesidir. Ayrıca ne Dönüşüm dergisiyle ilişiğim vardı, ne de İşçi Partisinde bir üyeliğim. Bu, 27 Mayıs Anayasasını koruyan gençliğe karşı, 27 Mayısa karşı olanlarca alınması gecikmiş bir intikamın gerektirdiği bir davranıştır. Bugün İşçi Partisi, Dönüşümcüler, yarın tüm 27 Mayısçılara karşı girişilecek sindirme ve intikam politikasının başlangıcıdır. Bu nedenle bütün Atatürkçü ve 27 Mayısçı kuvvetler birleşmeli ve Anayasayı korumalıdır. Bu olumsuz davranışlar devam ederse, aşırı sol ile mücadele gerekçesi tüm namuslu aydınlara karşı kullanılırsa, fikre karşı yumrukla çıkılırsa kimin haklı kimin haksız olduğu anlaşılmaz ve bu düzen en azından faşist bir yönetimin koşullarını hazırlar.
İnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar. Gençlik, görevini, devrimlere bağlılığının, Anayasa düzenine olan saygısının bilinci içerisinde yapacaktır. Her türlü engeli geçip halka dertlerini anlatacağız; bunu önlemeye kimsenin gücü yetmeyecektir. 1920'de Mustafa Kemal'e komünist diyen Bolu Mutasarrıfı Osman Kadri hortlamış da, Atatürk'ten alamadığı intikamı Atatürkçülerden alacaksa, halktan yana olanlara komünist denecekse biz bu propagandayı komünizme hizmet olarak anlayacak ve mücadelemizi yapacağız. Komünizmle mücadele lafla değil, sosyal ve ekonomik tedbirlerle yapılır. Boş kafayı, boş mideyi istismar eden komünizme, sosyal ve ekonomik reformlara engel olmakla, kafaları boş, karınları aç bırakmakla, bizzat antikomünistler hizmet etmektedirler.
Her türlü baskıya rağmen mücadele yürüyecek ve gerçekleri söylemekten korkmayacağız. Çünkü büyük Atatürk "Türk genci devrimlerin, bu rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların gerekliliğine herkesten fazla inanmıştır. Rejimi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı veya haraket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, adliyesi vardır demeyecektir. Hemen işe girişecektir..." diyor.
27 Mayıs hiçbir şahsa, hiçbir zümreye karşı yapılmamıştır. Ama sadece sabaha karşı da yapılmamıştır. 27 Mayıs, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam bilincine sahip olan bir anayasa ve özgürlük düzenini getirmiştir. Bu düzeni gönüllerimizde ve iradelerimizde yer alan inanç ile koruyacağız.
Uğur MUMCU / Yön, 18 Haziran 1965