“Kürt Açılımı” veya
“British Ottoman Project” / “Unıted Nation Of Anatolia” Projesine
Adım Adım mı?..
"Bu topraklara ölüm getirenler 'geldikleri gibi gidecekler'dir..."
Bu ülke lig maçlarının hangi kanalda yayınlanacağının bile MGK’da konuşulduğunu gördüğümüz bir ülkedir.. Başörtülü kızların kaç tane MGK gündemini belirlediği ise bilinmez.. Ve bu bahsettiğimiz gündemlere dair kaç tane MGK bildirisinin yayınlandığını hatırlıyor muyuz?
Aslında çuval hâdisesinden bu yana suskun bir MGK vardı. Bu “mânidar” suskunluk âniden bozuldu ve muhtevâsına dair resmî bir açıklamanın yapılmadığı ve resmî ağızlardan hiçbir açıklamanın, hiçbir kanaat izharının yapılmadığı bir “açılım” hakkında destek kararını izhâr etti.
Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve bu açılımın sekreteryasını deruhte ettiği ya da açılıma ısıtma turlarını yürüttüğü anlaşılan İçişleri Bakanının bile muhtevâsı hakkında tek kelime etmediği açılıma MGK’nın hangi kriterlere göre destek verdiği bir muammadır.. Ülkenin iç ve dış güvenlik konularının görüşüldüğü MGK “Kürt Açılımı”na eğer destek kararı açıklıyorsa, açılımın ne idüğüne dair de açıklama yapmak, bildiri yayınlamak zorundadır. Bu kadar suskunluk, paket üzerindeki bu kadar meçhûl hayra âlâmet değildir… Ve TSK’nın suskunluğu nasıl hayra âlâmet değilse ve MGK’nın destek kararının da devletin bir mutabakat telâkkîsi ya da devletin görüşü olarak değerlendirilemez…
Meseleyi yalnızca aktüel “Kürt Açılımı” üzerinden değerlendirmek eksik kalacaktır.
Bu açılım neyin açılımıdır? Bu soruyu evvelemirde cevaplamak lazım gelir.
Bu mesele son günlerin değil, “12 Eylül’ün gayrı meşrû çocuğudur”…
Biz bunun adını koyalım..
Bu açılımın adı “Marmaris Açılımı”dır.
Bu açılımın adı “12 Eylül Açılımı”dır.
PKK nasıl bir 12 Eylül mirası ise, nasıl ki darbenin şartlarının oluşması, olgunlaşması için 1 yıl beklediyse darbeciler ve 12 Eylül adaleti(!), göbeğini kaşıyan terörist başı, İmralı cânisini Türkiye’ye kafa tutturan ve on binlerce insanın ölmesine sebep olan ajan-teröristleri dağa çıkartan da Kenan Evren ve onun 12 Eylül düzenidir..
Bu gün bahse konu bu acılım zırvalarının nihâî gideceği yer olan federasyon küstahlığının ve saçmalığının da asıl mimarı Kenan Evren ve 12 Eylül’dür… Aslında bu gün DTP de, Amerika’da Kenan Evren’in ağzıyla konuşmaktadır… Ya da başka bir deyişle bugünün hükümeti de, DTP de, Kenan Evren de Amerika’nın ağzıyla konuşmaktadırlar… Fakat tekrar ediyorum mânidar olan konuşanlar değil suskun kalanlardır…
Millî Mücadelenin en netâmeli yıllarında korkmamayı, direnmeyi ve şükretmeyi kim haykırıyordu?
Mehmet Akif merhum haykırıyordu..
Bugün Akif yok… Geride “Asım’ın Nesli”ni bıraktı..
Hani hep “kritik günler” yaşarız, birlik ve beraberliğe “en çok bu günlerde” ihtiyacımız olur ya, işte o günler hiç bitmez ve bizleri korkutarak iktidar olanların bize “teslim ol” çağrısıdır bu “Kürt Açılımı” aslında.. Bu yüzden Akif’in trajedileriyle hemhâl yığınlar olarak şaşkınız, öfkeliyiz ve biz;
‘Ümit ve iman’a sarılacağız…
Kronikleşmiş haliyle yaklaşık 150 yıllık trajedilerimizin en traji-komik dönemini yaşıyoruz. Bu topraklarda bin yıllık bir devlet geleneği olan “millet”in en hazin öyküsü olacak belki bu günler.
Kurtuluş Savaşı öncesinde, mermimiz kalmamıştı, ekmeğimiz bitmişti, doğduğumuz topraklara pasaportla girmenin hazin hikâyesiyle kahrolmuştukta, adresini ve “yöntemini” bildiğimiz düşmanı yurdumuzdan kovmaya dair bir parça da olsa umudumuz vardı;
“Ümit ve iman..”
Bu gün de umudumuzun adı,
“ümit ve iman..”dır.
Biz tabii ki ‘ümit ve iman’a iltica edeceğiz..
Terörün amacı gündem belirlemek ve hedefi emir aldığı merkezlerin angajmanına sokmaksa eğer, yazık ki son otuz yıla damgasını vuran “terör olayları” bu misyonu çok iyi yerine getirmiştir. 12 Eylül’e giden süreç 24 Ocak Projesini hayata geçirmenin, PKK ise 12 Eylül’le birlikte girdiğimiz bu projenin sacayağı olan “dışa açılma”nın ve “federasyonu tartışalım”ın atlama taşı olmuştur. Bugün geldiğimiz noktada işte bu “emperyal restorasyon”un son vurucu darbeyi yapmaya başladığının işaretleridir.
Terörün simge yılı Eruh 1993’tür. Otuz üç askerimizin kıpkırmızı tabutlarının yan yana dizildiği, Tokat-Sivas kırsalında dahi eylem yapıldığı yıldır 1993. Bugün bahse konu “Kürt Açılımı” adadan açıklanma yeri olarak deklare edilen yerin de Eruh ve katliam günü olarak seçilmesi yeteri kadar bir ‘meydan okuma’ değil midir? Adadan deklare edilecek olan “Kürt Açılımı”nın açıklanması planlanan bir festivalde, PKK’nın Eruh saldırısına katıldığı söylenen bir teröristin konuşmacı olarak kürsüye davet edilmesinin anlamı nedir? Bu nasıl bir meydan okumadır?
Bir yanda dağda süren mücadele, diğer yanda ise “ova”da terörün yerli finansörlerine sessiz sedasız yapılan operasyonlar… Dağ acımasız ama bir şekilde kontrol altına alabiliyorsunuz; peki “ova” öyle midir? Oradaki tehlike büyüdüğünde ödeyeceğiniz bedel “dağ”dakinden çok daha fazladır ve bugünlerde bu bedelin faturaları konmaktadır önümüze..
Çok açık bir şekilde adını koymalıyız; terörün en şiddetli döneminde “cesur bir şekilde”(!) raporlar hazırlayan Yalım Erez ve Doğu Ergil’in durduğu yere gelmiyor muyuz süratle?
Sizin “Türk Siyâsetiniz” ne kadar “Türk”tür ki, “Kürt Siyaseti”niz ne kadar “Kürt” olsun; Kürt’lerin özlemlerini, aşklarını, imanlarını omuzlarında taşıyacak bir siyâsî kadro var da bizim mi haberimiz yok? Siyâseti hem statükodan hem de küresel vesâyetten arındıralım derken, “Bu Ülke”ye olan kinlerini gizlemeyen ve bu cesâreti de hepimizin bildiği odaklardan alan yeni bir gönüllü ajanlar kafilesiyle mi mücadele edeceğiz? Devletle teröriste eşit uzaklıkta bulunduğunu söyleyen, AB Parlementosu’nda belediyeleri devletleştirmeyi öneren ve kısaca TC dediği Türkiye Cumhuriyeti’nden de aybaşında “çatır çatır” maaşını alan “Başkan”ların olduğu bir yapıda, “Kürt Açılımı” ile her şeyin düzeleceğini düşünmek nasıl bir hayalperestliktr?
Nasıl ki ABD’nin “Apo Servisi” değiştiğinin değil “geliştiği”nin âlâmetiyse, silahlarını teslim etmiş bir PKK’da farklı bir terör sürecinin başlangıcı olacaktır. Hürriyet Gazetesi’nin yıldırım baskısında terörist Öcalan’ın yakalanışına “ZAFER” manşetini atmasındaki komedinin benzeri “Kürt Açılımı” ile her şeyin düzeleceğini sanmaktır. Böyle naif bir iyimserlik Talabani’nin “Kürt sorunu afla çözülür” herzesiyle birlikte okunmalı ve “ova”dakilerin öyle çok da uslu çocuklar olmadığı unutulmamalıdır.
“Kürt Açılımı” denilen herzenin önemli maddelerinden birisi de genel aftır. Yani dağdaki kadroların, teröristlerin af edilmesi ve siyaset yapmasının önü açılmasıdır.
Peki yıllarca elinde silahıyla dağları mesken tutan “kadro”lar affedilip siyâsete girdiğinde, Ankara’nın göbeğinde yaptığı kongrede İstiklâl Marşı okumayan ve Türk Bayrağı indirilirken alkışlayanların saflarını sıklaştırmaktan başka ne işe yarayacaktır?
Irak’ı paramparça eden iradenin Judaik soslu Kürt devleti projesinin (bunun uzun vadede yer değiştirmesi hesaplanmaktadır) Türkiye uzantısının olmadığını düşünmek ya da bu oyunu ancak afla bozarız demek en başta o iman edilen reel politiğin mantığına aykırı değil midir? ABD PKK’nın silah bırakmasını istiyor, doğru; çünkü Amerika bizim aklı evvel derin devletçiğimizin müthiş ferâsetiyle yıllarca PKK’ya karşı destekledikleri Peşmerge bozuntularıyla PKK arasındaki rekabetin planlarını olumsuz etkileyeceğini düşünüyor. Kuzey Irak’taki Kürt oluşumların karşısında Türkiye değil PKK olmuştur ve “Güney Kürdistan”a da kolu uzanacak güçlü bir PKK bu anlamda ABD için “bölücü”dür.
Yeni açılım paketlerinin, yeni bir “British Ottoman Project” ya da “Unıted Nation Of Anotolia” projesi olmadığından ne kadar emin olabiliriz?
Bu arada bu açılıma destek veren eskimiş ülkücülerden Özellikle Mümtaz’er Türkdöne’nin ve benzerî arkadaşlarımızın açılıma desteği de ilginçtir. Nurşin’e destek verirken İstanbul’un da isminin Türkçe olmadığını, İnebolu’nun, Tirebolu’nun ve benzeri vatan topraklarının isimlerindeki Poli’nın Yunanca şehir demek olduğu gibi lüzumsuz linguistik izahlara girdiği yazıları tam bir paradokstur.
Şunun bilinmesi lazım. Biz İstanbul’un, İstanbul kelimesinin etimolojik otopsisini yapıp da bizim olduğuna karar vermedik. Bu bahse konu her yer ismi için geçerlidir. Biz İstanbul’u fethettik. Sanırım bu arkadaşlarımız bunu unutuyorlar. Biz Bursa’ya, Bitinya deseydik de bizim olacaktı, İznik’e Nicea deseydik de İznik bizim olacaktı, Konya’ya İkonya deseydik de bizim olacaktı. Bu arkadaşlarımız nasıl bir kasırgaya tutuldular ki bu kadar hızlı dönebiliyorlar, anlamak mümkün değildir..
Biz tarih içinde niçin Ebu Bekir, Ömer, Hasan, Hüseyin, Osman, Ayşe, Hatice vs. gibi isimleri çocuklarımıza veriyor idik? Araplaşmak için mi??? Hayır.. Bir kültür birliği için veriyorduk. Bunu anlamak için linguistik okumaya ne hacettir?
İmralı’dan örgütünü yöneten ve bu açılıma yön veren Terörist başının açıklamalarını da okumaz mı bunlar acaba. İmralı cânisi geçtiğimiz hafta, “…Ordu da bunu anlamalı. Bunu anlamalı ve bunun önünde engel olmamalı. Ordu öyle çok kendine güvenmesin. Kendini öyle çok güçlü hissetmesin. Çok kaotik, çok çatışmalı dönem olursa, çözümün önünde engel olursa ordu da ortada kalmaz, dağılır gider”diyecek kadar küstahlaşarak yaptığı açıklamalarla Türkiye’yi, TSK’yı ve herkesi tehdit ederken, bu ülke’nin içine düştüğü “akıl tutulması”nı anlamak mümkün değildir...
IMF’ye borçluyuz, ödeyene kadar bağımlıyız…Silah üretemiyoruz, o yüzden ses çıkaramayız…Terörün kökünü kazıyamıyoruz, affedelim; öyleyse “açılım” yapalım veya “af çıkaralım”.. Olacak şey mi? Bu kadar basit mi?
Şu an dağlarda önemli bir yekûnu oluşturan, bir fırsatını bulup kaçmayı düşünen ve hiçbir eyleme katılmayanların üzerine bomba yağdırılması heveslisi değiliz tabii ki…
Ancak bunun adı “af” değil, “teslim olmak” olmalıdır. Teslim olma sürecide illâki dağdakiyle savaşla değil “aftan sonra” kurulmak istenen statükonun parametrelerini doğru okuyup bu oyunu bozacak stratejik kurgular geliştirmek ve siyâsî operasyonlar yapmakla başlayacaktır. Bu durumda ödeyeceğimiz bedel, PKK’ya ödettirilen bedelden daha fazla olmaz ve daha da önemlisi “piyon”la savaşmaz “Büyük Oyun”un senaristlerine karşı “son”unda mutlaka yapacağınız düello şimdi yapılmış olur.
Terörist Öcalan’ı paketle teslim aldıktan sonra “azıcıkta biz kullanalım” diyerek değil, tüm kukla beyin takımını ortadan kaldırarak ama Kürtleri de kucaklayarak, bugüne kadar uygulanan saçma sapan yasakları/ayrımcılıkları tamamen ortadan kaldırarak ve târihimize, ortak kaderimize, kardeşlik kültürümüze, bizi bin yıldır bir arada tutan değerlere –hem Türk’e hem de Kürt’e- daha çok vurgu yaparak mesele çözülür.
Asla affedilemeyecek terör örgütü yönetici kadrolarına karşı çıkarak dağdan kaçmak çok zor tahmin edebiliyorum. Ancak daha da zoru “gücün” şehvetine ve emperyalizmin tahakkümüne kafa tutarak “derin millet”in bağrına kaçmaktır; kolaya kaçanlar için târihin hükmü bellidir
Ne isterlerse istesinler.. Bizlerin yangında ilk kurtarılacaklar listemiz bellidir..
1-Ülkemizi ne pahasına olursa olsun böldürmeyiz.. Buna kimsenin gücü yetmeyecektir..
2- Türkçe ülkemizin resmî dilidir, bunun değiştirilme tekliflerini entelektüel fantezi olarak bile dinlemeyiz.. O işlere Türkdöne’ler bakıyor.. Belki isteyen özel okullar açabilir, resmî dili Türkçe olarak, ikinci bir dilde eğitim verebilir. Tabii öğrenci, öğretmen, müfredat vs. bulabilirlerse..
3- Federasyon olarak yalnızca Türkiye Futbol Federasyonu veya benzerlerini biliriz başka federasyon bilmeyiz..
Kürtlerle din, vatan, mâzi, tarih, coğrafya ve menfaat birliğimiz vardır, biz bu hukuka ne olursa olsun saygılı olacağız. Komşularımızdır, iş ortaklarımızdır, akrabalarımızdır, kan kardeşlerimizdir. Aynı beşiklere doğduk, yan yana mezarlara defnedildik. Kıyamete kadar bu bizim için böyle kalacaktır..
Kürtçe türküleri beraber söyleriz, Kürtçe halaylarda beraber saf tutarız, ağıtlarıyla beraber ağlar, beraber yanarız.. Aynı saflarda namaza, aynı duygularla duaya, aynı vatanseverlikle yurdumuzu korumak için kıyâma kalkarız.
Bu, Türkiye’de yaşayan bütün vatandaşlarımız için böyledir. Türk milleti kavramı etnik bir kavramın verâsında bir kavramdır. Biz nüfus kayıtlarının Orhun Kitâbeleri’nde karşılık bulması beklentisi olan bir Türklükten bahsetmiyoruz. Irkçılık ancak hayvanlar âleminde karşılık bulur. Bu vatanda Türk olmak demek, bir kader birliğidir, dil birliğidir, beraber yaşama birliğidir, kültür birliğidir, öyle yüce bir kavramdır ki, İstiklâl marşını bir Arnavut, Mehmet Akif yazmıştır ve Mehmet Akif’in aziz naşına bu millet gönlünü türbe yapmıştır..
Kendisini bu kavramın, bu tarihin, bu birliğin dışında hissedenleri yine bu millet koruyacaktır her türlü tehlikeden, yine bu millet kucaklayacaktır. Bu topraklarda Klu klux klan geleneği yoktur, asla ve asla olmayacaktır, Klu klux klan geleneği Batıya ait bir gelenektir, bizi taşeronlarıyla bölmeye çalışan Batıya ait bir gelenektir.
Bu arada çok ilginç olan bir şey var ki, bu gibi hamleler aslında çok daha uzun bir periyoda yayılan hamleler olarak bilinirdi. Gelin görün ki bu “açılım” çok süratli ilerliyor.. Deprem bölgesine 24 saatte ulaşamayan bir devlet, Maraş dağlarında düşen bir helikoptere 52 saat ulaşamayan bir devlet ve hantal bürokrasisi, toplu sözleşmeleri aylarca sürdüren devlet, her nasılsa “Kürt Açılımı” paketiyle ilgili can havliyle mesai yapıyor.. Bu çok mânidardır.
Bu süreç nasıl sonuçlanır, izlerini yine ardımızda arayacağız, başka çaresi yok..
Emperyalizm mağrur ve bir o kadar açık sözlü; strateji kurumlarıyla hazırlattığı raporlar bize sunulan ve ayağımızı denk almamızı öğütleyen birer "Açık Mektup"tur.
Sovyetler yıkılıyordu, yeni "tehdit" gözümüzün içine baka baka söyleniyordu: (Radikal) İslâm. Sonrası hepimizin malûmu, Afgan dağlarındaki üç-beş yüz 'çapulcu' dünyanın efendilerine kafa tutuyor, sofistike saldırılar düzenliyor ve insanlık topyekûn tehdit altında!..
Kuşkusuz bu "açık sözlülük" bizimde yabancısı olmadığımız bir vakıadır; Oltadaki Balık'tan tutun "Our Boys Have Done It"e(meşhur 12 Eylül’üe dair “bizim çocuklar” benzetmesi), Muavenet'ten Eşref Bitlis'e kadar bir çok psikolojik savaş bombardımanına mâruz kaldık yakında dönemde. 90'lı yılların başında o dönem için komplo olarak yaftalanan birçok öngörünün bugün birer "reel politik" olarak karşımıza çıkması ve bunun da ötesinde kimsenin aklına bile getiremeyeceği olayların (mesela bir çapulcunun Irak'ın başına geçmesi ) hemen her gün ekranlarımızda sırıtıyor olması, geleceğe dair endişelerini "komplovârî" bir şekilde dillendirenlerin hiçte haksız olmadığını gösteriyor olsa gerek.
Ne gariptir ki tam da AB "Üyeliği" sürecinde, turizmden futbola kadar bir çok yayın organında karşımıza çıkan ve hatta bize karşı bir saldırı olduğunda teyakkuza geçeceğini düşünerek uğruna Mehmetçiğimizi savaşmaya gönderdiğimiz NATO'da bile "yanlışlıkla"(!) asılan bölünmüş Türkiye haritaları ve târihi bile -2011 olarak- verilen "İç Savaş" terâneleriyle bize sunulan "Açık Mektup"u doğru okumalıyız.
Daha önceki mektupların zarfına değil mazrufuna bakarsak son otuz yılda yaşadıklarımızın da basit bir terör meselesi olmadığını daha iyi anlayabiliriz. 12 Eylül gibi bir sürecin sonunda Türkiye'ye dayatılan yeni yol haritasının ölçeği sokak kavgalarının mantığıyla açıklanamaz. Sokaklardan başlayıp Cudi'de devam eden ve önümüzdeki dönemde siyasi kimliği gittikçe kavileşecek olan terör, Tanzimat'la girdiğimiz "Batılılaşma Tüneli"ndeki Paşa kavgalarından tutun "muktedirlerin" 10 yılda bir yaptığı "yoklama"lar gibi bu topraklardaki kurulu müesses nizâmın devamını sağlayan diyalektiğin maskelenmiş halidir.
Şunu bilelim; Türkiye'nin ölüsü bile Irak'taki "Kürt Devleti"nin veya PKK'nın bu coğrafyada hayat bulmasına izin vermez. Çözüm teröre karşı alınacak her türden (sert askerî müdahaleler, dağdan ovaya getirecek af süreci, uyum yasaları v.s.) tedbirin çok ötesindedir ve terör kozuna karşı bizden istenen başka bir "biz"in aslında "biz"i nereye götüreceği ile ilgilidir. 13 Eylül 1980'de biten terörden geriye yitik bir nesil kalmış olsa da, aslında bakiye kalan bugün yaşadığımız trajedilerin nüvelerinin atıldığı ve Türkiye'yi küresel düzene eklemleyerek vahşi kapitalizmin bu topraklarda koşu yolunu açan "düzen" olmuştur.
Türkiye'de henüz küresel dengenin yapı taşlarını ve bu iktidarın bizdeki uzantısıyla kurduğu simbiyotik bağı çözümleyecek, kimliğini/siyâsî duruşunu buna göre belirleyecek ve bir "medeniyet dâvâsı" güden -Cemil Meriç'in tabiriyle- "yeni neslin soylu idealistleri"ni yetiştirecek özerk bir ortak akıl olmadığından, sadece bu aklın ve ferâsetin çıkartabileceği "kahraman"ı bekleyeceğiz gibi görünüyor.
Bu millet aklın ve sağduyunun olduğu gibi bugün artık “maceracılık” diye küçümsenen onurlu ve başı dik duruşun “yapılabilirliğini” bize gösteren “Milî Mücâdelenin” ve Âkif’in ve daha nicelerinin önderliğinde hem teenniyi ve sabrı hem de direnmeyi ve “savaşmayı” bilmiştir.
Nisan 1922’de Âkif’e “Leylâ”ya şiir yazdıran neyse “4 Temmuz”da odur ve “Kürt Açılımı” da odur..
Bu topraklara ölüm getirenler “geldikleri gibi gidecekler”dir…
Selim Cem