Tek tek sıralamaya gerek yok.
Son bir yılda İstanbul , İzmir, Ankara ve Antalyada başta şu karanlık Bilderberg olmak üzere uluslararası nitelikte birçok siyasi, ekonomik, askeri, güvenlik , kültürel ve benzeri toplantılar düzenlendi. Bu toplantılarla yabancıların Türkiyeye ilgisi doruğa çıktı. Bunun yanı sıra aynı yabancı ülke, kurum ve kişilerin Türkiyeye yatırımları hızla arttı.
Bu süre içinde borsanın yaklaşık %70i, bankaların % 60ı, sigortacılık sektörünün % 55i ve binlerce özel firma yabancıların kontrolüne geçti. İç ve dış borç miktarı ise 400 milyar doları aştı.
Hükümet ise stratejik KİTlerin sonuncusu olarak Petkimi Yahudilerin, Ermenilerin ve Rusların içinde bulunduğu ilginç bir konsrosyuma sattı. İtiraf edeyim ki; olup bitenler beni tedirgin ediyor.
Bir yanda Roma ve Atinada Türkiyenin güneydoğusu Kürdistan olarak gösteriliyor, NATO başkentleri PKKya destek veriyor, Sarkozy AB kapılarını Türkiyeye kapatıyor diğer yandan yabancılar Türkiye ekonomisinin stratejik mevzilerini ele geçiriyor.
Komplo teorilerinden hiç hoşlanmam ama bu işte bir gariplik var.
Politik olarak her fırsatta Türkiyeye yönelik her türlü pis oyunun içinde olan Batılılar her nedense bu ülkeye para akıtıyor.
Elbette paranın dini ve imanı yok. Kolay ve garantili kâr sağlıyorsa doğal olarak bu para Türkiyeyi tercih edecek.
Ama her nedense benim içim rahat değil.
Biraz tarih bilgisi, biraz da gazeteciliğin sezileri ile Batılıların bu ilgisi beni tedirgin ediyor.
Umarım ve diliyorum ben yanılıyorum.
Ama içimde öyle bir duygu var ki; seçimlerden sonra kurulacak hükümetin önüne çok farklı gündem ve koşullar konulabilir.
Kıbrıs, Kürt sorunu, Ermeni iddiaları, İran, Suriye, Irak v.s.
Şunun şurasında 2-3 ay kaldı.
Türkiye rahat bırakılacak rastgele ve önemsiz bir ülke değil. Osmanlıyı çökerten emperyalist devletler Türkiyeye ilgi gösteriyorsa ben bundan kuşkulanırım.
Türkiyeye oltada balık muamelesi yapan devletlerin niyeti hiçbir zaman dürüst ve samimi olmamıştır, olamaz.
Baksanıza Papa bile Türkiye ve İslama sataşıp saldırdıktan 3-4 ay sonra Türkiyeye geliyor ve herkesi şoke edecek olumlu mesajlar veriyor. Bu işte bir gariplik var?
Şöyle bir hatırlayalım.
1 Mart tezkeresinin rededilmesi sonrasında Türkiye ile ilgili tüm planları suya düşen ABD, Ankaradan intikam almak için her yola başvurdu.
Dönemin Savunma Bakan yardımcısı ve sonrasında Dünya Bankasının paralarını sevgilisine aktaran Paul Wolfowitz 9 Mayıs 2003te Birand ve Çandara verdiği demeçte açıktan Türkyeyi tehdit etmişti. 4 Temmuz 2003te de Amerikan askerleri Süleymaniyede 11 askerin kafasına çuval geçirmişti. PKK sorununu çözmek için görevlendirilen General Raleston ise PKK ve Iraklı Kürtlerden yana tavır alarak hep Ankaraya yalan söyleyerek oyaladı.
Merkel Almanyası ile Sarkozy Fransasının Türkiyeye ABde yeşil ışık yakacaklarını düşünenler yanıldıklarını hep görecekler.
Türkiye yanlısı gibi görünen İngilterenin de günü geldiğinde Türkiye karşıtı gruba katılacağından hiç kuşkum yok.
Bu genetik bir alışkanlıktır.
Ankaraya düşen görev ; tüm bu gerçekleri bilmek, olası gelişmlere hazırlıklı olmak ve bunlara karşı koyabilmek için önlem almak.
Parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimi ile meşgul olan ve neredeyse 3 aydır dış politika gündeminden uzak kalan Ankara, seçimden hemen sonra tüm sorunlarını çözerek bölgesine ve dünyaya daha yakından ilgi göstermek zorundadır.
Bu nedenle Başbakan Erdoğanın arkadaşımız İsmail Küçükkayaya söyledikleri çok önemli.
Seçim sonrasında cumhurbaşkanının uzlaşma ile TBMMde kurulacak yeni hükümeti ve genel olarak devleti ve ülkeyi rahatlatacaktır.
Bu ise Ankaranın yeniden bölgesel ve uluslararası alanda aktif politika yürütmesini ve dolaysiyle hızla gelişen olaylara uygun olarak adım atmasını ve tutum geliştirmesini sağlayacaktır.
Türkiye, son 5 yılda kendi bölgesinde kazandıklarını korumak ve yeni kazanımlar elde etmek durumundadır.
Aksi takdirde çok şey kaybeder.
Pusuda bekleyen çok kurt ve çakal var ve onlar puslu havayı sever.