Bu nasıl stratejik ortaklıktır?
Yönetenlerin ihtiyâcına göre kimi zaman altı ısıtılıp yeniden sofraya getirilen konu iniş çıkışlarla gündemdeki yerini uzun zamandır koruyor. Ya da, sanki Türkiye ayım bayımmış da ona kuvvet iğnesi yapmak istercesine, hiç gereği yokken birdenbire gündemin ön sıralarına taşınıyor. “Financial Times” gazetesinin Türkiye’ye satılacak Amerikan silâhları konusunda Ankara’nın uyarıldığı haberini yalanlayan Washington’un fırsattan yararlanarak “stratejik ortaklık” ve “müttefiklik” niteliklerinden daha birkaç gün önce yine basmakalıp söz etmesi gibi…
Kaç zamandır akıllara takılan soru şu: ABD ile “stratejik ortak” mıyız, yoksa “stratejik ilişki” içinde miyiz?
“Stratejik” kavramının kökü antik çağ Yunanca’sındaki “stratos” sözcüğüne dayanır. Ordu demektir. “Stratos”’a “…teigon > tegos = yöneten” anlamındaki takının eklenmesiyle “strategos” sözcüğü türetilmiştir. Eski Yunan kent devletlerinde, donanma dahil, en yüksek askeri makamdaki kişinin tanımlamasıdır; yani bugünkü anlamıyla başkomutan! Bu kişi bâzen siyasî yönetimi de elinde tutmuş, ardından Atina kent devletinde on üyelik bir “strategos” kurulu oluşturulmuştur. Görevi, savaş hâlinde düşmanı yok edip ona kendi siyâsî irâdesini kabûl ettirecek plânları hazırlamak ve bunları başarı yönünde uygulamaktır. Eskiden “sevkülceyş” denilen bu işin uzmanları, günümüzde “stratejist” olarak adlandırılıyorlar.
“Stratejik” ise, belirlenmiş askerî ya da siyâsî hedeflere ulaşmada izlenecek plânlar anlamına gelen “strateji”’nin yer ve zamana göre değişebilen durumu ile niteliğidir. Bugün birinci dereceden önemli olan bir coğrafya parçası ya da bir metâ, günü zamanı gelir daha az önem taşır ya da gittikçe önemsizleşebilir. Ya da bunun tersi olur, önemsizler önem kazanırlar.
Yukarıdaki tanımlama askerî ve siyâsî hedeflere ulaşmak amacını içerdiğine göre, “vizyon” deyimi gibi devşirme, yarı da Türkçe bir sözcükle ifâde edilen “stratejik ortaklık” niteliği, yapısında üstü örtülü biçimde, “ola ki ölümüne kader birliği, ölümüne ortaklık” anlamını da barındırmaktır. Ayrıca, taraflardan kuvvetlisi, gücün tabiatı icâbı sözde eşitler arasında biraz daha eşittir.
Şimdi biz -hiç daha öncesine gitmeden- Johnson’ın İnönü’ye gönderdiği o son derece saygısız mektubu ve ambargo gibi aşağılayıcı olayları haydi diyelim ki bir kenara bıraktık. Ama, en yakın birkaç örneğiyle, ellisekiz yıllık dürüst müttefiki askerlerimizin başına çuval geçiren, Kuzey Irak’tan yurdumuza sızan PKK teröristlerine türlü bahâneyle kaç yıldır seyirci kalan, oraya doğru sınır ötesi harekât yapamayacağımızı densizcesine söyleyebilen, aslında Amerikan halkına değil de “kimyasal ve nükleer kitle imhâ silâhları” gibi düzmece gerekçeleri asılsız çıkmış gayrımeşrû Irak Savaşı ile İsrail’in Hizbullah’a yönelik Lübnan’daki ölçüsü kaçmış baskın harekâtı gibi Gaza’daki Filistin halkına da uyguladığı insanlık dışı vahşi muameleye karşı sesini yükselten Türk milletini zaman zaman sanki ABD karşıtı imiş gibi bir tavır sergileyen Washington yönetimlerinin “stratejik”, yukarıdaki anlamda “ölümüne kader ortağı” mıyız?
Elbetteki hayır!
Çünkü ve kısaca, iki tarafın gerek Yakın Doğu gerek de dünyadaki olaylara bakışı ve bu olayların nedenlerini yorumlayışı gittikçe farklılaştı ve de farklılaşıyor. Daha da ötesi, seçmenin bıkkınlık vermiş beylik partilere “yeter artık!” demesiyle kendilerini seçim sistemimizdeki adâletsizlikten de yararlanarak birdenbire iktidarda bulanların acemilik ve tecrübesizliğinden ötürü üzerine kimi zaman gölge düşse de, biz yine de tüm yerkürede huzur gözeten “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının bugün de sorumlu varisleriyiz. Meğer ki savaş kaçınılmaz, ulusal bir zorunluluk olsun!
O hâlde, “stratejik ilişki”den söz etmek de acaba ne dereceye kadar doğrudur?
Stratejik ortaklık düzeyinde olmamakla beraber, bu kavram da ABD’nin salt kendi çıkarlarına dönük plân ve tasarımlarına hizmet edecek türden ilişkileri kapsar. Daha açık bir deyişle ve eski Başkan oğul Bush’un ağzından: “Ya bizden yanasınız ya da bize karşısınız! (6 Kasım 2001)”
Beyaz Saray’ın “stratejik ortak” gibi, daha alt kademedeki “stratejik ilişki”’den de anladığı budur! Yani, onun dediğini yapmak, onun belirleyeceği rotada ve onun dümen suyunda seyretmek! O zaman ortak, iyi ortaktır!
Biz böyle mi olmak istiyoruz?
İnsanı yücelten Kur’andaki akılcı İslâm’ın ruhu ile aslâ bağdaşmayacak ve de bağdaştırılamayacak olan, teröristlerin Irak’ta iç savaşa dönüşmüş kanlı eylemleri kesinlikle onaylanamaz. Ama onlar da -kabûl ya da red edilebilecek- kendi mantıklarına göre “işgâlcilere karşı olanaklarımız elverdiğince vatan savaşı” yapıyoruz ve Madrid ile Londra saldırıları sorulduğunda da “topraklarımızı işgâl edenlerin Irak’ta çıkarttıkları savaşı biz de onların topraklarına taşıyoruz” diyorlar. Savaş bir çıkmaya görsün, maâzallah, insanlık dışı her türlü davranış zamanla mübah oluyor.
İnsan hakları, bağımsızlık, özgürlükler ve demokrasinin koruyucu meleği olmak iddiâsındaki ABD, hele de son ondokuz yıldır rakipsiz kaldığı tek kutuplu dünyada durumu gittikçe kötüleşen insanlığın pekâlâ da velîsi olabilirdi eğer dilinden düşürmediği yukarıdaki nitelikler ile adâlet ve hakkaniyette gerçekten de samimî ise! Ama neredeee? Varsa ABD, yoksa ABD! Oysa, dünya malı gibi ihtiras da nihâyet bu dünyada kaldıktan başka bencilliğin bu derecesi de sonuçta Washington’un Türk milleti hakkında şikâyet ettiği işte o karşıtlığı doğurur. Sadece Türk milleti mi?
ABD ile ilişkilerimiz ünlü tezkere nedeniyle 2003 yılından beri yeniden şiddetli soğuk algınlığı geçiren müttefik ilişkileridir. Eğer ABD “dediğim dedik!” tutumunda ayak direrse, ilişkiler sağaltımı güç zatürreeye de dönüşebilirler. Ancak, halkından henüz yönetim vekâleti almamış, o sırada AKP başkanı olmaktan başka resmi bir görevi bulunmayan, uluslarası politikada deneyimsiz fakat -elinde dev aynası- büyük oynamaya hevesli ve buna da çok özenen bir kimsenin ilk Beyaz Saray ziyâretinde sarf etmek ya da vermek yetkisine hele de hiç sahip olmadığı -içeriği günümüze dek bilinmeyen- sözleri ciddîye alıp Irak’a doğru aslında petrol için destursuz yola çıkanlar düşünsünler durumu!
Evet, petrol için! Çünkü, ABD’deki petrol yataklarının 8-10 yıllık, bilemedik 15 yıllık bir ömrü kaldığı gibi ucuz petrol fiyatları da artık bir daha geri gelmemek üzere tarihe karıştı. Yapılan tahminlere göre 159 litre olan ve geçmişte 135 Amerikan Doları’nı gören bir varil petrolün fiyâtı gelecek yıllarda 160 dolara kadar yükselebilecek! Hattâ ekonomik felâket demek olan 200 dolardan söz edenler bile var! Dünyada 46 ülke petrol üretiyor. Tüm dünyada ancak daha ortalama 50 yıl yetecek 1500-1600 trilyon varil hampetrol olduğu hesaplanmakta ise de, hâlen günde 73-76 milyon varillik ama gittikçe de artan dünya petrol tüketimiyle sonun sanıldığından yakın olduğu da söyleniyor. En zengin yataklar 261 milyar varille Suudi Arabistan’da. Onu 112,5-115 milyar varille petrolü daha nitelikli Irak izliyor. Hâlen günlük tüketim ve günlük ithâlâtta dünya birincisi olan ABD için Yakın Doğu ve Irak’ın önemi ortada. 6,6 milyarlık dünya nüfûsunun yaklaşık 300 milyonla %4,5’ini oluşturan ABD, dünya petrolünün %26’sını tüketiyor. İhtiyâcı gittikçe artarken de biliyor ki genelde dünyanın istikrarsız bölgelerinde bulunan petrolün arzı yakın zaman sonra eskisi kadar bol ve sorunsuz olmayacak. Söz konusu bölgelerdeki pek çok ülke ise kendisine dostça davranmıyor.
Oysa enerji, ABD’nin ulusal güvenliği ile şimdiki ve gelecekteki varlığının, petrol de enerjinin birbirlerini tamamlayan yaşamsal(!) vazgeçilemezleridir. Petrolü ile enerjisi yetersiz bir ABD bu kez askerî, ekonomik ve politik alanlarda âniden iğne batmış bir balona döner, topal ördek olur.
Öncüsü ve kurucu önderlerinden biri olduğu Birleşmiş Milletler’i Irak harekâtından önce hiçe sayacak kadar hırçınlaşmasının; bağımsızlık, özgürlük ve insan hakları edebiyâtını kimseye bırakmazken Irak ile dünya kamu oyunda bile bile işgâlci devlet durumuna düşmeyi ve Lübnan savaşında evlatlığı İsrail’i tereddütsüz desteklemeyi göze almasının başlıca nedeni budur; yani petrol! Bir de tabiî ara sıra tökezlemekle beraber Avrupa Birliği’nin yükselişi, Japonya’nın dünya pazarlarındaki süreğen nitelikli rekabeti, uyanan dev Çin’in yakın gelecekteki ciddî gücü ve Rusya’nın da yavaş yavaş kendini kesinlikle toparlayacak olması! Güneydoğu Asya ülkeleri ile Hisdistan’ı da listeye eklemek gerek! Eskiden başlıca rakip SSCB idi. Şimdi rakipler çoğalıyor. Bunların hepsi de önemli miktârlarda petrol ve enerji tüketen ülkelerdir.
Bu durum karşısında ABD dünyadaki petrol sahalarını kendi denetimi altına almak istemekte, bu da onu önümüzdeki en az elli yıllık bir süre için bir hegemonya politikası izlemeye zorlamaktadır. Bu politikanın bir gereği Amerikan petrol şirketlerinin Afrika’da Nijerya, Güney Çad ve geniş Gine Körfezi ile dünyanın başka coğrafyalarında hâlen olanca güçleriyle yeni petrol yatakları aramaları ise, bir diğeri de petrol uğruna savaştır! Bu nedenledir ki daha Reagen zamanında (1984-1989) William Kristal gibi aşırı sağcı “neo-conservative = yeni muhafazakar“ bir klikin hazırladığı “Project for the New American Century = Yeni Amerikan yüzyılı projesi”! ABD’nin içinde bulunduğumuz yeni yüzyılda alacağı temel pozisyonları içeren bu projeye göre Amerika’nın liderliği hem kendisi hem de dünya için iyi olup söz konusu liderlik askeri, ekonomik, diplomatik ve ahlâkî alanlarda enerjik olmayı gerektirmektedir. Bu gereklilik yedi yıldır Irak’ta sergilenen enerjik liderlik ve ahlâk türünden değildir inşallah!!
Durum bu merkezde ve Körfez Savaşı’nda çektiğimiz 100 milyar Dolar’ı aşkın cereme de hâlâ ortadayken, lâfzı ancak yönetenlerin iç politika polemiklerine yarayacak, daha ne stratejik ortaklığı ve nasıl bir stratejik ilişkisi?
Dünyada sekizyüzaltmış (860) milyon insan sürekli açlık çekiyor. Açlıktan ölenlerin sayısı savaşta öldürülenlerden çok daha fazla! Günde 1,37 YTL tutarındaki gıdâsızlık yüzünden yine Afrika ve Asya’da her gün 30.000 çocuk ölmekte! Bir milyar işsiz güçsüz insan da baraka bile denilemeycek hastalıklar yuvası zeril sefil gecekondularda gün be gün aç biilâç yaşam kavgası veriyor. Eğer zengin ve tuzu kuru kuzey yarı küre ülkeleri her gün televizyonda vaktiyle sömürmüş oldukları yoksul güneyin nasıl açlık, hastalık, sefalet ve borçtan kıvrandığını kayıtsızca seyretmeyi sürdürür, bugün küreselleşme denilen eski sömürgecilik de sürerse daha çoook terörist yetişir, çoook terör eylemi olur.
Onun için, bu dünyada eşitlerin barış ve huzura dönük işbirlik ve ortaklığına e v e t ! Ama, üstün askerî güç ürünü yararsız bir kibir ve azametten kaynaklanan alt-üst anlayışına kesinlikle hayır! Sonuçta biz, seksenyedi yıldır herhâlde özürsüz gözlerinin önünde duran laik Türkiye Cumhuriyeti’ne “…ılımlı İslâm”, başka bir olaya “…kaydettik” ve sınırötesi harekât için de “…istenilmeyen sonuçlar doğar” diyebilen diplomatik nezâket yoksunlarına karşı önlemi hiçbir zaman elden bırakmayarak -yazık ki en kötüsü savaş da dahil- her türlü olasılığa hazırlıklı bulunalım.
Çünkü ABD, Yakın Doğu’ya sözde getirmek istediği demokrasi kisvesi altında bölgenin sınırlarını kendi çıkarları yönünde zorla değiştirmek istiyor. Pentagon her ne kadar yalanlayıp araya mesafe koysa da, Türkiye’nin doğusunu ilerideki Kürdistan olarak gösteren harita ortada! Bu sinsi plânın ilk adımı, dilimize pelesenk ettiğimiz ama sonuçta buharlaşmış kırmızı çizgilerimize rağmen Irak’ın toprak bütünlüğünü de şüpheli kılan kuzeydeki özerk Kürt bölgesidir. İsrail, daha Baba Bush döneminde Chaney tarafından hazırlanmış söz konusu plânın -32 günlük Lübnan savaşında olduğu gibi- ABD adına taşaronluğunu yapıyor. Bu nedenle de ABD’nin tam desteğine sahip.
Hamas ve Hizbullah gibi Arap örgütleri, İsrail’i ABD’nin bölgedeki bekçisi olarak 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kuran emperyalist kapitalistlerin sorunudur. Onların “böl ve yönet” taktiğinden doğal olarak kaynaklanan müzmin anlaşmazlık virüsünü yıllar önce Orta Doğu’ya bile bile kendileri soktular. Neden oldukları, yayılmak istidâdındaki sorunu kendileri çözsünler – isterlerse çözerler de! Biz ise, koruyucusu Osmanlı Türk’ünü İngiliz altınlarına satan Mekke Şerifi Hüseyin’in kalleşliği yüzünden Arap çölünde aç ve susuz şehid olmuş binlerce Anadolu çocuğunu unutmayalım! Vakta ki “Misâk-ı Millî” sınırlarımızın katresine kem gözle bakılsın!
ABD, 11 Eylül’den sonra “… bu niye oldu? Neden bana yapıldı?” diye önce kendi kendine soracak yerde söz konusu müessif olayla ayağına gelen fırsatı nimet bilip yangına apar topar körükle gitti, alevin üzerine Irak’ta benzin döktü. Diyecektir ki “3000 insanımızı kaybettik?” Doğru ve gerçekten de elim ama ya bizim asker ve polis şehidimiz, gazimiz, sivil kaybımız, yaralı ve sakatımızla 60 000’e yakın, her gün de yenileri eklenen PKK terörü kurbanlarımız?! ABD ve AB’ninki insan da, peki bizimkisi ne? Demek ki “stratejik ortak” anlayışları bu! Yani muz cumhuriyeti! Kafa bu olunca, müteakip hedef Türkiye gibi Yakın ve Orta Doğu’da da emperyalizme karşı yegâne sağlam güç Türk Silahlı Kuvvetleri’dir! Onun için de “Binbir Gece Masalları”’na dönmüş darbe iddiâları, daha da uzatıp yıpratmak için binlerce sahifelik iddianâmeler ve uzantısında da adâlet değil siyaset kokan Silivri!...
Unutanlara hatırlatılır: Kurtuluş Savaşı’nda cehenneme girip çıkmış, vatan için gözünü kırpmadan ölmesini çok iyi bilen ve PKK ile dış odaklı entrikalara alet olmamış Kürt soyundan vatandaşlarını birbirinden layıkıyla ayırt eden bu yürekli milletten uzak durun; Irak ve Afganistan’dakinden beter çarpılırsınız…
E. Fuat TEKÇE - Güncel Meydan