30 Haziran 2009
3 KASIM 2002 GERÇEK BİR SİVİL DARBEDİR
İrfan Tuna
''Darbe… Darbeci… Ergenekoncu…''
Son yıllarda, demokrasi kahramanı edasıyla konuşan AKP sözcülerinin ve AKP yandaşlarının ağzından en çok duyduğumuz sözler bunlar.
Oysa en hızlı ‘demokrat ve özgürlükçü’ görünen AKP’nin, işbaşına geldiği 3 Kasım 2002’den bugüne kadarki uygulamalarına, söylemlerine, eylemlerine baktığınızda ancak darbe dönemlerinde yaşanması mümkün olan durumlarla karşılaşıyorsunuz.
Hangi ’’demokrat’’ başbakan, uygulanan ekonomik politikalardan canı yanarak ‘’anamız ağlıyor’’ diye feryat eden çiftçiye ‘’Hadi ulan! Ananı al da git’’ der?
Gerçek bir demokrasi olan hangi ülkede, çalıştıkları işyerlerinin kapanmasına, yabancılara satılmasına karşı çıkan işçilerin üzerine başkentin göbeğinde kış ortasında panzerlerle tazyikli su sıkılır?
Hangi demokratik ülkede, ülkelerini sevmekten, vatanlarının bağımsızlığını savunmaktan başka hiçbir suçu olmayan asker-sivil aydınlar, komutanlar, akademisyenler, siyasal parti önderleri, sendikacılar, düzmece suçlamalarla ve imal edilmiş sahte belgelerle, iftiralarla zindana atılır, susturulmaya çalışılır?
Hangi demokratik ülkede, bir başbakan, devlet tarafından el konan ülkedeki büyük bir medya kuruluşunun, damadının başında bulunduğu yandaş bir şirketin eline geçmesi için, bir kamu bankasının yüklüce kredi vermesi konusunda nüfuzunu kullanır?
Hangi demokratik ülkede, yazılı ve görsel basın-yayın organları, her türlü baskı yöntemleri uygulanarak ’’tek sesli’’ duruma getirilmeye çalışılır, halkın doğru haber alma hakkı engellenmek istenir?
Hangi demokratik ülkede, bir hükümet, üzerinde son derece kritik emperyalist hesaplar yapılan bir bölgedeki sınırın tamamını kapsayan arazileri, mayınların temizlenmesi karşılığında, halkın neredeyse tamamına yakın bir bölümünün karşı çıkmasına rağmen, bu bölgede emperyalist hesapları olanların kullanımına açmak için yasal düzenlemeler yapar?
Evet, tüm bunlar ancak bir darbe döneminde yaşanabilir. Bu nedenle, hiç boşuna, ’’Acaba darbe olacak mı?’’ diye kafanızı yormayın: Hiç boşuna karada, denizde ve havada ‘darbeci’ aramayın, o turuncu sivil darbe, 3 Kasım 2002 yılında ülkemizde gerçekleşmiştir.
Nasıl mı?
Biraz uzun olacak ama, sıkılmadan okursanız anlatalım.
***
Bülent Ecevit başbakanlığındaki DSP, MHP, ANAP koalisyonunun işbaşında olduğu günlerdi.
Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz, Türkiye'yi AB kapısına bağlayan Amerikan politikasına uygun olarak 10 Aralık 1999’da AB Aday Üyelik Protokolü’nü imzalamıştı. Estirilen havaya göre, kısa bir süre sonra AB’den müzakere tarihi alacak ve AB üyesi olacaktık…
Hükümet, 1999 yılında İMF ile de 3 yıllık bir stand by anlaşması yapmıştı... Uygulanan İMF programının gereği olarak sabit kur uygulamasına geçilmiş, döviz sıkı sıkıya kazığa bağlanmıştı…
Rengârenk gazetelerimiz AB hikâyelerinden geçilmiyordu…
Yazılı ve görsel medyada ekonomi yorumları yapan holding profesörlerinin pembe tablo çizmedeki ustalığına ise dünyanın gelmiş geçmiş hiçbir ünlü ressamı ulaşamazdı… Bu televole takımının estirdiği havaya bakılırsa, 3 yılın sonunda, yani 2002 yılında düzlüğe çıkacak, tüm sorunlardan kurtulacaktık.
NTV televizyonunda ekonomi yorumları yapan A.Savaş Akad, Deniz Gökçe ve Mahfi Eğilmez, bu televole takımının en önde geleniydi. Bu televole saz üçlüsü, uşşak makamında yaptıkları ekonomi yorumlarında, uygulanan İMF programını ve bu programı kararlılıkla uygulayan hükümeti başlarının üstünde koyacak yer bulamıyorlardı. Arada bir gevrek gevrek kahkaha atıyor, sonra yeniden, hükümeti ve ekonomik programı başlarının üstünde nereye koyacaklarını aramaya başlıyorlardı…
Yurtsever iktisatçıların, aydınların; üretimi ve yatırımı öngörmeyen, sadece faiz ve borç ödemelerini garanti altına almak için düzenlenmiş bir ekonomik programın ülkeyi düzlüğe çıkarmayacağı, borç batağını daha da derinleştireceği yolundaki uyarılarına kulaklar tıkanmıştı. Döviz açığının büyüdüğüne, ülkenin aldatıcı sanal rakamlarla ağır bir krize sürüklendiğine ilişkin resmi rakamlara bile aldırış edilmiyordu.
Hatta bir keresinde, Başbakan Ecevit, gazetecilere, ‘ekonominin ne kadar iyi durumda olduğunu gösteren rapor’ yerine, yanlışlıkla ekonominin gerçek durumunu gösteren Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) raporunu dağıtmıştı…
* * *
Uygulattığı ekonomi-politikalarıyla, bizim gibi ülkeleri ekonomik yönden daha da zayıflatan, emperyalist merkezlere ve borca daha bağımlı hale getiren İMF’ye bel bağlayarak dünyada düzlüğe çıkmış bir tek ülke yoktu ama, İMF’nin her dediği kayıtsız şartsız yapılıyordu.
İMF’nin ’’Sat!’’ dediği kuruluşlar satılıyor, ’’Kapat!’’ dediği kurumlar kapatılıyor, ’’Sokağa at!’’ dediği çalışanlar sokağa atılıyordu… Nüfusun yüzde 99’una yakın bölümü, uygulanan İMF programıyla daha da yoksullaşırken, işini aşını kaybederken; nüfusun ‘uluslararası sisteme entegre olan’ yüzde 1’lik bölümü servetine servet katıyordu…
Zaten nüfusun yüzde 99’unun sesini duyan da yoktu. Basın ve medya; ülkedeki mevduatın yarısından fazlasını elinde tutan, nüfusun yüzde 1’ini bile bulmayan, ‘uluslararası sisteme entegre’ olmuş bu mutlu azınlığın kontrolündeydi.
Meclis gece gündüz çalışıyor, İMF’nin çıkarılmasını istediği tüm yasalar tıkır tıkır çıkarılıyordu. Cottarelli adındaki sempatik İMF memuru, etrafa gülücükler dağıtarak, elindeki çantasını sallaya sallaya iki üç ayda bir ülkemize geliyor, ekonomiyi ‘denetledikten’ sonra ’’her şey yolunda’’ diyerek ülkemizden ayrılıyordu. Yalnız, Cottarelli’yi uğurlayanlar, arkasından su dökmeyerek büyük ayıp ediyordu…
Ecevit’in üstün gayretleriyle, ’’Uluslararası Tahkim Yasası’’ başta olmak üzere, ülkemizin ulusal çıkarlarına aykırı pek çok AB ve İMF yasasının Meclis tarafından ayakta alkışlanarak kabul edildiği o günlerde, ülkemizdeki Amerikancılar, Ecevit’i, gülün dikeninden bile sakınıyorlardı. ’’Tahkim Yasası’’nın Meclis tarafından onaylandığı günlerde, 5 Ağustos 1999 tarihli Sabah gazetesi, Ecevit için ‘‘75’lik devrimci’’ manşetini atmıştı…
Holdinglerin, holding medyasının keyfine diyecek yoktu. Gazeteler, televizyonlar işadamlarının hükümete ve ekonomik programa düzdüğü övgülerden geçilmiyordu… Uluslararası sermayeyle içli dışlı olmuş özel ve güzel sermayedarlarımız, hükümet’ten ve uygulanan İMF programından öylesine memnunlardı ki, ’’Artık 10 yıl sonrasını görebiliyoruz’’ diyorlardı.
24 Ekim 2000 tarihli Sabah gazetesinin "Nereden nereye" başlıklı manşetinin altında, TÜSİAD Başkanı Erkut Yücaoğlu'nun "Önümüzü göremiyoruz feryadının yerini, güven aldı... 10 yıl sonrasını görebiliyoruz!" sözleri vardı. Söz konusu haberde TÜSİAD Başkanı Erkut Yücaoğlu: "Artık 1-2 yıllık değil, 10 yıllık program yapacak düzeye ulaştığımızı görüyoruz. Bunu çok net söylüyorum" diyordu TÜSİAD Başkanı’na göre, ’’Siyasi istikrarsızlık nedeniyle önünü göremeyen Türkiye ekonomisinin ufku, enflasyonla mücadele programıyla açılmaya’’ başlamıştı... "Sanayici ve iş adamları artık bugünlerini kurtarmayı değil, gelecek 1-2 yılını, hatta 10 yılını planlıyor."du…
Yani her şey yolundaydı, asayiş berkemaldı…
Ertesi günkü Sabah gazetesi kaldığı yerden devam ediyordu. Leyla Şen tarafından hazırlanan haberin başlığı, ’’Sis dağıldı hız zamanı’’ idi. Haberde, İMF ile; Dünya Bankası ile, ABD ile, AB ile, kısacası emperyalist merkezlerle içli dışlı olmuş özel ve güzel sektörümüzün nadide temsilcileri, tadından yenmeyen durumu, TÜSİAD Başkanı'nın bıraktığı yerden anlatmayı sürdürüyorlardı. Görüş belirtenlerin büyük çoğunluğu maşallah ’’Uzun vadeyi artık görebildiklerini’’ söylüyorlardı.
Aralarında Koç Holding ve Eczacıbaşı Holding’in de bulunduğu holding temsilcileri, ’’Ufkumuz açıldı… Karakış bitti bahar başlıyor... En büyük belirsizlik ortadan kalktı… Artık önümüzü görüyoruz… 10 yıl sonraya bakıyoruz…’’ diyorlardı
Bir sonraki gün, 26 Ekim 2000 tarihli Sabah gazetesinde ’’Perakende, enerji ve telekom’’ başlıklı haberde, ’’Düne kadar önlerini görememekten yakınan Türk şirketleri, artık 10 yıl sonrasını danışıyor’’ lardı. Yani önlerindeki 10 yılı çoktan halletmiş, yabancı yatırım ve yönetim danışmanlık şirketlerinin Türkiye temsilcilerine artık 10 yıl sonra ne yapacaklarını danışıyorlardı…
Yabancı yatırım ve yönetim danışmanlık şirketlerinin Türkiye temsilcileri, ‘Türk’ şirketlerine 10 yıl sonra neye yatırım yapacakları konusunda akıl hocalığı yapıyorlardı ama uluslararası sermaye, haberde öne çıkan telekom sektöründeki tekelimiz olan Türk Telekom’a yıllardır gözünü dikmişti zaten. Hatta uluslararası sermayenin İMF zorlamalarıyla bu gözbebeği kuruluşumuzu ele geçirmek için oynadığı oyunlara, 8 Temmuz 2001 günü Diyarbakır’daki bir tesisin açılışında yaptığı konuşmayla isyan eden MHP’li Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz, Başbakan Yardımcısı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından derhal istifa bile ettirilmişti.
Hükümetten o kadar memnun, gelecekten o kadar eminlerdi ki, 16 Şubat 2001 tarihli Milliyet gazetesinde ’’Dayanamayan gider’’ başlıklı haberde, o dönemde Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı olan Rahmi Koç, ’’Türkiye’nin uygulanan programdan başka şansı olmadığını’’ belirtiyordu.
Rahmi Koç, ’’Bu sıkıntı çekilecek. (…) Buna dayanma gücü olanlar dayanacak, dayanma gücü olmayanlar tasfiye olacak.’’ diyordu.
Bu haberin hemen yan tarafında ise, Koç Holding, 2000 yılı net kârını, o günün parasıyla, 43,5 trilyon lira olarak açıklıyordu.
10 yıl sonrasını gören, uygulanan ekonomik programdan başka seçenek olmadığını söyleyen Rahmi Koç, 3 gün sonra 19 Şubat’ta patlayacak ‘krizi’ göremiyordu ama, anlaşılan, uygulanan ekonomik programın sıkıntılarına ‘fedakarca’ katlanarak güzel para kazanıyordu…
* * *
Rahmi Bey’in, ’’Başka seçenek yok’’ dediği İMF programı, bu sözlerin yer aldığı haberden sadece 3 gün sonra, havada uçtuğu söylenen bir Anayasa kitapçığının rüzgârına dayanamayıp yerle yeksan oldu…
19 Şubat 2001 tarihli MGK toplantısında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in kamu bankalarındaki yolsuzlukları araştırması için Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmesi, Başbakan Ecevit ile aralarında bir yetki tartışması yarattı. Ahmet Necdet Sezer, MGK toplantısında bu konuda Anayasa’nın kendisine yetki verdiğini belirtmek için Anayasa kitapçığını Ecevit’in önüne koymuştu. Bu durum, kamuoyuna organize bir ağız birliğiyle ’’Birbirlerine Anayasa kitapçığı fırlattılar’’ biçiminde yansıtıldı. Tartışmanın geri planında aslında, o dönemde Ecevit’in çok güvendiği Hüsamettin Özkan vardı. Hüsamettin Özkan, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, yanık kokuları gelmesi üzerine Devlet Denetleme Kurulu tarafından incelenmesini istediği kamu bankalarından sorumlu bakandı. MGK toplantılarında konuşulanların gizlilik kuralına karşın, Başbakan Ecevit, sonradan çok iyi anladığı bir oyuna geldi ve Hüsamettin Özkan ile Mesut Yılmaz’ın dolduruşuyla, onları da yanına alarak basın karşısına çıktı, MGK toplantısında yaşanan tartışmayı kamuoyuna açıkladı.
Faiz, döviz, borsa üçkâğıtçılığı üzerine kurulmuş olan ve büyük bölümü George Soros benzeri yabancı ‘oyuncuların’ kontrolündeki vurgun ekonomisi, bu durumu ‘krize’, krizi de fırsata dönüştürme konusunda hiç geç kalmadı. İMF’nin her dediğine harfi harfine uyularak sıkı kazığa bağlanan döviz, füze oldu fırladı. Gecelik repo faizleri 7 bin 500'lere tırmandı. Borsa dibe çakıldı. Krizden önce uygulanan ekonomik program sayesinde trilyon kazananlar, ‘kriz’ sayesinde ortaya çıkan ‘tarihi fırsatta’ daha kısa sürede, daha çok kazandılar…
Yaşanan ‘kriz’ sonrasında İMF’nin dövizi kazığa bağlayan programından vazgeçildi, İMF önerisiyle bu kez de 'dalgalı kur'a geçildi. Artık olduğumuz yerde saymayacak, dalga dalga dalgalanacaktık. O güne kadar NTV’de, uygulanan ‘sabit kur’un yararlarını anlatan televole saz üçlüsü ve diğer holding ekonomistleri, yine uşşak makamında bu kez de ‘dalgalı kurun’ yararlarını anlatmaya başladılar…
‘Kriz’den sonra ülkemiz, Kemal Derviş adındaki Dünya Bankası memuruyla tanıştı. Dünya Bankası Başkan Yardımcısı olan ‘büyük kurtarıcı’, İMF programını harfi harfine uygulayarak saplandığımız bataktan, bizi, yine İMF politikaları uygulayarak kurtaracaktı. Ecevit hükümeti, ABD telkinleriyle, 2 Mart 2001’de Kemal Derviş’i partiler üstü ‘Süper’ Bakan olarak ekonominin başına getirdi. Kemal Bey, ‘ülkemizi kurtarmak için’, Washington’da okunup üflendikten sonra koltuğunun altına sıkıştırılan 15 yasayla gelmişti. ’’Eğer düzlüğe çıkmak istiyorsak bu 15 yasa, Meclis’ten 15 günde çıkmalıydı’’…Yoksa tılsım bozulurdu… ‘Düzlüğe çıkmamız’ için Meclis’in 15 günde çıkarması istenen 15 yasa içinde, Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi Türk tarımını ve sanayisini baltalayan yasalar da vardı.
Vazgeçilmez ‘stratejik müttefik’ ABD, Kemal Derviş’in arkasındaki açık desteğini, ülkemize geldiği ilk günden başlayarak tüm devlet kurumlarına hissettirdi.
O dönemde ABD Büyükelçisi olan Robert Pearson, Derviş’in arkasındaki ABD desteğini hükümete hissettirmek için Başbakan Ecevit, Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’a sömürge valisi edasıyla ’’Derviş’e destek olup, olmadıklarını’’ soran ziyaretler yaptı. Mesut Yılmaz, Derviş’e destek olmaya çoktan hazır ve nazırdı da, asıl amaç Ecevit’i bu konuda uyarmaktı. (16 Mart 2001-Milliyet)
ABD tarafından hükümete yapılan ’’Derviş ziyaretleri’’ Amerika’nın Pearson’dan önceki Büyükelçisi, deneyimli CIA ajanı Mark Parris’le devam etti. 16 Temmuz’da İstanbul’a gelen Mark Parris, önce iş dünyasının uluslararası sisteme entegre olmuş temsilcileriyle bir araya geldikten sonra, ’’Türkiye’deki sorun ekonomik değil siyasi’’ dedi. Mark Parris’e göre ’’Reformları yapmakta geç kalınıyor’’du. Daha sonra Ankara’ya geçen Mark Parris, 18 Temmuz’da, Başbakan Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli’ye, ’’Derviş’i köşeye sıkıştırsanız batarsınız… Derviş yoksa para yok ’’ dedi. (19 Temmuz 2001-Milliyet, Serpil Yılmaz’ın özel haberi)
* * *
Bu arada, ABD’nin Afganistan ve Irak’a saldırmak için gerekçe olarak kullandığı 11 Eylül 2001’deki ’’İkiz Kuleler’’ olayından çok daha önce Buşoğlubuş’un Irak’a saldırma hazırlıkları başlamıştı ve Buşoğlubuş yönetimi, Irak’a saldırırken topraklarımızı, limanlarımızı ve hava sahamızı etkin bir biçimde kullanmak istiyordu. ABD’nin AB ve BM aracılığıyla, Kıbrıs’ı Türkiye’den koparma planları da Ecevit'i aynı dönemde sıkıştırmaya başlamıştı...
O güne kadar ABD’nin her dayatmasını yerine getirmiş olan Ecevit, ulusal güvenliğimizi yaşamsal düzeyde ilgilendiren bu dayatmaları yerine getirecek kadar da kendisini kaybetmemişti ve buna kararlı bir biçimde direniyordu.
ABD’nin Irak ve Kıbrıs’la ilgili dayatmalarının doruğa çıktığı o günlerde, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu da, her fırsatta bu konudaki tavrını ortaya koyuyordu. Örneğin, Cumhurbaşkanı Sezer'in Çankaya Köşkü'nde 25 Aralık 2001’de, Katar Emiri için verdiği yemekte, ABD'nin Irak’a yönelik muhtemel bir harekâtının bölge ülkeleri için oluşturacağı tehdide dikkat çekiyordu. Org. Kıvrıkoğlu, "ABD'nin müdahalesi, Irak'ta bağımsız Kürt devletini gündeme getirir", ’’Sadece biz değil bütün Arap ülkeleri, ayrıca Rusya ve İran da Irak'ın parçalanmasından rahatsızlık duyar’’ diyordu. (’’ABD müdahalesi Irak'ı parçalar’’ başlıklı haber, 26 Aralık 2001-Hürriyet)
Yaratılan ‘kriz’ ortamı, hem dibe vurdurulan ekonomide batan geminin mallarını ucuza kapatmak için fırsat kollayan yabancı ’’kelepircilere’’, hem de ekonomik bunalımı koz olarak kullanıp Türkiye’yi Kıbrıs ve Irak’la ilgili ABD dayatmalarına boyun eğdirmek isteyenlere ortam yaratmıştı.
5 Nisan 2001 tarihli gazeteler müjdeyi veriyordu. ABD Başkanı Buşoğlubuş’un babası, eski ABD Başkanı George Bush, Koç Holding’in davetlisi olarak ülkemize kelepir şirket almaya gelmişti. İşi, dünyanın çeşitli bölgelerinde kelepir tesisler bulup, ucuz fiyata kapattıktan sonra satmak olan Washington merkezli The Caryle Grubu hesabına çalışan George Bush ve yanındaki ekip, ülkemizdeki TÜSİAD’çı yakın dostlarıyla birlikte, ’’Fiyatlar iyice dibe vurmuş mu?’’ diye bakacaktı.
Turgut Özal’ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde, sağlıklı iktidar için yemeklerden önce günde üç öğün telefonla konuştuğu yakın dostu, eski CİA şefi, eski ABD Başkanı George Bush, 5 Nisan 2001 tarihli gazetelerin haberine göre, Türkiye’ye gelir gelmez, fiyatı dibe vurmuş kelepir şirket aramadan önce, ’’Türkiye’de olmak ne güzel’’ dedi. Daha sonra, Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı, Üzeyir Garih, TÜSİAD İkinci Başkanı Aldo Kaslowski’nin de aralarında bulunduğu 18 özel ve güzel kişiyle öğle yemeği yedi…
Ne ilginç değil mi, 25 Ekim 2000 tarihli Sabah gazetesinde, ’’Artık ufkumuz açıldı… 10 yıl sonrasını görüyoruz’’ diye mesaj verenler, bundan 6 ay sonra, George Bush’la birlikte ’’fiyatlar dibe vurmuş mu?’’ diye araştıracaklardı…
Eski ABD Başkanı ve CIA şefi baba George Bush’un ülkemize gelişinin, aslında ‘kelepir şirket’ bulmaktan çok daha öte, Ecevit’i, ülkemizdeki işbirlikçilerle birlikte Irak ve Kıbrıs konusundaki dayatmalara ikna etmek gibi bir amacı vardı…
Nitekim o tarihte Milliyet gazetesinde yazmakta olan Zülfikar Doğan, Ankara Kulisi köşesindeki 8 Nisan 2001 tarihli yazısında, bu konuya değinmiş, Baba Bush’un ülkemize gelmesinin, Irak ve Kıbrıs’la ilgili ABD dayatmalarıyla ilişkisine dikkat çekmişti.
* * *
Ecevit için 1999 yılında ’’75’lik devrimci’’ manşeti atanlar, ABD’nin, AB’nin, İMF’nin her dediğini yaparken, Ecevit’in enerjisini, 18’lik delikanlıya benzetenler, sadece 2 yıl sonra, 2001 yılından itibaren, Kıbrıs ve Irak’la ilgili ABD dayatmalarına direnen Ecevit’in birden bire artık yaşlandığını fark etmeye başladılar. O güne kadar Ecevit’e dikeni batmasın diye gül bile atmayanlar, Ecevit’in hastalığı ve yaşlılığı üzerine birbirinden iğrenç yazılar yazdılar.
Bu arada Cüneyt Ülsever, 28 Mart 2001 tarihli Hürriyet’teki yazısında, hükümeti, ABD’nin belden aşağı üslubuyla tehdit eden bir metot bile açıkladı.
Cüneyt Ülsever, AKP’yi işbaşına taşıyan 3 Kasım 2002’deki erken seçimden 1 buçuk yıl önce işbaşındaki Ecevit hükümetinin sonunun geldiğini ileri sürdü ve ’’İşte benim senaryom, hükümet, 2002 yılının ekim ayı için erken seçim kararı alıyor, bu süreçte siyasal ve ekonomik reform yasalarını paşa paşa çıkarıyor. Bu alternatif senaryoya itiraz edenler olursa mı? Güldürmeyin beni; kimse SS2 Metodu'nun önünde duramaz!’’ diye yazdı…
Cüneyt Ülsever, ABD kökenli olduğunu belirttiği SS2 metodunun ne anlama geldiğini de dipnot olarak açıklamıştı. ABD kökenli SS1 Metodu, ABD’nin istediğini Seve Seve yaptırmasıydı. SS2 Metodu ise biraz argo ve küstahçaydı; ABD’nin istediğini ’’Si.e Si.e’’ yani ’zorla’’ elde etmesiydi.
Kendisi de bir liberal olan Cüneyt Ülsever, bu yazısıyla, liberal faşistlerin, ‘demokrasi’ anlayışını da ele vermiş oluyordu aslında. ABD seve seve ya da zorla her istediğini yaptırabildiğine göre, ’’seçim sandığı’’nın görüntüden başka ne anlamı vardı?
Bundan sonraki süreçte, Cüneyt Ülsever’in sözünü ettiği ABD’nin SS1 Metodu tutmayınca, SS2 Metoduyla, medyadaki ve hükümet içindeki uşaklarını kullanarak ‘seçilmiş’ bir hükümeti nasıl yıprattığını, ülkemizi 3 Kasım 2002’deki turuncu sivil darbeye nasıl sürüklediğini, AKP’yi nasıl işbaşına getirdiğini okuyacaksınız.
‘Sandıktan’ çıkan bir hükümetin, ABD dayatmalarına direndiği anda hangi yöntemlerle tehdit edilip, işbaşından nasıl uzaklaştırıldığının en somut ve canlı örneklerini; .İMF ile Amerikan politikaları arasındaki sıkı ilişkiyi bu süreçte çok yakından göreceksiniz.
* * *
2 Nisan 2002 tarihli Sabah gazetesinde ‘’Saygısız Amerikalı’’ başlıklı bir haber yer aldı. Haberde, Amerikan Fox televizyonunda siyasal analizler yapan, eski ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı Dick Morris’in ’’Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek. Çünkü Türkiye’nin sahibi İMF’dir. İMF parasını verip Türkiye’yi satın aldı’’ sözleri aktarılıyordu. (2 Nisan 2002-Sabah, s.20)
ABD dayatmalarına direnen Ecevit’e yönelik ABD kaynaklı tasfiye operasyonunu en açık biçimde ortaya koyan yazılardan biri, 31 Mayıs 2002 tarihli Hürriyet’teki Serdar Turgut’un yazısıydı. Serdar Turgut, ’Washington'da Ecevit sonrası planlanıyor’’ başlıklı yazısında ’’ABD'nin Ankara Büyükelçisi Pearson’la, Mesut Yılmaz ve Kemal Derviş’in bir yemekte buluşup, bu yemekte seçim de dâhil önemli konuları masaya yatırdıklarını’’ yazıyordu… Serdar Turgut’un aynı yazıda belirttiğine göre, Türkiye ile ilgili asıl önemli gelişmeler Washington'da olmaktaydı. ’’ABD, Ecevit döneminin artık fiilen sona erdiğini’’ görmüş ve ’’Türkiye'nin durumuna anlamlı bir yapıcı müdahalede bulunmak için’’ arayış içine girmişti.
Bu ’’arayış’’ içinde ABD isteklerini yerine getirmeye hazır olanlar, çok daha önceden birer birer saha kenarında ısınma hareketleri yapmaya başlamışlardı zaten...
Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül önderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 14 Ağustos 2001’de kurulmuş, iktidar hazırlıklarına başlamıştı.
Amblemi ’’ampul’’ olan parti, Amerika’yı öylesine keşfetmişti ki, partinin kuruluş töreni, Amerika kıtasının keşfini anlatan ’’1492’’ filminin müziğiyle yapıldı. Wangelis’in, ’’Conguesttof Paradise’’ (Cennetin keşfi) müziğiyle kürsüye gelen Tayyip Erdoğan, Bill Clinton’a, Tony Blair’e göndermeler yaptı, partilerinin ilkler ve ilkeler partisi olduğunu, partide asla bir lider diktatöryası oluşmayacağını söyledi. Takdiri size bırakıyorum.
AKP önderleri ile ABD, birbirini uzun yıllar önce keşfetmişti aslında. Bu konuda aşağıda okuyacağınız bilgiler, 3 Kasım seçiminden 1 hafta sonra yayımlanan 10 Kasım 2002 tarihli Aydınlık dergisinde yer alan, ’’AKP, Amerika’nın çocuğu’’ başlıklı yazıdan alınmıştır.
Recep Tayyip Erdoğan, 1992’de daha Refah Partisi (RP) Beyoğlu İlçe Başkanıyken, o dönemde ABD Ankara Büyükelçisi olan Morton Abramowitz’le tanıştırıldı. Türkiye’ye gelmeden önce ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Analizler Dairesi Başkanı olan Abramowitz’le Tayyip Erdoğan, bu tarihten sonra pek çok kez bir araya geldiler.
Morton Abramowitz, Tayyip Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde 15 Ekim 1996 tarihinde makamında ziyaret etti. Bu görüşmede neler konuşulduğu konusunda açıklama yapılmadı ama, Tayyip Erdoğan, Abramowitz için, ’’Sıcak ve olumlu bir mesaj getirdi’’ demekle yetindi. Bu görüşmeyi, 26 Ekim 1996 tarihli Aydınlık dergisi, ’’Abramowitz Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor’’ kapak haberiyle kamuoyuna duyurdu.
ABD’nin Tayyip Erdoğan’ı, Tayyip Erdoğan’ın ABD’yi keşfetmesi karşılıklıydı. 17-21 Nisan 1995’te ABD’ye giden Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretleri, 17-22 Kasım 1996’da, 20-23 Aralık 1996’da ve sonraki yıllarda devam etti.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu sırada aldığı 10 ay hapis cezası 27 Eylül 1998’de onanan Tayyip Erdoğan’ı, hemen ertesi gün ziyaret eden ABD İstanbul Başkonsolosu Carolyn Huggins, ’’Bu tür gelişmeler Türkiye demokrasisi üzerindeki güveni azaltır’’ diyerek Tayyip Erdoğan’ın arkasındaki ABD desteğini ilan etmişti. Aynı konuda ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin de aynı mesajı vermişti. Ve ilginç bir rastlantı olarak, Tayyip Erdoğan, 26 Mart 1998’de cezaevine girmeden hemen önce yine ABD’deydi.
Tayyip Erdoğan 16 Temmuz 2000 tarihinde Amerikan Jewish Committe’nin (AJC), davetlisi olarak yine ABD’deydi. Nitekim 2004 yılında bu Yahudi örgütünden ’’Cesaret Ödülü’’ alan tek Yahudi olmayan kişi de Tayyip Erdoğan olmuştu. Tayyip Erdoğan, 2000 yılında yaptığı bu ziyarette JINSA (Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü) ile de görüşmeler yaptı. Yahudi lobisinin etkin olduğu önemli kuruluşlardan ABD Barış Enstitüsü (USIP) ile de yakın ilişkiye geçti.
AKP’nin ikinci adamı Abdullah Gül’ün ABD’yle olan ilişkileri de en az Tayyip Erdoğan’ınki kadar sıkı fıkıydı. Aydınlık dergisinin 10 Kasım 2002 tarihli aynı sayısındaki aynı yazıda bu konuda da çok önemli bilgiler veriliyordu.
Abdullah Gül, 1998 yılında düzenleyicileri arasında ABD Barış Enstitüsü’nün de (USIP), olduğu Londra’daki bir toplantının katılımcıları arasındaydı. Toplantının olduğu aynı günlerde Tayyip Erdoğan da Londra’daydı. Toplantının katılımcıları arasında o tarihte ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Marc Grossman ve Morton Abramowitz de vardı.
Abdullah Gül, Fazilet Partisi’nin Mayıs 2000’deki 1’inci Olağan Kongresi’nde Recai Kutan karşısında ABD ve Tayyip Erdoğan tarafından desteklenen adaydı. O dönemde CIA İstihbarat Konsey Başkanı olan Graham Fuller’de bu kongrede Abdullah Gül’ü büyük bir öngörüyle destekleyenler arasındaydı. Daha önce CIA Ortadoğu Dairesi Şefliği de yapan Fuller’in tercihi de, hedefi de, 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle Türkiye’mize giydirilmeye çalışılan ’’Ilımlı İslam’’ elbisesine uygun kişilerin güçlenmesiydi elbette. Graham Fuller, Aktüel dergisinin 520’inci sayısında yayımlanan söyleşide, büyük bir öngörüyle, ’’Genç olan daha baskın olacak. Çünkü Türkiye ve dünya için değişimi temsil ediyorlar. Yaşlı ve gelenekçi akım ise zaman içinde kaybolacak. Yenilikçi kanat, İslami hareketin lideri olacak’’ diyordu. Kongrede Abdullah Gül az bir farkla kaybetti ama Abdullah Gül’ü destekleyen ’’Tayyipçiler’’ bu kongreden güçlenerek çıktılar. Fazilet Partisi kapatıldıktan sonra ise, ayrı bir partileşme çalışmasına girişen ’’Tayyipçilere’’ en açık biçimde destek veren de yine ABD ve ABD’nin bölgemizdeki görevlileri oldu.
AKP, 14 Ağustos 2001’de kurulmadan önce Batılı diplomatlarla dikkat çekici sıklıkta görüşmeler yapılmıştı. ABD Büyükelçiliğinde Müsteşar Silver Lawrence ile yapılan görüşmeler, o tarihte AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Akif Gülle tarafından da doğrulanmıştı. ABD Büyükelçiliği Müsteşarı Silver Lawrence, Lübnan’da görev yaptıktan sonra ülkemize gelen, Ortadoğu ve İslam konusunda uzmanlaşmış bir kişiydi. Parti kurulmadan önce yapılan görüşmelerden birisi de 18 Temmuz 2001’de Tayyip Erdoğan’la İsrail Büyükelçisi David Sultan arasında gerçekleşiyordu. Bundan beş gün sonra 23 Temmuz’da Abdullah Gül, İngiliz Büyükelçisi David Logan’la görüşüyordu. Tayyip Erdoğan’ın, parti kurulmadan 6 gün önce 8 Ağustos 2001’de Üsküdar’daki bürosunda görüştüğü kişi ise, İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger Short’tu…
Bu bilgileri aktardığım Aydınlık dergisinin aynı haberinin günümüze de ışık tutan en önemli cümlesi, haberin giriş cümlesiydi. Haberin giriş cümlesi şuydu: ’’AKP kamuoyuna ’’Türk Silahlı Kuvvetleri’yle uyumlu bir ilişki içinde olacağız’’ mesajı veriyor. Oysa AKP yönetiminin öncelikli hedefi TSK’yı arkadan kuşatmak…’’ (’’AKP Amerika’nın çocuğu’’- Aydınlık, 10 Kasım 2002)
AKP’nin kuruluşundan 1 yıl sonra, 18 Ocak 2002 tarihli Yeni Şafak’ta Ahmet Taşgetiren şöyle yazıyordu.
’’…Çağın en hegemonik gücü ‘Amerika ile paralel düşmek…’ Şu anın en hâkim değeri bu… Aslında Özal, Amerika’ya başka bir model sunmuştu… Belki yakın gelecekte New York’da yapılacak Dünya Ekonomik Forumu’nda AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye adına uluslararası camiaya daha farklı bir modelin sunuşunu yapacak. Belki de Amerika onu daha ayağı yere basan bir model olarak değerlendirecek… Amerika’nın bir tek modele oynadığını kim söyleyebilir ki?’’
Ahmet Taşgetiren çok haklıydı. Türkiye konusunda ABD için önemli olan, Türkiye’de ABD’nin her isteğini kayıtsız şartsız yerine getirecek bir kadronun işbaşında olmasıydı. Bu konuda ABD elbette ne tek modele, ne de tek At’a oynamazdı. Ama bu modeller içinde kesinlikle Recep Tayyip Bey ve ekibini dikkate alacaktı. Nitekim dikkate aldığını gösterdi de…
* * *
ABD dayatmalarına direnen Ecevit’i ve ulusalcıları tasfiye edip Amerikan politikalarının önünü açmak için önce hükümet içinden, Kemal Derviş, İsmail Cem, Hüsamettin Özkan ve Mesut Yılmaz harekete geçirilerek yollar arandı. Aydın Doğan medyası bu süreçte çok etkin biçimde rol aldı.
Bu arada, hükümet dışındaki farklı model arayışında, Demokrat Türkiye Partisi’nin başına Celal Bayar’ın torunu Mehmet Ali Bayar Amerika’dan gelip geçti.
ABD güdümlü medyada, Mehmet Ali Bayar’ı pazarlamak için insanı bayarcasına birkaç güm süren yazılar yazıldı, haberler üretildi. Ama ana senaryoda Mehmet Ali Bayar başrol oyuncusu olmadığından bu çaba çok uzun sürmedi.
Ana senaryoda başrol oyuncuları; sivil darbe uzmanı George Soros’un yakın arkadaşı Kemal Derviş ve AKP’ydi.
AKP’yi parlatmak için peş peşe düzmece anketler yayımlanıyor, seçmene AKP pazarlanıyordu. Düzmece anket açılışını, şu anda İçişleri Bakanı olan Beşir Atalay’ın sahibi olduğu ANAR yaptı. ANAR’ın ortada seçim falan yokken 2001 yılı Ekim ayında yaptığı ‘ankete’ göre, AKP yüzde 24,9’la birinci partiydi. Bu anketi Aydın Doğan’ın amiral gemisi Hürriyet gazetesi, 11 Ekim 2001 tarihli nüshasında haber yaparak kamuoyuna geniş biçimde duyurdu.
Ortada seçim falan yoktu ama, Washington güdümlü ‘demokrasi’mizde, ABD’nin ülkemizden taleplerini yerine getirmeye hazır ‘oyuncular’ uygun yöntemlerle halka pazarlanmaya başlanmıştı. Anketlerde partisi açık farkla önde gittiği ilan edilen Tayyip Erdoğan, ’’Derviş partimize çok yakışır’’, ’’Derviş’in ekonomi politikalarını büyük oranda benimsiyorum. Bir bakıma iktidara geldiğimizde bizim uygulayacağımız ekonomi programının zeminini oluşturuyor’’ diyordu. (27.Mayıs.2002-Zaman)
* * *
ABD’nin ilk gerçekleştirmek istediği seçenek, elbette hükümet içinden olanıydı. Buna göre, Ecevit köşesine çekilmeli, DSP’nin ve hükümetin başına Derviş-Cem-Özkan üçlüsü gelmeliydi. Holding medyasının güzide kalemşorları, iç ve dış finans çevrelerinin yayın organları. Hasan Cemal’ler, İsmet Berkan’lar, Ertuğrul Özkök’ler, günlerce bu ’’Troyka’’yı pazarlamaya çalıştılar. Ama bu numara tutmadı.
Ecevit, bu kuru gürültüye pabuç bırakmadığı gibi, ağırlığını hükümet içindeki ulusalcı Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel’den yana koydu. Hükümet içinde Şükrü Sina Gürel güçlenmeye ve yetkileri artmaya başladı.
Uluslararası sisteme entegre olan çevrelerin, medyadaki conilerin ve Derviş’in teşvikiyle, hükümet içinde yapılmak istenen operasyon gerçekleşmeyince, DSP’den kopuşlar başlatıldı, DSP’nin milletvekili sayısı dalgalı döviz kuru gibi dalgalanmaya başladı…
Aynı çevreler, Derviş, İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın etkin biçimde perdenin arkasında olduğu bu operasyonla DSP’nin milletvekili sayısını azaltarak ülkeyi erken seçime zorlamak istiyorlardı.
ABD’nin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirmeye hazır as ve yedek oyuncular da saha kenarında ısınma hareketleri yapıyorlardı zaten.
Doğan Medya Grubu'nun 4 Temmuz 2002’de, Almanya'da Hürriyet, Milliyet ve Fanatik gazetelerinin basıldığı dev baskı tesislerinin açılış töreni, tam da bu sırada önemli bir buluşma noktası oldu. Frankfurt yakınlarındaki Mörfelden-Waldorf kasabasında kurulan dev tesisin açılış töreni, Aydın Doğan’la kimleri buluşturmadı ki. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz oradaydı… ’’ABD Irak’a müdahale ederse Türkiye’nin başında ben olmalıyım’’ diye can atan Amerikan vatandaşı, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller oradaydı… AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan oradaydı… Hükümet ve DSP içinden ABD politikalarına göz kırpan bakanlardan Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve Kültür Bakanı İstemihan Talay oradaydı… Devlet Bakanı Tunca Toskay, Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu, Devlet Bakanı Nejat Arseven aradaydı… Bu açılışta Recep Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’a övgüler dizen etkili mi etkili bir de konuşma yapıyordu… * * *
Almanya’daki bu buluşmadan 3 gün sonra, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 7 Temmuz 2002 günü partisinin düzenlediği 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda yaptığı açıklama ile 3 Kasım’da erken seçim istedi. Ecevit, ABD’nin ülke ve hükümet üzerindeki hamlelerini püskürtmeye çalışırken en etkili darbeyi MHP’den yiyordu.
Ertesi gün Ecevit, kendisiyle görüşmeye gelen Hüsamettin Özkan’a kapıyı gösterdi. 8 Temmuz’da Hüsamettin Özkan DSP’den ve hükümetten ayrıldı. DSP’den kopuşlar hızlandı ve bu arada Dışişleri Bakanı İsmail Cem de, hem hükümetteki görevinden hem de DSP’den ayrıldı.
Ecevit, Hüsamettin Özkan’dan ve İsmail Cem’den boşalan yere Şükrü Sina Gürel’i atadı. Böylece küresel ’’kundakçılara’’, son ana kadar direneceğine ilişkin ’’ulusal’’ bir mesaj da veriyordu. Çünkü Şükrü Sina Gürel ‘Kıbrıs’ı verelim gitsin, Irak’ta ABD için savaşa girelim gitsin, ülkemiz bölünürse bölünsün ABD’den gelecek 3-30 parayı alalım, topraklarımızı ABD’ye kullandıralım gitsin’’ diyenlerden değildi.
Enis Berberoğlu’na göreyse, Ecevit, bu tercihi yapmakla, ’’İstanbul sermayesini ve piyasa oyuncularını hiç anlamadığını göstermiş’’ ti. (10 Temmuz 2002-Radikal)
MHP liderinin erken seçim çıkışından bir hafta sonra, 14 Temmuz’da o tarihlerde ABD Savunma Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitz, ülkemize geldi. Wolfowitz, Ankara’ya gitmeden önce İstanbul’a uğradı, Gelir gelmez de George Soros’un ülkemizdeki en sıkı adamı Can Paker’in Başkanı olduğu TESEV’in (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) Conrad Oteli’ndeki toplantısına katıldı. Wolfowitz ve TESEV kadrosu aynı günün akşamı, Mustafa Koç’un konuğuydular. 16 Şubat 2001’de hükümete toz kondurmayan Rahmi Bey bu kez de oğlu Mustafa Koç aracılığıyla yine sahnedeydi. Mustafa Koç, İstanbul Kanlıca’daki yalısında, Wolfowitz onuruna ziyafet veriyordu. Bu ziyafete, Bülent Eczacıbaşı, Kemal Derviş, Can Paker, Mehmet Ali Bayar, Cem Duna, Cem Boyner, Şerif Egeli, Özdem Sanberk, Yılmaz Argüden, Kemal Köprülü ve Cengiz Çandar’la birlikte 16 kişi katıldı. Yemekte ABD İstanbul Başkonsolosu Davıd Arnd, ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson da vardı. Yemeğe katılanlardan Cengiz Çandar, 20 Temmuz 2002 tarihli Yeni Şafak’taki, ’’Geçen Pazar Akşamı…’’ diye başlayan, ’’O Gece’’ başlıklı yazısında bu buluşmayı aktarıyordu. Cengiz Çandar, yazısında, ’’…Irak konusu konuşulmaya başlandığında, `faal gazeteci` sıfatlı benden başka hiç kimse masada bulunmadığı ve diğerlerini rahatlatmak için olsa gerek; Wolfowitz, `Cengiz, burada konuşulanlar burada kalacak tabii ki` dedi, gülümseyerek. Ben de, `Bu masadaki insanlar içinde en ketum kişi benim. Eğer bu yemekte konuşulanlar dışarı sızacak olursa, benden başka herkesten kuşkulanmak mümkündür` diye karşılık verdim…’’ diye yazıyordu.
Ülkemiz, Irak ve Kıbrıs başta olmak üzere her konudaki ABD dayatmalarına boyun eğecek bir hükümeti sandıktan çıkarmaya yönelik 3 Kasım’daki ‘erken seçim’e işte bu çevrelerin zorlamalarıyla ve ayak oyunlarıyla adım adım böyle sürüklendi.
* * *
Bu arada Derviş’in teşvikiyle DSP’den ayrılanlar da, İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın önderliğinde 21 Temmuz 2002’de Yeni Türkiye Partisi (YTP) adıyla partilerini kurdular. YTP’liler, Derviş’in de gelip partilerine katılması için gün sayıyorlardı.
Derviş, herhalde ’’lekesiz’’ bir biçimde partiye katılmak istediğinden, kel ‘başındaki lekeleri aldırma’ gerekçesiyle önce anavatanı ABD’ye gitti: ‘Başındaki lekeleri aldırdı mı?’ bilinmez ama 15 gün izini kaybettirdikten sonra ülkemize döndüğünde, DSP’yi parçalamadaki ve hükümeti erken seçime zorlamadaki misyonlarını yerine getirmiş olan İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ı, bir süre daha ’’geldim, geliyorum, geleceğim’’ sözleriyle oyaladı.
Sonra YTP’yi, Mehmet Ali Bayar’ın Demokrat Türkiye Partisi (DTP) ile ittifak görüşmeleri yapması için teşvik etti. O görüşmeler de yapıldı.
İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan, artık dört gözle Derviş’in hükümetteki görevini bırakıp YTP’ye katılacağı günü bekliyordu. Zavallılar, ana senaryodaki rollerinin, DSP’yi parçaladıktan ve hükümeti erken seçime zorladıktan sonra bittiğini henüz anlayamamışlardı…
Ama İsmail Cem, Hüsamettin Özkan ve YTP’nin kullanım süresinin dolduğunu çok iyi bilen Derviş, hükümetteki görevinden ayrılmasına karşın YTP’ye katılmadı. Önce CIA güvenceli bir şirket olan Zafer İnşaat’ın sağladığı, bina, otomobil ve parasal destekle ‘bağımsız’ olarak seçim çalışmalarına başladı.
Sonra yaklaşık 1 ay boyunca oyaladığı YTP’yi ‘sağcı’ bulduğunu ve YTP’ye katılmayacağını açıkladı.
Çünkü Derviş doğuştan ‘solcuydu’ ve Derviş’in tek amacı ‘solda birlik’ti.
İMF ve Amerikan politikaları daha rahat bir ortamda uygulanabilsin diye 12 Eylül Amerikancı darbesinin darmadağın ettiği sol, ne mutlu ki, şimdi bir Dünya Bankası memuru tarafından birleştirilecekti… ‘Ülkemizin gözü aydın olsundu’… Ülkemiz, aradığı ‘kurtarıcıya’ nihayet kavuşmuştu... Elbette o da bir ’’görev’’ gereğiydi ve sadece bir ambalajdan ibaretti. Amaç, oluşturulmak istenen iki partili parlamentoda ’’majestelerinin hükümetine karşı majestelerinin ‘sol’ görünümlü muhalefetini’’ kontrol altına almaktı.
Uluslararası sermayenin dişli örgütü Bilderberg’den onaylı, CIA’dan güvenceli, Dünya Bankası’ndan görevli, ABD’den destekli bu eşsiz ‘kurtarıcı’; en sonunda, emperyalistleri bu ülkeden kovan büyük önderin ’’6 ok’’lu partisine katıldı. HALKÇILIK, DEVLETÇİLİK, DEVRİMCİLİK, MİLLİYETÇİLİK gibi, kendisine hiç de yakışmayan ilkeleri simgeleyen 6 ok rozetini taktı, 23 Ağustos’ta CHP seçmenine selamı çaktı… Hükümet’e girip, Ecevit’i, ‘Troyka’ya girip, İsmail Cem’i ve Hüsamettin Özkan’ı satan Dünya Bankası memuru Derviş’e aslında en yakışan rozet ’’satıcılıktı’’, ama ne yazık ki onun da rozeti yoktu.
Holding medyası, yaygın televizyon kanalları ve gazeteleriyle, ürettiği yönlendirici haberleriyle ‘toplum mühendisliği’ yaptı, ‘seçmene’ AKP’yi ve Kemal Derviş’li CHP’yi özenle pazarladı.
Bu konuda, Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi, iletişim uzmanı Ali Atıf Bir’in, öğrencileriyle birlikte, TRT 1 de dâhil olmak üzere ulusal çapta yayın yapan 11 TV kanalı üzerindeki araştırması çok çarpıcı bir sonuç vermişti. 20 Ekim 2002 tarihli Hürriyet’te yayımlanan bu araştırmada, 16-25 Eylül 2002 tarihleri arasındaki 10 günlük dönemde, siyasal partilerle ilgili haberlere ayrılan süre incelenmişti. Bu incelemede, parti haberlerime ayrılan sürede, AKP, 6 saat 34 dakikayla birinciydi. Garip bir rastlantı olarak, bunun yüzdelik oranı yüzde 36,5’tu ve AKP’nin aldığı oy da yüzde 34,29’du.
ABD desteğiyle, ABD güdümlü medya gücüyle Ecevit işte böyle tasfiye edildi, AKP işte böyle işbaşına geldi.
Seçimlerden sonra ABD’nin Irak’a saldırı tarihinin yaklaştığı ve ABD isteklerini yerine getirmeye programlanmış AKP’nin işbaşına geldiği ilk aylarda verilen İMF gazıyla ilgili olarak; Wolfowitz’in ’’Cengiz’’i, Pentagon’a elini kolunu sallayarak girebilen büyük vatan evladı Cengiz Çandar, 7 Şubat 2002 tarihli Yeni Şafak’ta şunları yazıyordu:
’’Eğer İMF’nin 24 kişilik İcra Direktörleri Kurulu’ndaki ‘hiç kimse’ Türkiye’ye böylesine ‘rekor düzeyde’ para verilmesinde ‘mutlu değil’ ise, bu parayı nasıl verebildi? Bunu Washington’da İMF’nin de üzerinde bulunan bir ‘siyasi irade’ ve ‘siyasi otorite’nin isteğiyle açıklamak uygun olur. Orası neresidir? İMF’ye düzayak beş dakika mesafede ve Amerikan Hazine Bakanlığı binasının bitişiğinde olan Beyaz Saray! (…) Bu ‘rekor meblağ’ın bir ‘dış politika faturası’ olması gerekiyor. Bu ‘fatura’ Ankara’nın Bağdat’a karşı, Washington’a vereceği desteğin faturası. Türkiye Irak’a karşı bir ‘Amerikan harekâtı’ olursa, buna ‘tam destek’ verecek. Türkiye bu desteği vermeyecek olsa, bu ‘para’ gelmezdi. Artık kendimizi aldatmaya son verelim. ‘Mukadder geleceğe’ doğru hazırlanalım. Türkiye’nin geleceğini, İMF programının uygulanması ve Irak’a yönelik girişimler belirleyecek…’’
Cengiz Çandar’ın yazdıkları, 2 Nisan 2002 tarihli Sabah gazetesinde yer alan, eski ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı ‘’Saygısız Amerikalı’’ Dick Morris’im, ’’Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek. Çünkü Türkiye’nin sahibi İMF’dir. İMF parasını verip Türkiye’yi satın aldı’’ sözleriyle nasıl da örtüşüyordu…
3 Kasım’daki ’’Darbe’’ konusunda durum yeteri kadar açık değil mi? Yoksa o turuncu darbeyi görmek için gözünüze gözlük ister misiniz?
* * *
Ama hiç canınızı sıkmayın. 2002’deki bu sivil darbeye karşın ABD ve işbirlikçileri, ülkemizin yurtseverlerinin direncini yine de kıramadı. Her istedikleri yine de olmadı. Bu nedenle de asıl darbeyi yapanlar, şimdilerde asker-sivil yurtseverleri ‘darbecilikle’ suçlayarak kendilerince ‘’’mıntıka temizliği’’ yapmaya çalışıyorlar…
Ama bu tür yabancı dokuların bu coğrafyada çok tutunamayacağını, Mustafa Kemal daha önce göstermişti…
3 KASIM'LA İLGİLİ BİR DİP NOT:
PARTİ ÜYESİ BİLE OLAMAYACAKKEN NASIL BAŞBAKAN OLDU?
Recep Tayyip Erdoğan, 6 Aralık 1997 tarihinde Siirt’te yaptığı konuşmada, ’’Türkiye’de düşünce özgürlüğü yok ve ırk ayrımı yapılıyor. Referansımız İslamiyet. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Yolumuzdan dönmeyiz. Gökler, yerler açılsa, üzerimize tufanlar, yanardağlar saçılsa, yolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım İslamiyet’tir. Bunu dile getiremiyorsam yaşamamın ne anlamı var’’ diyordu.
21 Nisan 1998’de Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi, Siirt’te yaptığı bu konuşma nedeniyle Türk Ceza Kanunu’nun 312’inci maddesinin 2’inci fıkrasından Tayyip Erdoğan’ı 10 ay hapse mahkûm ediyordu.
Tayyip Erdoğan’ı 10 ay hapse mahkûm eden TCK’nın 312/2 maddesi o tarihte şöyleydi: ’’Halkı; sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis ve üçbin liradan onikibin liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılır. Bu tahrik umumun emniyeti için tehlikeli olabilecek bir şekilde yapıldığı takdirde faile verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır.’’
Tayyip Erdoğan’ın 10 aylık mahkûmiyet kararı, 23 Eylül 1998’de Yargıtay tarafından onaylanıyordu. Bununla birlikte, Tayyip Erdoğan’ın, değil artık herhangi bir siyasi partinin kurucusu yada Genel Başkanı olmak, yasalara göre herhangi bir partinin üyesi olma olanağı bile kalmıyordu.
14 Ağustos 2001’de AKP kuruluyordu. Hukuken herhangi bir siyasal partiye üye olması mümkün olmayan Tayyip Erdoğan, bu partinin hem kurucuları arasında yer alıyor, hem de Genel Başkan oluyordu.
21 Ağustos 2001’de bu durum nedeniyle AKP’ye ihtar davası açılıyordu. 9 Ocak 2001’de Anayasa Mahkemesi ihtar istemini kabul ediyor, Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 8.maddesine aykırı olarak partinin kurucu üyesi olduğu anlaşıldığından AKP’ye ihtar verilmecine karar veriyor ve Tayyip Erdoğan’ın üyelikten çıkarılması isteniyordu.
Bu konuda AKP’ye Tayyip Erdoğan’ı üyelikten çıkarması için tanınan süre 19 Eylül 2002’de doluyordu. AKP’nin, Anayasa Mahkemesi ihtarına uymayıp Tayyip Erdoğan’ı üyelikten çıkarmama konusundaki ısrarını sürdürmesi durumunda, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının AKP hakkında kaçınılmaz olarak kapatma davası açması gerekiyordu
Nitekim 23 Ekim 2002’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ihtar kararına uymadığı için AKP hakkında kapatma davası açılıyordu. Davamım iddianamesinde, ’’Siyasi parti üyesi olamayan kimsenin parti başkanı olmasının düşünülemeyeceği’’ belirtiliyor. AKP’nin ’’yasaya karşı hile yöntemiyle Tayyip Erdoğan’ın genel başkanlığını üstelik de kesintisiz olarak sürdürdüğüne’’ dikkat çekiliyordu.
Ama tüm bunlara karşın, AKP tarafından Anayasa Mahkemesi ihtarları ve kanunlar hiçe sayılıyordu. AKP, arkasındaki küresel güçlerin desteğine güvenerek, hukuka açıkça meydan okuyor ve Recep Tayyip Erdoğan’ın adını, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı olarak 3 Kasım’daki seçim pusulasına yazdırıyordu…