Pirzolanın kemiklerini dişleriyle sıyırırken, kemikleri bıçağıyla kazırken bir yandan böyle söylüyor Alman:
“Dünyada o kadar yer gezdim, burası gibisini görmedim. Buralar çok güzel. Ben yerimi buldum. Gitmem artık!”

Bunları derken parası olduğunu da söylüyor. Memleketinde otelleri varmış. Çalışmasına gerek yokmuş…Yer bakacakmış. Bir ada mı olur, bir koy mu olur, nerede yer bulursa kapatacakmış… Buralar korumalı bölgeymiş, değilmiş onu ırgalamıyor bile.
Öteleri İngilizler almış, Akdeniz’de, Ege’de İngiliz kasabaları kurmuşlar, her gören böyle söylüyor... Kalkan, Fethiye, Didim, Manisa, Aydın…
Bu tarafta Alanya sanki Almanların gibiymiş. Antalya da Rusların... İtalyanlar da boş durmuyor tabii. Rumlar da öyle… Toptan göçeceklermiş bu tarafa yakında, ülkemizin geleceği ve güvenliği için Atatürk döneminde değiş tokuş uygulamasını yaşayanların torunları…
Buraları gören, cennetle burun buruna gelen sömürgeci ülke evlâtlarının kanları depreşiyor, hemen alma hesaplarına giriyorlar. Gezeyim döneyim, gördüğüm faydama; benim ülkem bana, seninki sana, demek falan yok.
Önce gördüğüne göz koyuyorlar, sonra topluca yerleşme plânları yapıyorlar. Bu Alman da önce büyük bir arazi kapacak, sonra eşi dostu tanıdığı kim varsa onları da çağıracakmış. “Yerleşiriz buralara, ben cennetimi buldum, bizim geçim derdimiz yok, “diyor.
Yatıyla mı gemisiyle mi her nesiyle deniz yoluyla gelmiş buralara. Geldikten sonra da gitmemeye karar vermiş. Göbekli, tıknaz biri. Ellili yaşlarda görünen, mavi gözlü, sarışın, tipik bir Alman. Herkesle cilveleşiyor, yılışıyor, yakınlaşıyor. Sanırsınız devleti onu buralara öncü kuvvet olarak, casus diye göndermiş. Nabız yoklamaya, yer açtırmaya… İşgale…
Alışılan Almanların aksine, güleç biri, her söylediğine gülüyor, kahkahalarının biri bitmeden birini patlatıyor…
Ertesi günü yanına bir Alman daha almış, geldi. Adam her tanıştığı, her görüştüğüne sırnaşıyor. Kırk yıllık apbabıymış numarası yapıyor. Bu sefer gelen, yaşı altmışlara dayanmış bir kişi, Tuna nehri üzerinden Karadeniz’e gelmiş gemisiyle. 80 yıllık antika gemisi varmış. Önce Trabzon’a kadar Karadeniz’i geziyor, tek başına gemisiyle. Oradan İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı, Ege, Akdeniz…
***
Güneşe hasret kalmış bunlar, ondan mı, yaşam biçimlerinden mi, gelen turistlerin sahile demirli gemilerinin yanından geçemezsin. Çırılçıplak gezinirler, anadan doğma salınırlar ortalıkta kadın erkek…
Bazen hızlarını alamaz sahildeki kayaların, taşların üzerine atıverirler kendilerini böyle, üstlerinde bir incir yaprağı bile olmadan! Sen korkar kaçarsın, o yatmaya devam eder … Ne çekindikleri kimse, ne korktukları bir yasa var çünkü… Çoluk çocukları yanlarındadır bazen. Kaç göç bilmezler, yiğidin malı meydanda misali…
Turizm adına, para kazanmak adına kimse ses çıkarmaz bu şımarıklıklara ve yasa tanımazlıklara…
Kendilerinde çıplaklar için kamplar vardır. Giyinik duramayan oralarda gezinirmiş. Sokaklarda mayoyla, yarı çıplak gezilmez Avrupa’da, polise toslarsın…
Burada, çıkmış iskelede yürüyor, koca göbeğinin altında el kadar mayosuyla iri yarı İngiliz, Rus, Alman her ne millettense, sonra oradan da geçip köy meydanına, sokağına, çarşısına…Yanlarındaki kadınlar daha da beter… Köpeksiz köy bulmuş, değneksiz geziyorlar…
Noel’de eğlence yerleri barlar sazlar kapalıdır bunların ülkelerinde. Dini günlerine saygıdan. Ramazan’da akşam ezan okunurken bile aynı bu durumda gezindiler oysa buralarda. Bu çağdaşlık falan değil doğrudan saygısızlık, seni adamdan saymama değil midir? Tamam ileri demokrasiyi (?) yaşıyor Türkiye ama bu kadarı da biraz fazla olmuyor mu?
Hattâ satın aldıkları dağları parçalama, dinamitleme, yıkma hakları bile vardır bunların… Siz oralarda yerini değiştirdiğiniz bir taşın, kestiğiniz bir ağacın hesabını bile verirsiniz. Ananızın nikâhını isterler onların ülkelerini gezmek istediğinizde, vize başvurusu yaptığınızda sizden… Akdeniz’de, devlet korumalı bir yarımadadan, geniş bir arazi alan, İngiliz asilzadelerinden olduğunu söyleyerek övünen bir İngiliz zengin, satın aldığı kayalık tepeyi yerle bir ettirmiş. Dımdızlak açıkta bırakmış, bitki örtüsünü yoketmiş ve tepeyi göçertmiş.Üstüne İngiliz şatosu (?) yapmaya kalkmış. Yarım bıraktırılmış. Göz önünde göz veremi öyle duruyor…

Bir de aldıkları büyük bahçeli villalar var bunların kıyı yerleşimlerinde. Denildiğine göre bu evleri kendi vatandaşlarına kiralıyor, pazarlıyorlarmış. Kalkan’a, Didim’e gidin sorun, yalan mı? Verdikleri paranın kaç katını çıkarıyorlarmış bir iki yıl içinde… Belediyelere, il, ilçe yönetime bile girmişler, söz sahibi olmuşlar bunlar, okullarını açmışlar, yönetime, derneklere her yere sızmışlar, topluca yerleşmişler memleketimize…
Yerleştikleri sitelerde bayrakları dalgalanıyor. Küçücük lastik botlarında bile İngiliz bayrağı, geldikleri ülke bayrağı dikili… Görmeyen, bilmeyen var mı? Misafir işçi olmadan, çağrılmadan, iş gücü olmadan… Karşılıksız, bizim karşılık verme hakkımız olmadan buralardalar…
Bu da bir şey değil diyelim, kendimiz ettik, kendimiz bulduk, paraya tamah ettik, sattık buraları, buraların sahipliğini devrettik kendi elimizle diyelim, peki buraları alınacak , satılacak bir mal olarak, kendilerine hak olarak görmeleri, istediklerini yapabilmeleri neyin nesi bu yabancıların?
Cumhuriyetten önce İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar neden işgal etmişti bu yörelerimizi? Neden kaçıp gitmişlerdi sonra? Neden gelmişlerdi ta uzaklardan buralara o zamanlar? Niye Yunanistan’a, İtalya’ya değil bize? Niye Yunanistan’ı işgal etmemişlerdi? Değil Yunan’ı işgal etmek, Yunan’la birlikte topu tüfeğiyle neden gelmişlerdi yurdumuza bu milletler?
Şimdi gelenin, aynı eskiden gelen atalarının gözüyle buralara bakması, buranın dağı taşını, toprağını malı gibi görmesi ne? Hemen elini cebe atması nedir?
Parası varmış bunların… Varsa ne yapalım?
Bizim insanımızın, vatanımızda tek bir gücü vardır Cumhuriyet’ten beri:
“Toprağı… “
Türk köylüsü, Türk halkı yoksuldur, sırasında bir lokla ekmeğe muhtaçtır ama üzerine bastığı, ekip biçtiği, bağ bahçe yaptığı toprağı vardır. Vatan toprağı… Bu toprağı, yasalarla, Cumhuriyet yasalarıyla korunmuştu yakın zamana kadar… Köy kanunuyla… Yabancıya toprak satışının yasak olmasıyla…
Sonra bu iktidardan önceki dönemde bu satışların ilk kez önü açıldı. AKP iktidarıyla da önü alınamaz bir şekilde bu ihanet ilerledi, yayıldı ve aldıkları araziler buralara göz koyan yabancılara yetmemeye başladı.
Duyduk ki, AKP yeni bir yasa taslağı hazırlamış, yakında Meclis’e gönderecekmiş ve yabancılara toprak satışının sınırları kaldırılacakmış. Karşılıklılık ilkesine bağlı olmadan , her millete satış yapılabilecekmiş… Yani sana toprağını satmayana sen satacaksın! Kasabın et satması gibi, her isteyene “ Emriniz olur, nereden vereyim? Ne isterdiniz?” diyeceksin…
Bu işin sonunun nereye varacağını da gören gözler görecektir. Anlayan, düşünen akıllar bilecektir. Yaklaşan değil gelen felaketi duyacak, görecek, kavrayacaklardır mutlaka! Eski Tapu Kadastro Genel Müdür yardımcısı Orhan Özkaya bu konuyu devamlı ”Aydınlık’taki köşesinde” yazıyor. Cumhuriyet’te yazıyor. Yeni yasalarla “Lozan delindi!” diye feryat ediyor… Geçen seçimde bağımsız adaydı. Seçilirse, “Türkiye’de Kemalist ilkeler çerçevesinde, tarım arazilerinin ve arazilerin satışını yasaklayacağız! Vatan topraklarını sattırmayacağız.” demişti. Onun açıklamalarına göre:
“Toprak satışı 2003’te AKP tarafından serbest bırakıldı. Özal döneminde bu iş bir kez denendi. Anayasa Mahkemesi, bunu önledi, “satılamaz! “dedi.”
Yine Orhan Özkaya , 17 Ağustos’ta yayınlanan; “ Köylünün Elinden Meralar ve Tarım Alanları da Alınıyor.” başlıklı yazısında, halkımızı bu tehlikelere karşı uyardı.
Bu feryadı duyduktan sonra, Cumhuriyetimiz’i kuran ve onu o devirde çıkardıkları yasalarla sonsuza kadar korumayı amaçlayan, her şeyimizi borçlu olduğumuz Atatürk’ün sözlerine bir göz atalım.
Atatürk’ün vatan toprakları için söyledikleri:
“Yurt toprağı, sana her şey fedâ olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedâiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın.”
Milletimiz için dedikleri:
“Dünya yüzünde Türk’ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir.”
Tarım ve toprağın sahipliği ile ilgili dedikleri:
“ Dünyada fetihlerin iki aracı vardır. Biri kılıç, öbürü saban. Zaferinin aracı yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, aşağılanır, sefil ve perişan olur. Kendi memleketinde bile mahkûm ve tutsak bir durumda kalabilir. Onun için gerçek fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılanıdır. Milletleri vatanlarında yerleştirmenin aracı sabandır. Saban kılıç gibi değildir. Kılıç kullanan kol, çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Eğer milletimizin çoğunluğu çiftçi olmasaydı, bugün dünya üzerinde bulunmayacaktık. Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin gerçek sahibi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, mutluluk ve zenginliğe lâyık olan köylüdür.”
Atatürk’ün, devletin temeline koyduğu Türk milliyetçiliğini geliştirmek için düşündükleri:
“Türklük esastır. Bu mevcudiyeti tarih içinde araştırmak ; birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde tesbit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek yerinde olur. Fakat bu öğünmeye lâyık olmak için bugün çalışmak lâzımdır. Her sahada, bilhassa medeniyet alemine eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmalıdır.”
Atatürk’ün Doğu ve Batı uygarlıklarına bakışı:
“Her milletin kendine mahsus geleneği, kendine mahsus âdetleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milliyeti içinde kalabilir.”
“Türk millîyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda, milletlerarası temas ve münasebetlerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk (toplumunun) hususi seciyelerini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır.”
***
Köylümüzün tek dayanağı toprağıdır. Atatürk’ün istedikleri bizim gafletimiz, yolundan sapmamız yüzünden gerçekleşemedi ama hiç olmazsa köylümüz toprağını korumuştu son yıllara kadar.
Köyünden kasabaya gelir ürününü satar küçük üreticimiz, ekmek parasını kazanır böylece, kendi yağıyla kavrulur. Yokluk , yoksulluk çekse de kimsenin emrinde değildir. Taşlı kıraç da olsa tarlası tapanı vardır. Eker biçer. Sabanını hiç bırakmazdı bu son yıllara kadar…
Şimdi parayı cebine koyan paralı yabancı sabanını alıyor. Köylümüzü kendine hizmet eden hizmetli durumuna sokuyor. Sabanı kaybetmek vatanı kaybetmek demek değil miydi Atatürk’e göre…
Sabansız kalınca bu topraklar elinden gitmeyecek mi köylümüzün, dolayısıyla milletimizin… Yabancı sabanı alınca, sabanın ucundan tutunca biz nasıl yurdumuza sahip çıkacağız?
Geçen akşam bir adamı gösterdiler köyde. İskelede yığılı çöpler arasında bir el arabasına işe yarar çöpleri dolduruyor. Yaşı yetmişi aşkın. Üstü başı perişan.
Dediler ki bu adamın ne çok toprağı, yeri vardı. Oğlunun borcuna oraları sattı. Yine de borcunu ödeyemedi. Şimdi hem toprağı, yeri yurdu yok, hem de böyle bu yaşta iki eliyle didinerek ekmeğini kazanıyor. Çöplerden bulduğu şişeleri satacak da karnı doyacak…
Kim toprağını satar da kazançlı çıkar? Toprağını satan onar mı bu dünyada hiç?
Toprağını satanın başına neler neler geldi bu dünyada bir anımsayınız… Filistinli Arapların şimdi iki gözleri iki çeşme… Yahudilere vatan topraklarını satarlarken aklınız neredeydi diye sormak gerekmez mi onlara? Hele bizim gibi sömürgecilerin hedefinde olan hangi ülke tarihini unutur, unutturur? Unutmaya hakkımız var mı geçmişte yaşananları?
Atalarımızdan emanet aldığımız bu eşsiz vatanı çocuklarımıza aynı şekilde teslim etmemiz gerekmez mi?
Atatürk bize yolu göstermiş. Sabanı bırakmayın, tutun diye tembihlemiş. Tarihte sabanı bırakanın sonunu anlatmış:
“Bir millet… kendi memleketinde bile mahkûm ve tutsak bir durumda kalabilir. Onun için gerçek fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılanıdır. Milletleri vatanlarında yerleştirmenin aracı sabandır.”

Ne diyor aç gözlü, sömürgeci torunu eloğlu:
"Buralar çok güzel, ben aradığım cenneti buldum, buralardan gitmem artık!"
“Gitme! Biz gidelim!”
Böyle mi diyeceksiniz yoksa pek yakında?
Feza Tiryaki, 22 Eylül 2011
Ekleme: Yeni terör saldırıları, sivile, askere, polise PKK saldırıları almış başını gidiyor… Şehitlerimizi bırakıp böyle günlerde başka bir konuda yazı yazmak çok zor. İnsan kendini suçlu gibi hissediyor ama vatanın bu durumu da bir terör saldırısı gibi değil midir?