"Büyük Nutuk"tur Yol Haritamız
Atatürk Büyük Nutuk’ta Türk Gençliği’ne şöyle seslenir:
“Ey Türk Gençliği!
Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti’ni, sonsuza kadar korumak ve savunmaktır.”
Evet, hedef açık: Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyeti’ni kurtarmak!
Peki hedefe nasıl ulaşacağız? Eş deyimle, yol haritamız nerede?
Yol Haritası Büyük Nutuk’tadır.
Büyük Nutuk bize “vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı” tehlikeye düşünce izleyeceğimiz yol haritasını da verir.
Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı bugün de tehlikededir.
Türkiye bu kez politik ve ekonomik silahlarla işgal edilmektedir.
Yine iç ve dış düşmanların işbirliğiyle... Yine bir iç ihanet vardır.
Milletin yazgısı, İstiklal Savaşımızda olduğu gibi bugün de Anadolu’da belirlenecektir. Çünkü o zaman olduğu gibi bugün de ihanete uğrayan, Anadolu insanıdır.
İkinci bir Müdafaa-i Hukuk zamanıdır.
Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
I) Ülkenin Durumu
A) 1919 ve 2006… Dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geldik: Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı yine tehlikede. Türkiye bu kez ekonomik silahlarla işgal ediliyor.
Bağımsızlığımız her alanda yok edilmekte, çoğunluğun hakları azınlığa feda ediliyor.
1) Bundan 90 yıl önce başımıza gelen bir felaketi yeniden yaşıyoruz. Öyleyse kendi kendimize soralım: Tarih tekerrür müdür, yoksa gafletin bir kanıtı mıdır? Osmanlı Hükümeti Sevr uçurumuna yuvarlandı, Türkiye Cumhuriyeti de ağır ağır aynı uçuruma sürüklenmekte.
2) Batı’nın taktiği yine aynı: Bizi yine azınlık silahıyla bölüyor. Avrupa Birliği o uğursuz ağzını ne zaman açsa, hep aynı terane: “Ermeniler, Rumlar, azınlıklar, Hıristiyanlar...” Aralarına Kürt yurttaşlarımızı, Alevi yurttaşlarımızı da katıyor. “Ey Türkiye, şunu yap, bunu yap” diye emirler veriyor. Ardından da “Karışmam ha, seni üye yapmam, kredi vermem” diyerek tehdit yağdırıyor. Hükümetin yapabildiği ise korkup pısmak, ne istiyorsa vermek...
Evet, Batı’nın karakteri hiç değişmedi, geçmişte olduğu gibi bugün de aynı hilelere başvuruyor. Ama yine de çok önemli bir fark var: Bugün Mustafa Kemal Paşa gibi, düşmanı yaptığına pişman edecek, “Dur bakalım orada, ne yapıyorsun sen” diye kükreyecek, şımarık Batı’nın ağzının payını verecek bir önderimiz yok.
Oysa, her şey ona bakıyor!
Yunanistan… Bu ülke Türkiye’ye asla dost olmaz. Bundan 90 yıl öncesinin saldırgan Yunanistan’ı ne ise bugünkü de odur. Megalo İdeası’ndan, Vatanımız üzerindeki emellerinden, zerre kadar vazgeçmemiştir, vazgeçmeyecektir. Cesaretini İngiltere’ye, Fransa’ya, Avrupa Birliği’ne borçlu. Arkasında o var.
Türkiye’ye ne Yunan’dan, ne AB’den dost olur. MGK Siyaset Belgesi bu temele göre yeniden kaleme alınmalıdır.
Amerika kendi himayesinde bir Kürt devleti kurmak üzeredir. Bu girişim Türkiye’nin bütünlüğünün sonu olur. Mutlaka karşı çıkılmalı, mutlaka önlenmelidir.
3) Atatürk emperyalist devletlerin Mütareke hükümlerine aykırı işgallerini vurguluyor, Nutuk’ta. Bu aykırılık Avrupalı’nın önemli bir karakter çizgisini ele vermekte: Sözünde durmamasını, riyakâr olmasını, döneklik yapmasını... Bu davranış, gerçekte, ezelî bir siyasetidir Avrupalının. Avrupa diplomasisinde verdiği sözü tutmamak sık sık başvurulan bir araçdır. Tabii şimdi de uygulanıyor. Bizim saf ve deneyimsiz yöneticilerimize de sözler verirler, ancak daha ilk fırsatta o sözün üzerine yatarlar (K. Evren’e, B. Ecevit’e, R. Tayyip’e sorun, neler anlatacaklardır size) . Yaptıkları antlaşmalara da uymazlar. Ancak yoksul bir ülke, örneğin Türkiye bunun yüzde birini yapsa, kıyameti koparırlar.
Bizim AB ile ilişkilerimiz, bu şekilde atılan kazıklarla doludur. Çarpıcı bir örnek vereyim size: AB’nin tilkileri 1999 Helsinki zirvesinde Kıbrıs sorununu da Türkiye ile yaptıkları sözleşmeye dahil ettiler. O zamanki başbakanımız Ecevit her zamanki gibi “içime sindiremiyorum” diyerek karşı çıkacak oldu. Sen misin karşı çıkan, AB Dönem Başkanı Finli politikacı apar topar Türkiye’ye geldi. Nasıl başardıysa, Ecevit’i yumuşattı. Ensesini okşarken resimleri vardır. Sonradan öğrendiğimize göre söz vermiş, “belgedeki Kıbrıs’la ilgili ifade Türkiye’nin üyelik müzakerelerini engellemeyecektir” diye. Tabiî bizimki kanıyor. İsmail Cem’in yedeğinde apar topar Helsinki’ye uçuyor, Kıbrıs sorunlu antlaşma metninin altına basıyor imzayı. Biz Kıbrıs’ı işte o imza ile kaybettik.
4) Bugün Türkiye ne acıdır ki bundan 90 yıl öncesinin koşullarına yeniden dönmüş bulunmaktadır. Sanki yeniden Mütareke dönemindeyiz. Avrupa Birliği mandası isteniyor, olmazsa Amerikan mandası isteniyor.
Öyleyse bugün de bir Erzurum Kongresi’ne, o kongrenin ilke ve kararlarına ihtiyacımız var. Çünkü millî sınırlar içinde vatan bir bütün olmaktan çıkarılmak, parçalanmak istenmektedir. Bunun baş müsebbibi Avrupa Birliği’dir, arkadaki kışkırtıcı Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bölücüsü, mürtecisi, işbirlikçi sermayesiyle “dahilî bedhahlar” da bunların korumasında, her türlü hâinliği yapıyor.
Bugün yine bir yabancı işgali karşısındayız. Ancak bu kez işgal topla tüfekle yapılmıyor; dış borçlandırma ile, özelleştirme ile, yabancı sermaye ile, yabancıya toprak satışı ile, azınlık hakları talepleriyle yapılıyor. Hükümet âciz olmaktan öte, teslimiyetçidir. Bu tür hükümetlerden hayır yoktur. Tek çıkar yol Millet’in kendisindedir, Millet kendini savunmak üzere örgütlenmelidir. Mutlaka bir hükümet yolu aranmalıdır.
Artık tek güç Millî Kuvvetlerdir, kurulacak bir millî meclisdir.
B) Devam ediyoruz bugünkü Türkiye’nin tablosuna:
1) Hükümet teslimiyetçi, güçsüz ve yüreksiz… Ordu etkisizleştirilmekte. Her tarafta yabancılar…, sömürge müfettişleri, casus örgütler, nüfuz ajanları, misyonerler, Batı ile bağlantılı sivil toplum örgütleri... Amerika’nın Türkiye’yi işgalinden bile söz edilebiliyor; senaryolar yazılıyor.
Bir azınlık fetişizmidir almış yürümüş… “Türküm” diyen hâkir görülüyor, sindiriliyor. Ermenisi, Rumu yine bir kıpırdanış içinde. Kürt, Laz, Çerkez kökenli yurttaşlarımız tahrik ediliyor. Rum Patriği kovuğundan çıkmış, o toplantıdan bu toplantıya, o kentten bu kente koşuyor; Ermeni patriği de ondan geri kalmamakta. Ülkenin dört bir yanında, Medya’da, TV kanallarında Hıristiyanlık propagandası almış yürümüş.
Türkiye’yi yöneten hükümet, bir azınlık iktidarıdır. Bu iktidar Türk unsurunu, bu ülkenin aslî sahiplerini geri plana itmek isteniyor. Hedef Osmanlı zamanında olduğu gibi Hıristiyan azınlıkları yeniden öne çıkarmak, yeniden eski statülerini kavuşturmaktır. Daha önce göç etmiş olan unsurların, Anadolu’ya yeniden dönmeleri planlanıyor. Yalnız holding TV kanalları değil, TRT bile gösterdiği filmler, yaptığı programlarla halkı bu ihanete alıştırma gayreti içinde.
Dış Ermeniler yine harekete geçmiş. Türk toprakları üzerinde hak iddia ediyorlar. Pontus devleti projesi yeniden canlandırılmış.
1919’da olduğu gibi Bugün de Türkiye’de millî varlığa ve bütünlüğe düşman kuruluşlardan geçilmiyor: Kimi AB’den veya ABD’den beslenen sivil toplum kuruluşu..., kimi ümmet devleti kurma hevesinde..., kimi açık toplum diye tutturmuş, kimi sözde bilimsel araştırma vakfı, kimi bilmem ne demokratik hareketi...
Bugün de aydınlar arasında AB ya da Amerikan mandası isteyenler var.
Bütün belirtiler Türkiye’nin yeniden parçalanması planına işaret ediyor. Tepedekiler günü kurtarmakla meşgul, oy kaybetmeme derdinde. Millet yine başsız. Sinmiş, İri medya tarafından uyuşturulmuş, başına gelecekleri beklemekten başka bir şey yapamıyor.
Ordu’nun başı da sessiz. Amerikan dayatması demokrasiyi, demokrasi sanıyor.
Ancak tek tük de olsa, yakın felâketi görüp “bir çare, bir çare” diye çırpınanlar da var. Yurtseverler kurtuluş çareleri arıyor. Örgütlenmeler var: ADD, Yeniden Müdafaai Hukuk, ADKF, Kuva-yı Milliye, Misakı Millî, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi,...
2) Yıllardır sürdürülen propagandanın bir ürünü olarak, ülkede Avrupa Birliği (AB) bağlılığı âdeta bir putperestliğe dönüşmüş. AB dışında bir kurtuluş yolu akla bile gelmiyor. AB ya da ABD’ye karşı bir fikir ileri süren, hâin, dinozor, çağdışı olarak niteleniyor. Onlar yine Düveli Muazzama... 1919’larda olduğu gibi o devletleri asla gücendirmemek gerekiyor. Aydınlar da, sivil ya da asker, çoğunluğuyla böyle düşünüyor.
Oysa Türkiye’yi, ABD ile birlikte bu hale getiren Avrupa Birliği!...
Evet bugünkü Türkiye de Mütareke Türkiyesi gibi: AB himayesi isteyenler var. Amerikan mandasına can atanlar var. Türkiye’yi bölgesel girişimlerle arkadan vurmak isteyenler var. Ancak geçmişte olduğu gibi, Emperyalist devletlerin manda ve himayesini isteyenlerin görüşleri çürüktür. Mantıklı olan karar, değişmemiştir: Türkiye cumhuriyeti, ulus egemenliğini hiçbir kuruluşla paylaşmadan, tam bağımsız bir devlet olarak kalmalıdır. Eksik olan, böyle bir kararı uygulamaya koyacak olandır.
Yurtseverler bugün de şu parolayı yürekten haykırabilmelidir: Ya istiklal ya ölüm!
Çünkü Türk milletinin şerefli bir millet olarak yaşaması, bugün de böyle bir kararlılığa bağlıdır. O da ancak yine tam bağımsızlıkla gerçekleşebilir.
“Yabancı bir gücün koruyuculuğunu kabul etmek, 1910’larda insanlık niteliklerinden yoksunluğu itiraf” oluyor da, bugün olmuyor mu?
Nerede öyleyse bugün de, Atatürk gibi “Benim kararım, ya İstiklal ya ölümdür” diyecek olan kahraman? “Büyük Planı”nı azimle uygulamaya koyup, günümüzün saltanatı olan Yeni Sömürgeciliğe karşı, Emperyalizmin bedhah işbirlikçilerine karşı milletiyle birlikte ayaklanacak olan o kahraman nerede?
C) Atatürk’ün Nutuk’ta çizdiği memleket tablosunu hatırlayalım: Yöneticiler umutsuz ve beceriksiz... Millet başsız... Yurtseverim diyen binbir insan türlü görüşler ortaya atıyor. Her şey allak bullak olmuş. Danışmalar, nüfuzlu kimselere bel bağlamalar...
Bir fark görüyor musunuz…, Atatürk sanki bugünkü Türkiye’yi anlatıyor.
Türkiye’ye apar topar getirilen, Amerikan dayatması demokrasi rejimi; ülkemizi, Atatürkçülükten uzaklaştırarak sonunda bir uçurumun kenarına kadar sürüklemiş bulunmakta. Türkiye’nin kimlerin eline düştüğüne bakın: Devlet yönetimiyle bir ilgisi olmamış, bu alanda başarıları görülmemiş, denenmemiş, sokaktan toplama, gelişigüzel kimselerin elinde Türkiye... Bir göstermelik “demokrasi” putu uğruna Devletimizin ve milletimizin aziz varlığı böyle kişilerin eline mi bırakılmalıydı? Bu yapılan, “demokrasicilik oynayacağız” diye Türkiye Cumhuriyeti’ni bozuk para gibi harcamak değil midir? Kime yarıyor bu ölçüsüz demokrasi putperestliği? Yalnızca Amerika’ya yarıyor, kendilerini AB kisvesi altında gizleyen emperyalist devletlere yarıyor. Zaten ABD onun için dayatmadı mı bu rejimi?
Elbette demokrasi!…, ancak sanayileşme ile birlikte, şehirleşme ile, üniversiteleşme ile, uluslaşma ile birlikte…
II) Ana Dava
Atatürk Nutuk’ta önce “ana dâvâ”yı ortaya koyar: Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. Vatan ve millet kurtarılmalıdır.
Ana dâvâyı “düşünce” ve “eylem” olarak iki planda çözmeye girişir.
i) “Düşünce” planında beş kavram yönünde kafa yorar:
Ülkenin durumu, kurtuluş önerileri, kendi kararı, üstlendiği görev, uygulayacağı yöntem.
ii) Ana davayı “eylem” planında da beş girişim çerçevesinde çözmeye koyulur:
Örgütleme, bilgi akışını sağlama, halkı aydınlatma, bir millî heyet toplama, başkanlık yapma.
A) Bugün de aynı büyük görev var ortada yurtseverleri bekleyen... Ana Dâvâ’dır bu!
Bu kutsal görevin yerine getirilmesi için sadece konuşmak, yazmak, eleştirmek, şikâyet etmek ve gösteriler yapmak yeterli değildir. Bu safha artık aşılmalıdır. Gün milleti uyarıp arkasına alma günüdür. Millet dâvâya ortak edilmelidir. Duruma halk egemen olmalı, halk o ezici gücüyle dâvâya el koymalıdır.
Ana dâvâ makam ve üniformaya sığınarak el altından yürütülecek türden bir görev değildir.
Hiçbir büyük girişim düz çizgi üzerinde yürümez. İnişleri olur, çıkışları olur. Millî Mücadele’de de öyle olmadı mı? Daha ilk günlerinde kısa da olsa bir karışıklık, bir çözülme dönemine sahne oluyor; “Refet-Salahattin beyler” olayından söz ediyorum: Refet Bey görevini bırakıyor, Salahattin Bey ürkek davranıyor. Hamit Bey İstanbul’a dönmeye kalkışıyor. Daha önce Cemal Bey, ardından öbür Salahattin Bey İstanbul’a dönmüş. Ancak Mustafa Kemal Paşa var orada; o yılmaz: Olaya azimle el koyar, dağılmanın önüne geçer.
Bu olaydan alacağımız ders şudur: Büyük girişimler sorunsuz olmaz. Dalgalanmaları, iniş ve çıkışları olacaktır. Kararlar bu gelip geçici değişmelere göre değil ana dâvâya göre alınacak, önlemler ona göre belirlenecektir.
B) Mustafa Kemal Paşa Ana Dâvâ için üç koldan faaliyet yürütmüştür:
- Millî teşkilatı kökleştirmek,
- Kongreler yoluyla millî davayı benimsetmek,
- Ordunun desteğini sağlamak.
Görüşleri ne kadar farklı olursa olsun, “Ana Dâvâ”yı benimsemiş olan bütün yurtseverler bir araya gelmeli, kenetlenmeli, işbirliği yapmalıdır. Bütün güçler Ana Dâvâ üzerinde odaklanmalıdır. Ana dâvâyı tehlikeye sokacak hiçbir gerginliğe, tartışmaya yer verilmemelidir.
III) Başkan
Başkan kim ve nasıl olmalıdır?
Başkan daha atanmadan, başkandır. Kendini Ana Dâvâ’ya çoktan adamış, kararını çoktan vermiştir. Yüksek görevlerde bulunmuş, başarılarıyla ün yapmış, halkın sevdiği biridir.
Başkan büyük hedefler gösterir. Parolası “ya istiklal ya ölüm”dür. Daha başlarken işin sonunu görür. Çünkü planlayıcıdır.
Başkan teşkilatçıdır, uyarıcı ve aydınlatıcıdır, önlem alıcıdır. Cesurdur. Kendine güvenir, önderliğine inanır.
Ülkenin aydınlarıyla kaynaşır, onlarla iletişim kurar.
Ancak başkan en yakın çevresinden dahi sadakatsizlik görebilir. Ancak o yılmaz ve gerilemez. Sabırla ve inatla, hedefi yönünde vakarla yürür.
A) Evet, her şey Atatürk çapında, onu örnek alacak bir başkanın ortaya çıkmasına bakıyor.
Kendini kabul ettirecek bir başkanın ortaya çıkışı daha fazla gecikemez.
Halk hazırdır, bir önder bekliyor. Halk arasında bir hareketlilik var.
Başkan şöyle diyebilmelidir: “Bugün Türkiye Batı karşısında ürkek, boynu eğik, güçsüz bir hükümetin elinde. Milletin istekleri ile hükümetin görüşleri arasında uyum yoktur. Milletin kaderi böyle bir hükümete teslim edilemez. Bağımsızlığımızı tekrar kazanıncaya kadar, milletimle çalışmaya yemin ediyorum.”
Bu büyük çıkış, onun hasretle beklenen başkan olduğunun da bir kanıtı olacaktır.
B) Başkanın görevleri nelerdir?
1) Başkan’ın üç önemli görevi vardır: En başta gelen görevi millî teşkilat düşüncesini yaymak ve benimsetmektir. Diğerleri halkı uyanık hale getirmek, ülkenin etkili güçleriyle bağlantı kurmaktır.
Usul açısından şu husus çok önemlidir: Faaliyetler milletin birliğini temsil eden bir heyet adına yürütülmelidir.
2) Başkan’ın üstleneceği görev ağırdır. Türlü türlü insanı tek bir dâvâ etrafında toplamak ve bu insanları sonuna kadar o siperde tutmak... Demek ki olası başkanın en başta gelen meziyetlerinden biri de toplayıcı ve birleştirici olmasıdır.
Başkan yakın iş arkadaşlarını seçerken, onların kendisine sarsılmaz inancı olan kişilerden olmasına özen göstermelidir.
En yakın çalışma arkadaşları bile başkana karşı, hiç beklemediği, düş kırıklığı yaratan davranışlarda bulunabilir. Uyumsuzluk gösterebilir. Böyle da olsa onları kendi yanında tutma başarısını gösterebilmelidir.
Başkan sabretmeyi, durumu idare etmeyi ve tehlikeyi atlatmayı bilmelidir. Burada başkanın, sahip olması gereken üç önemli vasıf daha karşımıza çıkıyor: Sabır, idare ve ikna gücü.
3) Yukarda saydığım yeteneklere sahip olmayan kimse “başkanım” diye öne çıkmamalı, “başkan” diye öne çıkarılmamalıdır.
Olası başkanın önemli bir niteliği de şudur: Sorumluluğu paylaşmak ve dağıtmak. Bunun anlamı şudur: Herkesin Ana Dâvâ’nın bir tarafından tutmasını sağlamak! Başka bir deyişle yanındaki herkesi dâvâya ortak etmek, onların her birini sorumluluk sahibi kılmak!
Bu esasları Amasya Genelgesi olayından çıkartıyoruz.
4) Mustafa Kemal Paşa’nın “Sivas operasyonu” bugün milletçe beklediğimiz önder hakkında ipuçlarıyla doludur.
“Sivas Operasyonu”nda birçok üstün niteliğin tek bir insanda bir araya nasıl geldiğine tanık oluyoruz. Olası başkan, kendi liyakat ve değerini de ölçebilir bu niteliklerle... Eğer sayacağım vasıflara sahipse, bugün milletçe beklediğimizin kendisi olduğuna inanabilir. Sayıyorum:
Olup bitenden haberdar olma, kararlılık, eylemlilik, cesaret, çabuk karar verebilme, planlama yeteneği, ince hesap, tedbirlilik, zamanlama, asla gevşememe, kesin sonuca kadar uyanık durma, ihmalkâr olmama (Atatürk’ün şu güzel sözünü hatırlayalım: Kapıyı asla aralık bırakma, farkına varmadan ardına kadar açılır) ...
C) Büyük işlerin başarılması mutlaka ve her zaman bir önderin varlığına bağlıdır. O en az kadrolar kadar önemlidir. Türkiye bugün bu eksikliği bütün şiddetiyle yaşıyor.
1) Ülkemizin koşulları 1919 yılında olduğundan farksız... Koşullar yine bir başkan istemektedir. Öyle bir başkan ki cesurca ortaya atılabilmeli, durumun gerektirdiği şekilde hareket edebilmelidir.
2) Başkan gerektiği her defada sorunlara bizzat kendisi doğrudan el koymalıdır. Aynı zamanda birçok olayı takip edebilmeli, her birinin gerektirdiği tepkiyi ânında gösterebilmelidir. Karşı cepheyi sürekli izlemeli, onun her olumsuz davranışına karşı gerekli önlemi ânında alabilmelidir.
3) Atatürk Nutuk’ta bir önderin niteliklerini saymış ve bunları birlikte çalışacağı arkadaşlarında da aramıştır. Şöyle ki:
- Millete önder olacak kişi, kendini ille de dayatmaz. Dâvâ arkadaşlarının rızasını alır.
- Ortaya açıkça çıkar. Milletin haklarını ilan eder. Milleti kendi sesine ortak etmek için çalışır.
- Dâvâdan dönmez.
- Dâvâ için her fedakârlığa, sonuna kadar katlanır.
- Gücünü makamdan, üniformadan almaz.
Başkanın bu nitelikleri günümüz için de geçerlidir. Bunlara sahip olmayan, ortaya çıkmamalı, çıkarılmamalıdır.
4) Mustafa Kemal Paşa’nın istifa mektubunu şöyle yorumlayabiliriz:
- Bir önder resmî unvan ve yetkilere muhtaç değildir.
- Önder için Millet’in sevgisi yeter.
- Görevde en büyük desteği, milletin tükenmez gücüdür.
D) Hamit Bey çok yavaş hareket edildiğine dair, Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekmiştir. Paşa’nın Hamit Bey’e verdiği yanıtta en anlamlı görünen husus, “Teori ile uğraşıyor, uzun yollar seçiyoruz... Biz yürüyelim, millet arkamızdan gelsin” düşüncesi hakkındaki eleştirisidir. Atatürk bu görüşü yanlış buluyor. Çünkü onun temel hareket ilkelerinden biri şudur: Bir hedefe ulaşmak için, mevcut sorunun sebepleri belirlenmeli ve her biri dikkatle incelenmelidir. Çeşitli olasılıklar çok iyi hesap edilmeli; en iyi görünen, hızla uygulanmalıdır. Uygulama safhalara ayrılmalı, hedefe adım adım yürümelidir. Dikkat ederseniz Atatürk hızlı eyleme, titiz bir inceleme aşamasından sonra geçiyor.
Oysa Hamit Bey bunların hiçbirine gerek görmeden derhal harekete geçilmesini istiyor. Düşünme yok, muhakeme yok, planlama yok. Eğer onun dediği gibi yapılsaydı, arkalarında milletten bir kişi bile bulunmazlardı. Üstelik hepsi harcanır, dâvâ daha baştan kaybedilirdi.
Bu yöntem kuşkusuz günümüzde de geçerlidir.
E) Bir lider için Tarih bilgisi çok önemli... Atatürk bu bakımdan çok donanımlı. Kendini yetiştirmiş, milli mücadeleler tarihini iyi biliyor ve bunları bir çırpıda özetleyebiliyor. Bugün çıkacak bir lider de öyle olmalıdır.
Atatürk Nutuk’ta diyor ki: “Heyeti Temsiliye üyeleri hiçbir zaman bir araya gelip çalışmamıştır.” Bu husus, çok anlamlı. Bundan da anlaşılıyor ki hepimizin bildiği gibi bütün icra gücü Mustafa Kemal Paşa’nın omuzları üzerine yıkılmış. Çoğu zaman heyetler işlevsel olmuyor. O zaman liderin önemi daha iyi kendini gösteriyor. Kuvvetli bir lider varsa, işler yürüyor, yoksa kalıyor. Türkiye’nin sorunu bugün budur. Heyetler çok, ancak ortada toplayıcı bir lider yok.
Millete hizmet yolu düz değildir, engellerle doludur. Bu engeller insanların iyi niyetinden kaynaklanabileceği gibi, çok hâinâne amaçlardan da kaynaklanabilir. Mustafa Kemal Paşa da böyle engellerle çok karşılaşmıştır. Biri de burada okuduğumuz Erzurum engellemesi… Öncekilerden örneğin Sivas olayını hatırlayabiliriz. Tabii daha sonra da karşılaşacaktır böyle engellemelerle. Ancak o, Atatürk!... Zorluklar karşısında asla geri adım atmıyor. Sivas engelini, nasıl Sivas operasyonu ile aştıysa, Erzurum engelinin de üstesinden gelmesini biliyor. Liderin bir vasfı da budur: Zorlukların üzerine cesaretle yürümek! Bu yetenek de başka vasıflara bağlıdır: Bilgi ve muhakeme gücü, olup biteni iyi tahlil gücü, gibi...
Mustafa Kemal Paşa, hep durumdan görev çıkarmıştır. Bir Atatürkçünün de başta gelen niteliklerinden biri de bu olmalı: Durumdan görev çıkarmak! Böyle Atatürkçülere ne kadar çok ihtiyacımız var, bugün.
Dikkat ediniz: Atatürk sadece “Ben Kongre’ye kesinlikle katılmalıydım” demiyor, aynı zamanda “onu yönetmeliydim” diyor. Çünkü o her şeyi önceden düşünmüş, planlamıştır. Onun için hep derim: Atatürkçülük kafayı çalıştırmaktır, planlamaktır. Yalnız ufku değil, ufkun ötesini de görmektir. İlk hedefini bakın nasıl çizmiş:
- Millî irade zaman geçirmeksizin, eyleme geçmelidir.
- Millet doğrudan doğruya fiilî ve silahlı olarak önlemler almaya başlamalıdır.
Peki bütün bunları kim yapacak? Kim Millet’e yol gösterecek? Kongre’yi belirlenen hedefler istikametinde kim yönetecek? Kongre’den çıkacak ilke ve kararları kim uygulamaya koyacak?
Onu da planlamış: Kendisi!
İşte önder böyle olur: Önce her şeyi planlar, kendi liderliğini ortaya koyar. Çünkü geleceğe, ufkun ötesine öylesine hâkimdir ki başka türlü sonucun başarısız olacağını açıkça görür.
Demek ki planının temel araçlarından biri kendi liderliği... Eğer bir başkasında o yeteneği görseydi belki ısrar etmeyecek, geri çekilecekti. Ancak öyle bir kanıya sahip olmadığından istifa ve isyan gereği duymuştur. Öte yandan her türlü sonucu da göze almış bulunuyordu. Şu sözü günümüz aydınlarının kulağına küpe olmalıdır:
Vatan ve milletin ölüm-kalım dâvâsı söz konusu iken, yurtseverim diyenlerin kendi sonlarını düşünmelerinin yeri var mıdır?
Bugün Türkiye’de böyle bir insan var mı? Bütün planlarını hazırlamış olarak, kendi varlığını ortaya koyarak çıkacak mıdır meydana?
IV) Millî Teşkilat
Bir “ulusal kurul” (milli heyet) oluşturulmadıkça, bu kurul en etkili şekilde çalışmadıkça bütün çabalar boşa gider.
Ulusal Kurul tek başına hiçbir şey yapamaz. Mutlaka milletin gücüne dayanmalıdır.
A) Bu Vatan bizimdir, bu millet bizimdir; sahipsiz kalamaz.
Bütün Yurtta tek bir millî teşkilat kurulmalıdır. Bu teşkilat Türkiye’nin her tarafını kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Bir ortak heyet oluşturmalıdır.
Başkan -tıpkı Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı gibi- yurtsever bütün örgütleri toparlamalı, bir araya getirip birleştirmeli, teşkilatı daha da genişletmelidir.
Atatürk millî teşkilatı iki aşamada gerçekleştirdi:
- Önce mevcutları birleştirdi.
- Sonra millî teşkilatı vatanın en ücra noktalarına kadar genişletti.
Bugün de aynı model uygulanabilir.
B) Türkiye Cumhuriyeti, hızla sürüklenmekte olduğu bir tuzakta yok edilmek isteniyor. Tek çare Millet’in, bütün güçlerini tek bir merkezde toplayarak örgütlenmesidir.
1) Milletin, içine düştüğü tehlikeli durumun gereğini yerine getirmek ve haklarını korumak için bir Millî Heyet’in oluşturulması artık geciktirilemeyecek bir noktaya gelmiştir. Çünkü Türk varlığı her gün bir gün öncesini aratacak derecede yıkımlara maruz bırakılmaktadır.
2) Millî Heyet’in (Ulusal Kurul’un) oluşumu için öncelikle denenecek yol -yukarda belirttiğim gibi- zaten mevcut olan kuruluşların birleştirilmesidir. Mevcut kuruluşlar şu ilke etrafında bir araya getirilmelidir: Parola Vatan, işareti Namus!.. Bu sağlandıktan sonra ise, bir millî kongreye gidilmelidir.
3) Yürütülecek faaliyetlerin kılavuzu, Atatürk’ün yayımladığı Amasya Genelgesi’dir. Çünkü 1919’da olduğu gibi bugün de, 2006 yılında da:
- Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Tehlikenin kaynağı değişmemiştir: Batı, yani Avrupa Birliği ve ABD !...
- Hükümet tıpkı o tarihteki İstanbul Hükümeti gibi görevini yerine getiremiyor. Çok daha acısı bizzat kendisi Vatanın bütünlüğüne karşı, milletin bağımsızlığına karşı bir tavır sergileyebiliyor.
- Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. Dâvâya asıl el koyacak olan, yine Millet’tir.
C) Görevlere kimler getirilecektir?
1) Görevlere daima sağlam ve güvenilir insanlar getirilecektir. Bu, üzerinde titizlikle durulması gereken bir koşuldur. İlkeyi “Refet-Salahattin Beyler olayı”ndan çıkarıyoruz.
Bu olayın anlamı şudur: Birincisi, bir teşkilatlanmada görev alacak kişilerin güvenilirliği son derecede önemlidir. İkincisi, bu koşulun sağlanmasında çok titiz ve ödünsüz olunmak gerektiğidir. Meydana gelen her olumsuz gelişme üzerinde ânında yoğunlaşmak, olayı yorumlamak, gerekli tedbiri hemen almak gerekir. Durumdan bütün birimler haberdar edilmeli, bütün birimler uyarılmalıdır.
Ancak şu da var ki başlangıçta çok ümit vermiş olsalar da, dâvâdan dönenler de olacaktır. Böyle durumlar doğal karşılanmalıdır.
2) Atatürk dâvâ açısından tehlikeli bulduğu bu gelişme üzerinde ısrarla duruyor. Eğer ana dâvâyı bir zincire benzetirsek, onda tek bir zayıf halkaya dahi göz yummuyor. Zincirin her halkası sağlam olacak. Tek bir istisnaya bile yer yok. Salahattin Bey güven vermemiştir. O halde sağlamlığından tam emin olana kadar üzerine gidilecektir.
İşte İstiklal Savaşı, başında böylesine yüksek karakterli ve sağlam düşünen bir önder olduğu için kazanılmıştır. Bu bize tarihin bir lûtfudur.
Şimdi de böyle bir öndere muhtacız.
Diyeceksiniz ki kolay mı bu? Dünyaya yüz yılda bir geliyor öylesi!
D) Eğer bugün de “Vatan ve Millet’in varlığını koruma gereği” ile karşı karşıya isek, bunun gereğini yerine getirecek gücün ne olduğunu Atatürk bize bildiriyor; o güç bütün vatanı bir elektrik ağı gibi saracak olan millî akımdır, o akımın kahramanlık ruhudur!...
Türkiye’nin bu tehlikeli gidişini önleyecek çareyi Atatürk gösteriyor:
- Milletin yazgısına egemen bir millî irade, ancak Anadolu’dan doğabilir.
- Toplanacak bir kongrenin ilk hedefi şu olmalıdır: Millî iradeye dayalı bir Millet Meclisi!... Gücünü millî iradeden alacak bir hükümet!...
Bugün Türkiye’de bu ikisi de yok! Öyleyse bu ikisidir, önce gerçekleştirilmesi gereken.
Manevi güç çok önemli... O hem var olmalı, hem yükseltilmeli...
Halkımızın mâneviyatı kuvvetlendirilmelidir. Bunun için yapılacak işlerden biri, başta Türk İstiklal Harbi olmak üzere milletlerin gayelerine ulaşmak için yaptıkları millî mücadeleler tarihinden halkımızı, gençlerimizi haberdar etmektir.
V) Halk
Halk sürekli aydınlatılmalı, büyüyen tehlikeden sürekli haberdar edilmelidir. Bugünkü gelişmelerin gelecekte hangi tehlikelere yol açacağı halka anlatılmalıdır. Batı’dan, ABD’den, onların yerli işbirlikçilerinden korkmamak gerekir. ABD’nin Irak’taki perişan hali ortadadır. Batı’nın gerçekte bir kâğıttan aslan olduğu örneklerle gösterilmelidir. Atatürk’ün kanıtladığı gibi “Ya istiklal ya ölüm” diyebilen bir ulusu, hiçbir kuvvet yenemez.
Halkın AB dayatmaları ve ABD tehditleri karşısında yeteri kadar tepki göstermesi sağlanmalıdır. Bu tepkinin sürekli ve etkili olması temin edilmelidir.
Yurt çapında toplantılar ve gösteriler başlatılmalıdır. Bir ulusal gazete, ulusal bir TV kanalı kurulmalıdır.
Bir uygulama ilkesi şudur: Batı’ya haklarımızın bilincinde olduğumuzu ve onları çiğnetmemeye kararlı olduğumuzu açıkça göstermeliyiz. Böyle cesur ve onurlu tavır, mevcut hükümetten asla beklenemez. Ulusalcı cephe bu bilinci canlandırmalı ve güçlendirmelidir, milleti de o şekilde davranmaya yönlendirmelidir.
VI) Engeller ve Tepkiler
A) Yeniden Millî Mücadele’nin önüne, eşdeyimle Millî Heyet’in ve Başkan’ın önüne engeller çıkarılacaktır.
Başkan ve arkadaşları bu engeller karşısında yılmamalıdır. Onlara karşı hazırlıklı olmalıdır.
Bizden olup da AB, ABD himayesi isteyen, yabancıların propagandasını yapan, onların dâvâsı için çalışan kişiler, yazarlar, profesörler, kuruluşlar, örgütler, vakıflar, dernekler kaplamıştır ortalığı. Tıpkı İstiklal Savaşımızın İstanbul’unda olduğu gibi... Milli Heyet ve başkan bunları deşifre etmeli, ne olduklarını, hangi hâince tertipler içinde bulunduklarını halka anlatmalıdır.
AB ya da ABD uyduluğuna karşı kesin tavır alınmalıdır.
Türkiye için en büyük tehlike Çirkin Batı’dır.
B) Mustafa Kemal Paşa Vatan’ın kurtuluşu için cansiperane bir gayret içinde iken, Padişah Vahdettin ve Hükümeti onun bu girişimini engellemek için uğraşıyor. Bu girişim bize iki hususta bilgilenme imkânı veriyor: Birincisi, Vahdettin’in karakteri... İkincisi, başkan bugün de aynı engellerle karşılaşabilir. Gerçekten günümüzde de Millî Teşkilatlanma güçlendikçe, hükümetten ve diğer karşı güçlerden kaynaklanan engelleme girişimleri olacak, belki giderek artacaktır da. Bunlara önceden hazırlıklı olmalıdır.
C) Hükümet tıpkı 1910’ların İstanbul Hükümeti gibi… Batı’ya toz kondurmuyor. Ona hoş görünmek için her şeyi yapıyor. Teslimiyetçi olmayı en akıllıca davranışmış gibi yutturmaya çalışıyor.
1) Bugün Türkiye’yi öyle bir hükümet yönetiyor ki hiçbir şekilde güven vermiyor, yurtseverlere. Cumhuriyetin bütün kurumlarına muhalif, hemen bütün kurumlarla kavgalı. Böyle bir hükümet dışarıda Cumhuriyetimize ve devletimize ne ölçüde sahip çıkabilir, bunun takdirini size bırakıyorum. İşte sanayileşmesi engellenmiş, eğitim düzeyi yükseltilmemiş bir ülkede, Amerikan ihraç malı demokrasinin vereceği sonuç bu olur. Geçmişte, 1938’den bu yana Türkiye’yi yönetenler, İsmet Paşa’dan Recep Tayyip’e bütün başbakanlar ve hükümetleri bu eserleriyle (!) bol bol öğünebilirler.
2) Nutuk’ta Ali Kemal Bey’in, Mustafa Kemal Paşa’ya yönelttiği eleştiri, üzerinde durmaya değer. Benzeri eleştiriler bugünün ulusalcılarına karşı da yapılıyor: “Bunlar dinozor... Dünya değişti, haberleri yok. Günün politikasını bilmiyorlar” gibi…
İşbirlikçiler yabancı güçlerin kışkırtmasıyla Başkan’a ve ekibine karşı da harekete geçebilecektir; onları küçük düşürmeye, faaliyetlerini engellemeye çalışacaklardır. Olası başkan ve arkadaşları bu tür karalama ve davranışlara hazırlıklı olmalıdır.
3) Sait Molla’nın mektubu da derslerle dolu. Meselâ şu işbirliğine dikkat edelim: Bir yanda bir rahiple bir molla, öbür yanda hükümetten bir politikacı; aralarına basından, diğer politikacılardan birilerini de katmaya çalışıyorlar. Emir besbelli İngiltere’den gelmiş. Bir kısım insanlarımız ne yazık ki satın alınmış, Hediye ile, para ile...
Bu entrikaya, bu oyuna neden ihtiyaç duyuluyor? Ortalığı karıştırmak için..., Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetlerini engellemek için..., aleyhinde propaganda yaparak halkı ona karşı kışkırtmak için.
4) Bir hileleri de şu: Onun tarafındanmış gibi görünerek, Mustafa Kemal Paşa’yı tuzağa düşürmek. Demek ki Sait Molla şu Alman atasözünü biliyor ya da kulağına Rahip Frew fısıldamış: Birine kötülük yapacaksan eğer, yüzüne iyilikle bak, onunla dostça konuş. Öyle ki hilenin farkına varmasın, yanılsın.
Aynı taktiğe Ali Galip’in de başvurduğuna dikkat edelim. Bütün bu dolaplar çok daha modern ve etkili tekniklerle bugün de döndürüldüğünden, Rahip Frew oyunu da olası Başkan’ın kulağına küpe olmalı. Büyük yurtsever Kâmuran İnan -çok acı ama- “Türkiye’de en az yüzbin satılmış var” diyor. Soros’u, onun Türkiye’deki adamlarını, Alman vakıflarını, AB’den para alan -ne acıdır ki içlerinde işçi sendikaları, ÇYDD gibi Atatürkçü geçinen dernek ve vakıflar da var- sivil toplum örgütlerini,... hatırlayalım.
Ey Atatürkçüler, sizden gibi görünenlere, takiyyecilere dikkat!
Sait Molla, Ali Galip, Rahip Frew tipleri bugün de aramızdadır, unutmayalım.
Onlar bir arada, kenetlenmişler… Onlar arı gibi çalışıyorlar.
Peki ya siz?
Prof. Dr. Cihan DURA, 2006