BÜYÜK ORTADOĞU MU? YENİ BİZANS MI?
Medyada son zamanlarda tartışılan “Büyük Ortadoğu Projesi” aslında yeni bir proje değildir. Osmanlı İmparatorluğu geri çekildikten sonra emperyalizmin Ortadoğu'ya hâkim olma projesinin eski adıdır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu proje İngiliz-Fransız ortaklığıyla yürütülmüş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, Fransa ve İngiltere'nin yollarının ayrılması neticesinde Amerika, İngiltere’yle birlikte Ortadoğu'ya girmiştir.
Bu dönemde bölge ülkelerinin bir araya gelmesini temin etmeye yönelik kurulan; Bağdat Paktı, CENTO ve RCD gibi paktlara Amerika ve İngiltere de dahil olmuş ve Anglo-Sakson Atlantik İttifakı bölgede yeni kurulan İsrail devletine şemsiye vazifesini yürütmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu'nun geri çekilmesinden sonra Ortadoğu’da meydana gelen otorite boşluğu, II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan soğuk savaş döneminde Sovyet Bloğu ile Batı Bloğu arasında dengelenmiştir. Bilindiği gibi dönemde Türkiye bir NATO ülkesi olarak Batı Bloğu ile beraber hareket etmiş, Ortadoğu'da Sovyetler'in hâkimiyetine karşı bir denge unsuru olmaya çalışmıştır.
Sovyetler Birliği’nin geri çekilmesi ve küreselleşme sürecine girilmesine müteakip bölgede meydana gelen otorite boşluğunda, Amerika'nın örgütlediği bir provokasyonla, Irak önce Kuveyt'i işgal etmiş, daha sonra da Amerika Kuveyt'in işgalini bahane ederek I. Körfez Savaşı ile bölgeye askerî bir varlık olarak girmiştir. I. Körfez Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler Amerika’nın bölgedeki hâkimiyetini artırmıştır. I. Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak istikrarsızlığa sevk edilmiş ve böylece bölgesel bir yeniden yapılanmanın önü, bölgedeki istikrar düzeni yıkılarak, açılmıştır. II. Körfez Savaşı ile de ABD bölgedeki askerî varlığın daha da artırma imkânına kavuşmuştur.
ABD’nin Ortadoğu’daki askerî varlığını artırmasındaki ana hedefi, İsrail'in önünü açmak ve İsrail merkezli büyük bir yapı oluşturmaktır. Kudüs'ün başkent olduğu, İsrail'in Ortadoğu'nun merkezinde yer aldığı bu büyük yapı, “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırılmıştır. Bu çerçeveden bakıldığında Büyük Ortadoğu; Ortadoğu üzerinden Kafkasya'ya ve Orta Asya'ya yönelerek petrol coğrafyasını-İslâm coğrafyasını, ki bunun içerisine Mısır ve Kuzey Afrika'yı da dahil edebiliriz, Kuzey Atlantik İttifakı’nın yâni Amerika ve İngiltere'den meydana gelen Anglo-Saksonlar ile Yahudiler’in ortaklığından meydana gelen Atlantik İttifakı’nın ve daha da ileri gidersek, bugün New York'ta üslenmiş olan “dünya devleti”nin, hâkimiyeti alanına sokma projesidir.
Günümüze kadar dolaylı yollardan gerçekleştirilmeye çalışılan Büyük Ortadoğu projesi, günümüz koşullarında olayların hızlanması ve bir çok yönünün açığa çıkmasından dolayı Amerikan kaynakları tarafından bütün dünyaya açıklanmıştır.
Fiilen açıklanmış olan bu proje günümüzde sâdece Türkiye’de değil bütün dünyada tartışılmaktadır. Tarihî olarak dünyanın jeopolitik merkezî olma konumunu her zaman koruyan Ortadoğu’nun önemi yeni dünya düzeninin kurulması aşamasında daha da artırmıştır. İçinde yaşadığımız zaman diliminde Amerikan merkezli dünya yapılanması çerçevesinde, İsrail lobilerinin güdümündeki Amerika; Ortadoğu'ya yerleşerek, bu yapılanmayı bütün dünya ülkelerine dayatmaktadır. Amerika, özellikle Avrupacı ve Asyacı güçlerin dünyanın jeopolitik bölgesine girerek, petrol coğrafyasına ve İslâm coğrafyasına müdâhalelerini engellemek üzere, bu projeyi harekete geçirmiştir de diyebiliriz.
Kamu Yönetim Temel Kanunu ve Büyük Ortadoğu
Bu bağlamda değerlendirildiğinde “Büyük Ortadoğu Projesi”, “Kamu Yönetimi Reformu Yasa Tasarısı”, “Kıbrıs” ve Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin tartışmaların aynı zaman diliminde gelmesi de bir tesadüf değildir. Bu dünya konjonktürünün olaylara kazandırdığı bir aşamanın ürünüdür. Türkiye’nin elindeki güç, köşeye sıkıştırılarak, kuşatılarak, tasfiye edilerek alınmak istenmektedir. Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı'na bakılırsa, Türkiye'deki merkezî devletin, ulusal devletin, tasfiye edilmesinin hedeflendiğini görülür.
Küreselleşmenin temel ideolojisi olan “yönetişim” anlayışını idarede hâkim kılmaya yönelik bu tasarı, yerel güçlerin öne çıkarılması görünümü altında, aslında sermayenin yerel birimler aracılığıyla Türkiye'nin içine sızması ve yerel yönetimleri kullanılarak Türkiye'nin dışarıdan sermaye aracılığıyla yönetilmesi demektir. Böylesine bir yapılanmanın önü Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı ile açılmakta ve merkezî devletin elindeki otoritenin yüzde 6O'ı tasfiye edilerek, bakanlıkların yarısından fazlası kapatılarak, devletin ve merkezi idarenin elindeki güç yerel yönetimlere verilmektedir.
Yerel yönetimlerin merkezin kontrolünün dışarısına çıkartılarak merkezin zayıflatılması, yerel yönetimlerin, geleceğin “şehir devletleri” olarak, dış dünyanın denetimine açılmasına hizmet etmektedir. IMF ve Dünya Bankası öncülüğünde başlatılmış olan, geleceğin şehir devletleri projesi Türkiye’de Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı ile gündeme getirilmektedir. Bu tasarının benzerleri bütün dünya ülkelerine, uluslararası finans kapitalin “dünya devleti” adına dayatılmaktadır. Bu tasarı ile ulus devletlerin tasfiye süreci ve “dünya devletine” bağlanacak olan “şehir devletleri” yaratma projesi başlatılmıştır.
Tasarının Meclis'ten geçmesi hâlinde Türkiye’nin hızla Amerika'daki eyalet yapısına dönüşeceğini söyleyebiliriz. Bu anlamda düşünüldüğünde Büyük Ortadoğu Projesi ile Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı birbirini tamamlayan iki olgudur.
Büyük Ortadoğu Projesi'ni gerçekleştirmek isteyen Atlantik İttifakı, Amerika - İngiltere ve İsrail üçlüsü, Türkiye'yi “müttefik” olarak yanlarına çekerken, NATO üyesi olan Türkiye yavaş yavaş Ortadoğu'ya kaydırılmakta ve Türkiye'nin devlet yapısını da Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında biçimlendirmeye çalışmaktadırlar. Büyük Ortadoğu Projesi'nin merkezinin Kudüs olacağı ve giderek Ortadoğu sınırları içerisinde yer alan devletlerin parçalanacağı, eyaletlere dönüşeceğini düşünülürse, Meclis'ten çıkacak Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı'nın da aynı amaca hizmet ettiği görülür.
- ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından Irak’ın şu an 3'e bölünmüş olduğu ama gelecekte 5 eyaletten oluşacak bir Irak yapılanmasının öngörüldüğü bilinmektedir. Bu süreç içerisinde Suriye'nin Dürzi, Manini, Asuri ya da Süryani, Şîi, Sünnî olmak üzere 5 ayrı yapıya bölüneceği çeşitli kaynaklarca ifâde edilmektedir. Yâni bölgenin geleceğinde bir Büyük Irak yoktur, bir Büyük Suriye yoktur. İran için de böyle bir süreç gündemdedir.
Ortadoğu'nun genişletilmesi süreci içerisinde bu bölgenin içerisine çekilecek olan İran'ın da yine Azeri, Farsi, Türkmen, Beluci ve Kürdi olmak üzere 5 eyalete bölüneceği ifâde edilmektedir. Aynı şekilde Türkiye'nin de ilk aşamada 7 ayrı parçaya bölüneceği dile getirilmektedir.
Karadeniz’de Pontus, Doğu Anadolu'da Ermenistan, Güneydoğu'da Kürdistan, Ege’de Iyonya şeklinde Türkiye’nin bölünmesidir... Bu oluşum gerek Avrupa güçleri gerek küresel güçler gerekse de Ortadoğu'nun merkezi olmak isteyen İsrail’in hâkim olduğu medya aracılığıyla Türkiye'de desteklemektedir.
İşte bu noktada Türkiye'nin Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısıyla merkezî devlet yapısının yavaş yavaş tasfiye edildiğini ve devlet gücünün yerel yönetimlere kaymasıyla Büyük Ortadoğu Projesi’nin eyaletleri olacak şekilde “eyaletleştirme” çalışmalarının gerçekleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Eğer Büyük Ortadoğu Projesi gerçekleşirse bunun içerisine; 7 tane Türkiye'den, 5 tane İran'dan, 5 tane Suriye'den, 5 tane Irak'tan, 3 veya 5 tane Suudi Arabistan'dan ve birkaç tane de Mısır'dan olmak üzere eyaletlerin katılacağı ve yaklaşık 35-40 eyaletten oluşacak bir Ortadoğu Birleşik Devletleri’nin hedeflendiği görülmektedir.
Bu proje aynen Amerika Birleşik Devletleri gibi bir projedir. Fransa ve Almanya, ortak pazardan başlayan süreçle birlikte, ABD'ye rakip olarak daha güçlü bir yapı kurmak için, Avrupa Birliği’ni, Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüştürmeyi hedeflemişler ve bunun için de belirli plânları uygulamışlardır. Bu bağlamda Avrupa Birleşik Devletleri’nin Doğu'ya yayılarak dünyanın jeopolitik merkezi olan eski Osmanlı hinterlandını kontrol altına almasını, Almanya merkezli Avrupa'nın petrol coğrafyası olan Kafkasya ve Orta Asya'ya yönelmesini, gelecekte kendinin hâkim olmayı plânladığı Ortadoğu'ya Hıristiyan Avrupa'nın girmesini önlemek için İsrail’in, Ortadoğu Birleşik Devletleri yapılanmasını, Atlantik İttifakı’nın ordularıyla gerçekleştirmek üzere, gündeme getirdiğini görüyoruz.
Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı Türkiye'yi Ortadoğu'nun yeni yapılanmasına uygun yapılandırmak ve Türkiye'yi devlet olmaktan çıkararak “araziye” dönüştürmek amacını gütmektedir. Bu arazi Ortadoğu'da kurulması düşünülen çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü, kozmopolit bölgesel federasyona dahil edilecektir. Türkiye'de sâdece Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı ile değil buna bağlı 16 ayrı kanun tasarısıyla bu projeye hazır hâle getirilmek istenmektedir.
Okyanus ötesinden dünyanın anakarası -jeopolitik merkezi- olan Ortadoğu'ya gelmeye hazırlanan “Dünya Devleti” için, sâdece bölgenin başkenti yapılmaya çalışılan Kudüs değil aynı zamanda bölgenin Osmanlı ve Bizans'tan kalma başkenti İstanbul da ön plâna çıkmaktadır. Özellikle Amerikan Hıristiyanları’nın İstanbul'u bölgenin başkenti yapmaya çalıştıkları ama buna karşı bu ittifak içerisinde yer alan İsrail lobilerinin Siyonist çizgide Kudüs'ü öne çıkararak Kudüs'ü önce İsrail'in sonra Ortadoğu'nun sonra da dünyanın merkezi, başkenti, yapmayı hedefledikleri gündeme gelmektedir.
Geniş Avrupa Projesi
Bu çerçevede Türkiye'nin Avrupa Birliği’ne giremeyeceğini görüyoruz. Türkiye 2O. yüzyılın ikinci yarısından bu yana yarım yüzyıldır Avrupa kapısında bekletilmektedir. Ne Avrupa'nın içine alınmaktadır ne de Avrupa'nın dışında bırakılmaktadır. Bir anlamda Türkiye Avrupa sopası ile sürekli dövülmektedir.
Türkiye Avrupa'nın içine alınmamaktadır çünkü çok büyük bir ülkedir. Avrupa'nın iç dengelerini bozabilecektir ve bugünkü büyüklüğü ile Avrupa yöneliminde etkin olabilecektir. Bu ise Fransız-German ittifakına dayanan merkezî Avrupa yapılanmasının çıkarlarına terstir. Bu çerçevede ne Almanya ne Fransa bugünkü büyük yapısıyla Türkiye'yi Avrupa'nın içerisinde istememektedirler. Ama Türkiye'yi kendi başına da bırakmak istememektedirler. Çünkü Avrupa, Ortadoğu yapılanmalarının ve Avrasya stratejilerinin merkez ülkesi konumundaki Türkiye'yi, kendi başına bırakarak kendisinin dışında Asya ya da Atlantik İttifakı’na dayanan yeni yapılanmalarda yer almasını önlemek istemektedir.
Avrupa Türkiye’yi üyelik vaadi süreci içerisinde kontrol altında tutmuş, Kopenhag Kriterleri ve diğer uyum paketleriyle de Türkiye'yi kendi istediği yapıya dönüştürerek zayıflatmıştır.
Bu doğrultudaki Avrupa inisiyatifini bir yönüyle Atlantik İttifakı da desteklemiştir. Soğuk savaş döneminde Sovyetler’e karşı Avrupa’nın tutumu Atlantik İttifakı tarafından desteklenmiştir. Küreselleşme sürecinde ise, kamu oyundan saklanan Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye'nin Ortadoğu yapılandırılması çerçevesinde “araziye” dönüştürülmesi plânı, İttifak tarafından AB’ye üyelik sürecinin kullanılmasıyla uygulanmıştır.
Avrupa Birliği aslında büyük Avrupa'yı hedeflemektedir. Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı “Geniş Avrupa Projesi” gündeme gelmektedir. Avrupa 1958 De Gaulle’ün ilân ettiği, “Atlantik'ten Urallar’a kadar Büyük Avrupa”yı gerçekleştirmek istemektedir. Bu noktada AB, yavaş yavaş Gürcistan ve Ermenistan'ı da içine alarak Kafkasya’yı bir Avrupa eyaletine dönüştürmeye çalışmaktadır.
Anadolu’yu ise Büyük Ortadoğu'da yapılmak istendiği gibi eyaletleşme ve Hıristiyanlaşma süreci ile içine almaya hazırlanmaktadır. Aynı şekilde AB'nin Ukrayna ve Rusya'da da bölücü çalışmaları, küçük devlet yapılarını gündeme getiren oluşumları desteklediğini görüyoruz.
Rusya ve Türkiye gibi büyük devletlerin içine girerek dengelerini bozmasını önlemek isteyen Avrupa; Türkiye, Ukrayna ve Rusya gibi ülkeleri bölerek, parçalayarak, küçük devletler hâline getirerek Avrupa eyaletleri biçiminde içine almak istemektedir. Atlantik'ten Urallar’a kadar Büyük Avrupa hedefine yönelerek, ABD’yi devre dışı bırakarak, Avrupa merkezli bir dünya kurmaya yönelen Avrupa, Türkiye üzerinden Kafkasya ve Orta Asya'ya girmek istemektedir. Bu politikanın temelleri Almanlar’ın “Ospolitik” dediği ve 1870'li yıllarda II. Wilhelm zamanında hazırlanmış olan Büyük Almanya projesine dayanmaktadır.
Büyük Almanya projesi, Osmanlı İmparatorluğu’nu, İran'ı, Kafkasya’yı ve Orta Asya'yı içine alan bir Alman-İslâm İmparatorluğu kurmaya ve oradan Hindistan'a müdâhale ederek Doğu'daki İngiliz üstünlüğünü devre dışı bırakmaya yönelikti. Almanya'nın kendi başına gerçekleştiremediği Alman-İslâm İmparatorluğu projesini Avrupa'yı arkasına alarak gerçekleştirmek istediğini, önce bir Büyük Avrupa kurup ondan sonra da bunu Avrasya'ya taşımayı hedeflediğini görüyoruz.
İşte bu süreç içerisinde Türkiye'yi parçalaması anlamına gelen “Yugoslavya modeli”nin Avrupa tarafından Türkiye'ye uygun görüldüğüne şahit oluyoruz. Avrupa hiçbir zaman Müslüman, ulusal ve üniter Türkiye Cumhuriyeti devletini içine almayacaktır. Nitekim Alman Hıristiyan Birliği Başkanı Angela Merkel Türkiye'yi ziyaretinde bunu açıkça ifâde etmiştir.
Almanya ancak bir II. Endülüs projesi çerçevesinde Anadolu’ya ilgi duyar. Orada nasıl Hıristiyanlaştırarak Müslümanlar dışlanmışsa bugünde Avrupa Birliği Kiliseleri’nin desteğindeki misyonerlik faaliyetleri ile Anadolu Hıristiyanlaştırılmak istenmektedir. İkinci bir Endülüs projesi çerçevesinde Anadolu'daki Türk ve Müslüman yapı tasfiye ettikten sonra AB Anadolu’yu içine alacaktır. Yâni Anadolu'nun üzerinde yaşayan Hıristiyanları içine alacaktır. Anadolu'yu, Orta Asya, Kafkasya, Avrasya ve Ortadoğu'ya uzanan bir arazi olarak içine alacaktır ama hiçbir zaman Anadolu'nun üzerinde bağımsız bir devlet olarak varolan Türkiye Cumhuriyeti’ni ulusal, üniter, Müslüman ve Türk kimliği üye olarak almayacaktır. Avrupa’nın Türkiye ile olana ilişkilerini bu çerçevede görmek lâzım.
Avrupa'nın Türkiye’ye bakış açısı kesinlikle Sevr haritası ve Sevr Antlaşması’ndaki ilkelere dayanmaktadır. Ama Türkiye Cumhuriyeti, Sevr Antlaşması’nı yırtan Türk milletinin, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda kurmuş olduğu bir millî devlettir. Bu durumda Türkiye, millî devlet olarak, ulusal, üniter ve cumhuriyetçi yapısı ile Avrupa Birliği içerisinde yer almalıdır. Bunun için çaba sarf edilmelidir. Avrupalılar bunu görmek istememektedirler. Yâni Türkiye Lozan'dan gelen statüsüyle Avrupa'nın içerisinde yer almak istemektedir.
Avrupalılar ise kesinlikle Sevr'i uygulayarak, Lozan'ı tasfiye ederek Türkiye'yi AB'nin içine almak istemektedir. Bu çerçevede Türkiye ile Avrupa'nın bakış açıları birbirine karşı olduğu için, çakıştığı için yakın bir gelecekte Türkiye'nin AB'ye üye olamayacağı söylenebilir. Olağanüstü büyük değişiklikler gündeme gelmedikçe Türkiye Avrupa'nın içinde yer almayacaktır. Türkiye bu nedenle “AB üyeliği” diye oyalanmamalıdır. Mutlaka alternatifini kendisinin merkezinde yer aldığı Avrasya bölgesinde Türk ülkeleriyle, Türk dünyasıyla yakınlaşarak gündeme getirmelidir.
Türkiye Ne Yapmalı?
Türkiye bu koşullarda somut bir plânı kendi çıkarları doğrultusunda uygulayabilirse ayakta kalabilir. Türkiye'nin geleceği için geliştireceği ulusal strateji kesinlikle Avrupa veya Ortadoğu merkezli olmayacak; Türk dünyası merkezli olacaktır. Böyle bir noktada Türkiye için Kafkasya Ortadoğu'dan daha fazla önem taşımaktadır. Türkiye, Azerbaycan'ın köprü olarak yer alacağı, Orta Asya - Ön Asya ittifakının oluşumunu, Türk ülkelerinin çekirdeğinde yer alacağı bir Avrasya sürecini bir an önce başlatmalıdır.
Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya'ya yakınlaşarak, Rusya ve İran'la geliştirilecek işbirliği çerçevesinde Kafkasya ve Orta Asya'nın öne çıkacağı, kendisinin de bir Ön Asya ülkesi olarak yer alacağı Avrasya yapılanmasını, Avrupa ve Atlantikçi güçlerin Büyük Ortadoğu projelerine alternatif olarak gündeme getirmek zorundadır. Türkiye özellikle geçenlerde İstanbul'a gelen Rusya'daki Avrasya Partisi Başkanı Aleksander Duge'nin ortaya koymuş olduğu gerçekler doğrultusunda Avrasya gerçeğini izlemek zorundadır. Bu bağlamda Aleksandr Dugin’in Avrasya stratejisi çerçevesinde yazılmış olduğu “Rus Jeopolitiği” isimli kitabını Türkiye'nin ulus-devlet olarak ayakta kalmasını isteyen ve Türkiye'nin geleceğe yönelik alternatifini arayan çevrelerin okuması ve tartışması gerekmektedir.
Bu kitabın da ortaya koyduğu gibi Avrasya bölgesinde sâdece Atlantik güçlerinin, sâdece Amerika'nın, sâdece Avrupa'nın bir yapılanması söz konusu değil. Avrasya'nın en büyük ülkesi olan Rusya'nın da geleceğe yönelik bir Avrasya yapılanması gündemdedir. Aynı şekilde Çin'in merkezinde yer aldığı Şanghay Örgütü’nün de Çin merkezli bir Avrasya yapılanması içinde olduğunu görüyoruz.
İşte bütün bu projelerin ortasında yer alan merkezî ülke konumundaki Türkiye’nin de Avrupa, Atlantik, Rusya ve Çin'in geliştirmiş olduğu Avrasya projelerine karşı mutlaka Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk ülkeleriyle bir araya gelmeyi kapsayan Türk merkezli bir Avrasya yapılanmasını gündeme getirmesi gerekmektedir. Bu noktada Türkiye, Avrupa-Amerika, Atlantik İttifakı-Asya, Rusya-Çin, Hindistan-İslâm dünyası, Arap dünyası-İsrail arasındaki ilişkilerini son derece dengeli bir şekilde götürmeli, kesinlikle bu süreç içerisinde Türkiye hiçbir çatışmaya girmemelidir.
Türkiye savaşa girerse kendisi üzerinde daha büyük güçlerin kontrolü altına gireceği için Türkiye - Avrasya yapılanmasında kendi ulusal stratejisini geliştiremeyecektir. Bu çerçevede bakarsak, Türkiye'nin geleceğe yönelik Türk dünyası merkezli bir Avrasya yapılanmasını uzun vadede hedeflemesi gerektiği kesinlikle yakın vadede bölgeye hâkim olmak isteyen emperyal güçlerin savaşına alet olmaması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Rusya'nın Türkiye'ye yönelttiği Avrasya yapılanması çerçevesinde Türkiye, Rusya ve İran ile yakın işbirliğini deneyebilir. Bu çerçevede Karadeniz İşbirliği ile başlayan Karadeniz Ortak Pazarı, bu çerçevede İran'la ilişkilerle başlayan Orta Asya'yı içine alan Ekonomik İşbirliği Anlaşması bir araya getirilerek; Rusya, Türkiye ve İran öncülüğünde bir Avrasya Ortak Pazarı, Avrupa Ortak Pazarı gibi gündeme getirilebilir. Bu çerçevede İran, Rusya ve Türkiye gibi Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin de içinde yer alacağı geniş bir Avrasya Ortak Pazarı Türkiye'nin Türk dünyası ülkeleriyle yakınlaşmasına yardımcı olacaktır. Aynı şekilde bölge dışı ülkelerin emperyal saldırılarına karşı bölge ülkelerinin arasında kurulacak dayanışma çerçevesinde AB'ye giden yolu açan, Avrupa Konseyi çerçevesinde bir konsey yapılanması Avrasya içinde düşünülebilir. İstanbul merkezli bir Avrasya Konseyi, Rusya'nın, İran'ın Kafkasya ülkelerinin içerisinde yer alacağı bir şekilde ve Avrupacı ve Atlantikçi güçlerin emperyal saldırılarına karşı bir denge unsuru olarak gündeme gelebilir.
Türkiye'nin Avrasya’nın yeniden yapılandırılmasında etkin bir rol oynayabilmesi için kültürel, ekonomik ve merkezî ulusal devlet yapısıyla ayakta kalması sağlanmalıdır. Ancak güçlü ve kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye acil olarak gerçekleştirmesi gereken Ön Asya Türkleri ile Orta Asya Türkleri’nin bir araya gelmesi projesini hayata geçirebilir.
Yine Türkiye’nin böylesine bir Avrasya yapılanmasını kısa sürede gerçekleştirebilmesi hâlinde Ön Asya'da, Anadolu'da Türkler ayakta kalabilir. Aksi taktirde geniş Avrupa stratejisi, Büyük Ortadoğu stratejisi, Amerika'nın Avrasya'ya yönelik İstanbul'u merkez yapan stratejisi, Hıristiyan dünyasının bu bölgede yeni Bizans stratejisi, unutmayın Fener Rum Patriği Yeni Roma'nın Ekümenik Patriği olarak imza atmaya devam etmektedir Yeni Roma’dan kastedilen ise Yeni Bizans'tır, Türkiye’nin varlığını tehdit etmeye devam edecektir. Türkiye’nin Anadolu'da ayakta kalabilmesi, Ön Asya'da Türk varlığının ve Türk devletinin devam ettirebilmesi; Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk dünyası ile Türkiye'nin hızla bir bölgesel ittifaka gitmesiyle sağlanabilir.
Aksi taktirde Türkiye stratejik konuma sahip bir ülkeyi, Avrupa ve Amerika gibi, dünya hegemonyasına yönelen güçler kullanmak isteyeceklerdir. Bölgenin en büyük askerî varlığına sahip olan Türkiye'nin bu gücü birçok senaryo uyarınca emperyal güçler tarafından komşu ülkeler üstünde kullanılmak istenilebilecektir. Bütün bunlara karşı Türkiye'nin Türk dünyası ülkeleriyle başlamış olan yakın ilişkilerini hızla sıklaştırarak Türki ülkelerinin öncülük yapacağı bir Avrasya seçeneğini yapılanmasını dünyanın gündemine getirmesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde Türkiye varlığını koruyabilir, ancak bu şekilde Anadolu'da bir Türk devleti, devam edebilir, ancak bu şekilde Ön Asya'da, Orta Asya'dan kopup gelen Türkler, varlıklarını koruyabilirler.
A.Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
04 Şubat 2010
Pentagon ve The Atlantic
Türkiye hazırlıklı olmalıdır
ABD Savunma Bakanı Robert Gates, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşananları bağımsızlıklardan hatta Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden bu yana yaşanan en büyük dalga olarak nitelendirerek “iki ayda en olağanüstü değişimi gördük” diyerek değerlendirmiş.
Stratejist Brezizenski, “ABD, bu olayların arkasında değilse de önünde olmalıdır” demişti. ABD de gerçekten bölgedeki olayların Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesinde öngörülen biçimde şekillenmesi için gerekeni yapmış bulunmaktadır.
Olaylar Türkiye sınırına gelip dayanmıştır
Olaylar Sudan, Tunus, Mısır, Cezayir, Yemen, Bahreyn, Ürdün hattını izleyerek Suriye’ye ulaşmış bulunmaktadır. Bugün olaylar Türkiye sınırına (Suriye’ye) gelip dayanmış durumdadır.
İmralı’daki hükümlü ellerini ovuşturarak dalganın bir an önce Türkiye’ye sıçramasını beklemektedir. Bunun için de BDP’nin “öncü” rol oynaması gerektiğini söyleyip durmaktadır. Öcalan’ın talimatları doğrultusunda BDP’liler de organize tahrik ve kışkırtmalara başlamış bulunmaktadır. Güneydoğu’nun çeşitli yörelerinde “sivil itaatsizlik” adı altında yapılanlar, gerçekte kitlesel bir başkaldırı için test niteliğindedir.
Halkın sağduyusu BDP’nin tahrik ve kışkırtmalarına kapılma konusunda BDP’li tahrikçileri hayal kırıklığına uğratmış bulunmaktadır. Ancak bundan sonra da BDP’nin tahrik ve kışkırtmalarının etkisiz kalacağına dair herhangi bir garanti yoktur. Türkiye’nin Güneydoğu illerinde BDP’nin tezgâhladığı olayların nereye doğru evrileceği henüz belli değildir.
Batılı merkezlerin öngörüleri
AB ve ABD’nin çeşitli mahfillerinin yaptıkları değerlendirmelerde olayların Türkiye’yi de içine alacak şekilde gelişeceğine yönelik öngörüler mevcuttur. Bu konuda London School of Economics’in Orta Doğu Merkezi’nin yöneticisi Robert Lowe, Suriye’nin Irak ve Türkiye sınırında yoğunlaşan, nüfusun da yüzde 10’unu oluşturan Kürtlerin, “en haklı davaya sahip oldukları için sokaklara inmeye hazır halde yaşanan gelişmeleri izleyip beklediğini” dile getirmiştir.
Londra merkezli düşünce kuruluşu Levant Enstitüsü’nden Obeyda Nahas da, Suriyeli Kürtlerin Esad hanedanlığından önce bir sorunu olmadığını söyleyip, “Şimdi ise kendi dillerinde konuşma ve hatta yazı yazma hakları bile tanınmıyor, onlara Arap isimleri kullanmaları söyleniyor” diye konuştu. Nahas, Beşar Esad yönetiminin bu yıl Nevruz’un kutlanmasına izin vermesini, Kürtlerin protestolara katılmaması için verilen bir ’rüşvet’olarak niteledi.
İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesi yazarı Aluf Benn ise Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarının bölge haritasını yeniden çizeceğini ve Iraklı Kürtlerin de bağımsız bir devlet kuracağını yazdı.
Benn, “Dikkat: Bölge inşa halinde” başlıklı yazısında halk ayaklanmalarının, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda bölgenin sınırlarını çizen Sykes-Picot Anlaşması’nın son günlerinin habercisi olduğunu belirtti.
Küresel odaklar da Arap dünyasında meydana gelen olayların “domino etkisinin” süreç içinde Türkiye’yi ve İran’ı da içine alacak şekilde gelişmesi için yönlendirici faaliyetlere hız vereceği anlaşılmaktadır. Gelen ya da getirilecek olan yüzyılın en büyük dalgasıdır. Türkiye uyanık, İran ise tayakkuz halinde olmalıdır.
Özcan YENİÇERİ
30 Mart 2011