Büyük Tehlike: Ulus-Ötesi Şirketler
Bir “ulus-ötesi şirket” ya da “çok uluslu şirket”, doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapan, birden fazla ülkede katma değer faaliyetlerinde bulunan bir şirkettir. UÖŞ’ler Batı’da Sanayi Devrimi’nin ardından, 19. yüzyılın sonlarında, uluslararası faaliyet gösteren güçlü sanayi şirketleri olarak ortaya çıktı. Özellikle 1920’lerden itibaren tekelleşmeye, daha fazla küreselleşmeye yöneldiler. Diğer birçok ülkeden kendi ülkelerine aktardıkları kârların itici gücüyle, rakipleri üzerinde üstünlük kurdular. Birleşme ve satın almalarla, dev boyutlu dünya şirketleri haline geldiler. Singer, Standart Oil, General Electric, Kodak AEG, Siemens, Bergmann, Shell, Unilever, Philips, Bayer gibi şirketler Batı’nın ilk UÖŞ’leri oldu. 2008 itibariyle ulus-ötesi şirketlerin sayısı 82 053, şube sayısı 807 360’tı. Bunların %90’ı sanayileşmiş ülkelere (ABD, Avrupa ve Japonya’ya) aittir. Asıl servet zirvedeki 100 şirket elinde yoğunlaşmıştır. 1
Ulus ötesi şirketlerin (UÖŞ) hızla gelişmesi, bu şirketlerin zamanla ulusal ekonomilerin yerini alıp almayacağı sorusunu gündeme getirdi. Bazı yazarlar UÖŞ’lerin ulusal ekonomilerin gücünü azalttığını ileri sürdüler. Aynı yazarlara göre küresel ekonomik sistemde esas birim ulus devletler iken, günümüzde UÖŞ’ler olmaya başladı. 2 Ulus-ötesi şirketler (UÖŞ) dünya ekonomisinin yeni aktörleridir. Dünyada gittikçe artan miktarda sermayeyi kontrol altına almakta; faaliyetleri, gittikçe artan bir hızla “ulus-devlet”lerin kontrolü ve hukuki düzenlemelerinin dışına çıkmaktadır. Başka bir deyişle dünya ekonomisi hızla UÖŞ’lerin denetimi altına girmektedir.
***
Bugün varılan noktada dünyada nasıl bir küresel şirketler görünümüyle karşı karşıyayız diye sorulacak olursa, verilecek en uygun yanıt, sanırım “iç içe çekirdekler” ve bir “küresel şirketler ağı” şeklinde olacaktır.
Gerçekten, bir görüşe göre dünyayı “7 kız kardeş” yönetiyor, yani 7 küresel petrol şirketi: Exxon, Cheuron, Gulf,Texaco, BP, Mobil ve Shell!... Amerikalı yazar Texe Marrs, bir yapıtında dünya ekonomisini 10 büyük ailenin yönettiğini ileri sürer. Carnegie Vakfı'ndan araştırmacı David Rothkopf, 2008’de yayınlanan "Süper Sınıf" adlı kitabında dünya ekonomisinin yüzde 95'inin, toplam varlığı 50 trilyon doların üzerinde olan 14 küresel aile şirketi tarafından yönetildiğini ileri sürer.
Öte yandan, Stefania Vitali, James Glattfelder ve Stefano Battiston adlı yazarlara göre dünyada, küresel ölçekte birbirine bağlı olan 1318 şirketten oluşan bir "ağ" bulunmaktadır. Bunlara "Sistemin Merkez Firmaları" deniyor. 2007 verilerine göre bu ağ, dünya ekonomisinin toplam cirosunun yüzde 60'ını gerçekleştirmekteydi. Ancak yoğunlaşma bitmiyor: Ağın içinde de bir merkezileşme daha var ki, ağın çekirdeğini oluşturuyor: "Süper Varlık"!... 147 şirket … Bunların dünya ekonomisindeki payı ise yüzde 40... İlk 49'u bankalar ve finans kuruluşları: En başta İngiliz Barclays Bank…, onu Capital Group Companies takip ediyor. Listede JP Morgan, Goldman Sachs, UBS, Credit Suisse gibi bankalar dikkat çekiyor. Trilyonlarca dolara hükmeden bu şirketler, dünya ekonomisi üzerinde muazzam bir yaptırım gücüne sahipler. Bir avuç elit –bir tür aristokrasi- hedeflerine ulaşmak için, birlikte hareket ediyor, planlarını önceden yapıyor, hükümetleri, medyayı satın alıyorlar; savaş dahil her araca başvuruyorlar
Küresel şirketler aynı zamanda sürekli bir değişim içinde: Birleşiyorlar, biri diğerini satın alıp yutuyor, şube sayılarını artırıyorlar. Günümüzde kriz dolayısıyla bazıları kârlılık sorunları yaşıyor. Ancak bu, giderek merkezîleşmeyi ve gücün yoğunlaşmasını engelleyemiyor.
***
A) Dünya küresel ölçekte böylesine tehlikeli bir yapıya doğru pupa yelken yol alırken, toplumlar, özellikle Türkiye gibi “sanayileşmesi engellenmiş ülkeler”, ulus-ötesi şirketlerin faaliyetleri dolayısıyla ne gibi zararlara maruz kalmaktadır? Bu sorunun yanıtı şöyle verilebilir:
1) Ulus-ötesi şirketler son derecede değişik yapılanmalara, ulusal yasalardan sıyrılma yeteneğine, büyük siyasi ve mali güce sahiptir.
2) Ulus-ötesi şirketler vergi vermezler, mâli açıdan denetlenemezler; çalışma koşullarını kendileri belirlemek ister.
3) “Sermayesi kıt, birikimi yetersiz” olan az gelişmiş ülkeler yabancı sermaye ithal ettikleri oranda yoksullaşır. Çünkü sınırlı birikimlerini uluslararası şirketlerin kullanımına açarak, ulusal varlıklarını kendi kendine yok eden bir konuma düşerler.
4) Ulus-ötesi şirketler yasal olsun olmasın, her türlü kazancın meşru sayılmasını isterler. Bu nedenle legal ya da illegal, her türlü işin içindedirler. Sahip oldukları devâsâ finans ve üretim gücü sayesinde gelişmekte olan ülkelere her türlü ekonomik ve siyasi müdahalede bulunurlar. Ulusal ekonomileri kendi çıkarları doğrultusunda etkileyip yeniden yapılandırırlar.
5) Ulus ötesi şirketler kamu girişimlerinin özelleştirilmesini teşvik ederek, devletin kontrolündeki alanları da ele geçirirler.
6) Günümüzde ulus ötesi şirketlerin gücü o denli artmıştır ki bunlar artık yalnız ülke ekonomilerinin kurallarını değil, dünya ekonomisinin kurallarını da belirlemektedirler. Küreselleşme bunların eseridir. Ulus-ötesi şirketler girdikleri ülkenin siyasal egemenlik ve bağımsızlığını zedeler. Büyük ekonomik güçleriyle, “devlet içinde devlet” konumuna gelirler. İsteklerini kabul ettirebilmek için ilgili hükümetler üzerinde baskı yaparlar.
7) Küresel şirketler dünyayı tek bir ekonomik birim olarak görürler. Nihaî hedefleri, üretimi dünya çapında bütünleştirerek kapitalizmin eski rüyası olan “Tek-Büyük-Pazar”ı gerçekleştirmektir. Bu kozmopolit projenin karşısında, onlara göre tek bir engel vardır: Geleneksel Milliyetçilik ve bunun eseri olan Ulus-Devlet! Dünyanın önde gelen şirket yöneticileri, bir zamanlar Sanayi Devrimi’nin analığını yapmış olan Ulus-Devlet’i artık “küresel gelişme”nin baş engeli olarak görmektedir. Onların “küresel gelişme”den anladıkları da her şeyi ile kendi ellerine geçmiş, yalnızca kendilerinin hükmettiği bir dünyadır.
B) İki değerli araştırmacı küresel şirketlerin yarattığı olumsuzluk ve sakıncalarla ilgili olarak bir makalelerinde 3 daha somut ve ayrıntılı bilgilere yer vermiştir, aşağıda özetleyerek sunuyorum:
• Birincisi “kâr dürtüsü”yle ilgilidir. Kâr hedefi bu şirketlerde toplumun refahı, işçilerin sağlığı, kamu yararı, barış, çevrenin korunması veya ulusal güvenlik fikirlerinden önce gelir. Kâr ve büyüme dürtüsü çok uluslu şirketler için temeldir ve yaşamsal bir içgüdüdür.
• İkincisi “ büyüme dürtüsü”yle ilgilidir. Çok uluslu şirketler büyüme süreçlerini sürdürüp sürdüremediklerine göre ya yaşamaya devam ederler ya da varlıkları sona erer. Büyüme olgusu bütün ilişkilerinin temel belirleyicilerindendir. Büyüme dürtüsü, şirketlerin dünyanın bakir köşelerindeki kıt kaynakları bulmak ve kullanmak konusundaki isteklerini de kamçılar. Bu kaynak zengini bölgelerde yaşayan insanlar eski yaşam şekillerini bırakıp, üretim-tüketim döngüsündeki yerlerini almaya zorlanır.
• Üçüncüsü “ rekabet ve saldırganlık”tır. Küresel şirketler yönetim mekanizmasında yer alan insanların birbirleri ile şiddetli bir rekabete girmelerini teşvik eden bir zemin oluştururlar. Bazen özellikle gelişmekte olan ülkelerde istikrarsızlık meydana getirebilecek sonuçlara yol açarlar.
• Dördüncüsü “ahlak eksikliği”dir. Çok uluslu şirketlerin ahlak diye bir kaygıları yoktur. Dolayısıyla toplumun amaçları veya çevrenin sağlığına aykırı kararları hiç tereddüt etmeden alabilirler. Ancak bu yönlerini saklamak ve tam tersi bir görüntü vermek isterler. Bu amaçla reklâm sektörüne milyonlarca dolar ayrılır.
• Beşincisi “nicelleştirme”yle ilgilidir. Şirketlerin yapısı öznel olan bilgilerin nesnel bir şekle yani rakamlara dönüştürülmesini gerektirir. Bu durum ise nicelleştirilemeyen tüm değerlerin karar alma sürecinin dışında bırakılmasına neden olur. Örneğin, ormanların öznel veya manevi yönleri, nicelleştirilemedikleri için şirket denklemlerinde yer almazlar. Kamu sağlığını veya refahını tehdit eden üretim unsurlarından zehirli atıklar veya kirlenme, değer yüklü olmayan nesnel kavramlar çerçevesinde göz önüne alınır. Nesnelleştirme ve nicelleştirme dürtüsü şirket faaliyetlerinin her aşamasına nüfuz etmiş bulunmaktadır.
• Altıncısı “gayri insanilik”tir. Şirketler doğayı ve toplumu nesnelleştirdikleri gibi, çalışanlarını da nesneler haline dönüştürürler. Yöneldikleri nokta kâr olan şirketler çalıştırdıkları insanların performanslarını kameralar ve bilgisayarlar yoluyla ölçerek üretim sürecinde insan olmanın önemini yok ederler. İnsanlara bir çarkın dişlileri gibi davranırlar.
• Yedincisi “sömürü”dür. Çalışan veya ham madde sağlayan bir kişi emeğinin karşılığını tam olarak alamaz. Çalışan ücretini alırken, sermaye sahibi çalışanın emeğinin sağladığı faydaya ilaveten çalışanın ürettiği artık değerin faydasını da alır. Sürekli bir sömürü ilişkisi sürüp gider.
• Sekizincisi “hareket yeteneği”yle ilgilidir. Küresel şirketler zaman ve mekân sınırlamalarının dışındadır. Çünkü bu kuruluşlar, kâğıt üzerinde var olan tüzel kişilerdir. Küresel ticaretin yeni kuralları çerçevesinde yerelliğe, işçilere veya komşulara karşı bile bağlılıkları yoktur. Fiziksel bir mekân ile bağlı olmayan şirketler, ücret artışı isteyen işçiler, kısıtlayıcı çevre yasaları veya yüksek vergiler gibi şartlar ile karşılaştıkları zaman tüm faaliyetlerini hızla başka bir yere taşıyabilirler.
• Dokuzuncusu “tabiat düşmanlığı”dır. Küresel şirketler doğal dünyayı değiştirir, dönüştürürler. Kârları, ham maddelerin satılabilir hale dönüştürülmesi yoluyla gerçekleşir. Doğadaki madenler, metaller otomobillere dönüştürülür. Ağaçlar tahtalara, mobilyalara ve kâğıda dönüştürülür. Nadiren doğanın ögeleri yenilenebilir veya ağaçlar tekrar ekilir. Dünyanın bir yerindeki doğal kaynakları tükettikten sonra, şirketler aynı amaçla başka bir yere giderler. Şirketler sürekli büyüme eğilimindedir. Dünyadaki her kaynağın doğadan alınması ve işlenmesi, şirketlerin gittikçe artan bir hızla gösterdikleri faaliyetin konusunu oluşturur. Döngünün tüketim tarafı da hızlanmıştır. Sonuç olarak şirketler doğayı sürekli tahrip ve imha eder.
• Onuncusu “homojenleştirme”yle ilgilidir. Küresel şirketler, bütün insanların benzer şekilde yaşamasını ister. Bu şirketlerde ekonomik, kültürel ve toplumsal bakış ortaktır. Bu bakış açısını bireylere ve topluma da dayatırlar. Çekirdek aile tipini, kendileri için çok daha yararlı bir model olarak görürler.Buna karşılık kendine özgü manevi değerleri ile iç içe yaşayan yerel nitelikli topluluklar; bu şirketlere göre aydınlanmamıştır, geri ve aşağıdırlar ve dünya pazarının ve kültürünün homojenleştirilmesinin önünde birer engeldirler.
***
Yukardaki açıklamalardan şu önermelere ulaşıyorum:
• Dünyada olup bitenleri doğru olarak anlayabilmek için, gözlem ve analizlerimizde referans olarak yalnız ülkeleri değil, süper küresel şirketleri de hesaba katmamız gerekir.
• Ulus-ötesi şirketler arasındaki satın almalar ve birleşmeler; dünya ekonomisinin serbest rekabetten hızla uzaklaşarak monopol ya da oligopol piyasalarına dönüşmesine yol açıyor. Hatta denebilir ki, küresel ekonomi, günün birinde birkaç ulus ötesi şirketin eline geçebilir, dolayısıyla insanlık bir “ekonomik diktatorya”ya doğru yürümekte olabilir. Küreselleşme olgusunun gerçek anlamı da budur, yani dünya dev şirketlerin belirleyici aktör olduğu global bir düzene doğru ilerliyor.
• Dünya ekonomisinin gidişi öyle görünüyor ki, serbestliğe, özgürlüğe, insan haklarına, yaygın refaha doğru bir gidiş değildir. Tam tersine, despotların hâkim olduğu, rekabetin bile yok edildiği, sevimsiz, karanlık bir dünya var ufkun ötesinde!
1 Cihan Dura, “Dünyanın Yeni Hâkimleri”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/130-duenyanin-yen-hakmler-kueresel-rketler.html
2 Bakınız: Zerrin Kılıçarslan, Ulusötesi Şirketler ve Küresel Etkileri, Doktora Tezi, ERÜ SBE, Kayseri, 2011.
3 Mehmet Dikkaya ve Fatih Deniz, “Ekonomik Küreselleşmenin Yol Açtığı Problemler: Teorik Bir Bakış”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, 2006, ss. 163-181
Prof. Dr. Cihan DURA, 7 Ocak 2014