
Çanakkale savaşlarına damgasını vuran hiç kuşkusuz siper savaşlarıydı. Bu siperler korkunç ölümlere, büyük acılara ve nice kahramanlıklara sahne oldu. Savaşa katılan yabancı askerlerin anıları inanılmaz:

Bir asker üç gündür buz kalıbı içinde kalan gömleğinde bitlerin hala yaşadığını hayretle anlatırken, bir başkası “Milyonlarca sinek vardı. Siperin bir yanı kara bir kütleyle kaplıydı.

Açtığın her şey, örneğin bir teneke et, bir anda sineklerle örtülürdü. Bir kutu reçel bulacak kadar talihliysen açtığında önce sinekler dolardı içine.

Sinekler ağzının çevresinde, yaraların, çıbanlarının üzerindeydi. Vücudunun bir yerini açtığında hemen sineklerle kaplanırdı. Bu gerçek bir lanetti.” diye yakınıyordu.

Ama en korkuncu şu satırlar olmalı: “Bu berbat koku da ne? diye sordum. ‘Siperimizin önünde yatan ölüler’ dedi. ‘Bizim önümüzde Hant ve Worcester’lardan 700, sağda da Anson Taburu’ndan 800 kişi yatıyor.’

Orası iki mil ötedeydi ve koku bizim bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Eğer ölü bir fare koklamışsan, işte onun yüzlerce ve yüzlerce katı berbat bir koku. Bu ölüm kokusunu içinden çıkarıp atamazsın. Onu hala hissediyorum…”

Gelibolu sadece ceset kokmuyordu, aynı zamanda vücutlardan yükselen kir, yaralardan yükselen irin, taşların arasından yükselen dışkı da kokuyordu.

“Sonunda dizanteriden öyle bitkin düşersin ki, kolunu kaldıracak gücün kalmaz… Doktor bana gecede kaç kere tuvalete gittiğimi sorunca on altı kere demiştim” diyor bir er.

Günler süren ağır ishalden sonra, pantolonlarının paçasından kan sızan askerler halsizlik içinde yerlerde sürünüyorlardı.

Sarılık, paratifo, sıtma, kolera ve bağırsak humması da hastalık kokteylinin diğer parçalarıydı. Bir de yorgun, aç, uykusuz, heyecanlı, gergin, korkmuş askerlerin tutulduğu ‘Asker Kalbi’ hastalığı vardı.

Ameliyatlar çoğu zaman uyuşturucu kullanılmadan, canlı canlı yapılıyordu. Ölmek pek çok durumda yaşamaktan evlaydı…

Özellikle Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler, Osmanlı askerlerinin kahramanlığını, mertliğini, yiğitliğini, insanlığını övmekten hiç çekinmemişlerdir. Peki şu satırlara ne dersiniz:

“Karaya ayak basmak üzereyken pantolonum kan içindeydi. Halsiz ve bitkindim. Tam o esnada tüfeğine süngüsünü takmış bir Türk askerinin bana doğru hızla koşarak geldiğini gördüm.

Güçlükle sahile çıkabildim. Kurtulmuştum ama bana doğru gelen askerin süngüsünden nasıl kurtulacaktım? …Türk askeri yanıma yaklaştı. Yere diz çöktü.

Cebinden çıkardığı sargı beziyle yaramı sardı. Sonra da sırtından kaputunu çıkardı, titreyen ıslak vücuduma örttü

Üzerimize yağan mermi yağmuruna rağmen hiç aldırış etmeden koluma girdi. Yavaş yavaş geriye yürüdük.

Türk siperlerine yaklaştık. Beni orada da iyi karşıladılar. Türkler bana sıcak çay ikram ettiler.…”

Aslında, Çanakkale’de taraflar, birbirine 8-10 metre yakınlıktaki siperlerde günlerce, aylarca yan yana yaşamıştır

Nitekim, kendi siperinden yanlışlıkla düşman siperine geçeni, usulca geri döndürmek, savaşırken birbirlerine el sallamak, ıskalamalarda ıslıklamak, birbirlerine yiyecek, sigara atmalar,

bayram, Noel kutlamaları, futbol maçları yapmalar, düşman yaralılarını tedavi etmek, ölüleri birlikte gömmek bu savaşın olağan sahnelerindendir. Keşke daha çok anlatılsalar dediğimiz sahnelerdir bunlar…
İ.H