Çarçella, Kardeşi Kardeşe, Evladı Babaya Kırdıracak, Uyanın!
Türkiye, Osmanlı ve Cumhuriyet Tarihinin En Ağır Tehdidi ile Karşı Karşıyadır!
“Güneydoğu’da bir iç savaş başlıyor! Uyanın…Uyanın…Uyanın artık!..“
Bu sözler Uğur Mumcu’ya ait. 1991’de söylenmiş ve Cumhuriyet gazetesinde yazılmıştır.
“Bu bir devlete meydan okuma ve bir ayaklanma hazırlığıdır!”
Bu sözler de MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’ye aittir. Yıl 2010, 21 Aralık, Salı’dır.
91’de, Mumcu’nun bu sözlerinden sonra ne oldu?
2010’da Sayın Devlet Bahçeli’nin bu tespitlerinden sonra ne olacak?
Şimdi herkes susacak, siyasetçiler, bürokratlar, uzmanlar, akademisyenler, sivil toplum liderleri, herkes ama herkes susacak ve şimdi Türk tarihi konuşacak, yakın Türk Tarihi ve bizler de ses çıkarmadan onu dinleyeceğiz, yaşadığımız yakın Türk tarihini...
Bakın bu yakın Türk Tarihi ne diyor bize:
Yıl 1991. Mart’ın 13’ü.
Uğur Mumcu, Ankara’daki bürosunda oldukça öfkelidir. Devlet makamlarının Irak’lı iki peşmergeyi, Barzani ve Talabani, muhatap almış olmasına çok içerlemiştir. O’na göre devlet, bunu yapmakla, güç ve otorite kaybetmektedir. Çalışma masasına geçer. Beyaz bir sayfa açar. Kalemini alır. Yazmaya başlar ama öfkesi ve düşünceleri, belli ki dinmemiştir, yazdıklarından daha ağırdır;
“Celal Talabani ve Mesut Barzani hangi “sıfat’ ile Türkiye’ye çağrılıyor? Dışişleri sözcüsünün ‘gayri resmi nitelik’ taşıdığını ileri sürdüğü bu gizli görüşme ‘devlet ‘ adına nasıl yapılabiliyor? Devlet adına kim, nasıl yetki kullanıyor? Bu ülkede Dışişleri Bakanlığı yok mu? TBMM yok mu? Hükümet yok mu? Genelkurmay yok mu? Bu gibi konuların görüşüldüğü Milli Güvenlik Kurulu yok mu? Yetkili kurumlar ve kurullar yok mu? Partiler yok mu? Kamuoyu yok mu?”
Aynı yıl, aynı ay, belki de aynı gün ve saatlerde, jandarma istihbaratının güçlü isimlerinden Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Şırnak’taki bürosunda, 1991 yılı itibariyle Irak’taki gelişmeleri üst makamlara rapor etmektedir. Durum endişe vericidir. PKK terör örgütü, terör boyutunu aşmış ve artık siyasi bir projeye dönüşmüştür. Kürtleri Saddam’a karşı korumak için Irak kuzeyine getirilmiş olan ABD’li Çekiç Güç, koruma görevinin ötesinde, yeni ve ayrı bir devlet kurmak için Irak’ı şekillendirmektedir. Durum çok can sıkıcıdır. ‘Umarım, beni anlarlar’ diyerek alır kalemi ve hiç çekinmeden yazar;
“Çok açık olarak ifade ediyorum; bu bölgede (Kuzey Irak) emperyalizmin denetiminde bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. Apo, önderlik sorununa ilişkin kitabında, bütün Kürdistan’ı parçalara ayırmıştır. Bu parçalardan Türkiye Kürdistanı’nın tüm Kürdistan’a önderlik edeceğini yazmıştır. Şimdi parçada önderlik değişti. İpleri elinde tutan emperyalistler, şimdi Kuzey Irak’ta kendi denetimlerinde bağımsız bir Kürt devleti kuracaklardır. Daha sonra, Türkiye, İran ve zamanla Suriye’de çıkan kargaşalıklara bu Kürt devleti, ‘size yardımcı olayım’ diyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Irak’la ilişkisi PKK temelinde şekillenmiştir. Bu yanlıştır. Sonuçta işte Talabani gibi siyasi bir fahişe çıkar, PKK’yı koz olarak kullanır…”
Binbaşı Ersever böyle diyedursun, Uğur Mumcu’nun ise öfkesi hala dinmemişti. İzlenen siyasetin yanlışlığını tüm gücüyle haykırmasına rağmen, sesi beklenen etkiyi yapmıyor ve ülkede değişen bir şey olmuyordu. Türkiye emperyalistlerin tuzağına düşürülmüş ve bu tuzak içinde körlemesine sürükleniyordu. Mumcu yeniden kalemini bir hışımla aldı ve ülkeyi yönetenlere yol gösterircesine yeniden yazdı;
“Kürt sorunu, ülke topraklarından parçalar kopararak değil, din ve mezhep ayrımlarını silahlı çatışmalarla körüklemekle değil, ABD ve CIA destekli Kürtçülükle değil, Edirne’den Ardahan’a, Ağrı’dan İzmir’e, Diyarbakır’dan Antalya’ya kadar her yerde ‘insan haklarına saygıyla’ çözümlenir. Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye düşman eden bu emperyalist siyasetin Türkiye’ye neler getireceğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir. Ya da ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde’ olmak!”
Uğur Mumcu, Türkiye’nin içine çekildiği bu tuzağı inatla yazıyor, anlatıyor ve fırsat bulduğu her yerde açıkça konuşuyordu. Emperyalizme karşı mücadelesinden, ‘bağımsız ve özgür bir ülke’ amacından asla vazgeçmeyecekti, bu açık ve netti. Gerçekten de Türkiye, bir bilinmeze değil, sonu belli bir yolda sürükleniyordu. 1991 Körfez Savaşı’nda ‘bir koyup üç alacağız’ diyen Özal’ın izlediği siyaset, söylenenin aksine bir yanda Irak’ı parçalıyor, öte yanda da Türkiye’yi ‘etnik ve dini temelde’ farklılıklar üzerinden ayrıştırıyordu. Gidişat iyi değildi. Aynı dönemde, bu tehlikeyi bir başka köşede ve bir başka açıdan gören bir Binbaşı da üst makamlara, Mumcu ile benzer düşüncede, rapor üstüne rapor gönderiyordu;
“‘Şemdinli’ye dikkat, Şemdinli’ye dikkat edin’. Apo ‘Her şey Bir parça özgür vatan’ sloganındaki özgür vatanın Şemdinli olacağını söylüyor… A. Öcalan’ın 92 yılı hedefi; Botan- Behdinan savaş hükümetini kurmak, ulusal meclis için seçimleri yapmak ve batı illerinde yeni bir örgütlenme ile batı da terörü tırmandırmaktır…”
Botan, Van-Hakkâri-Şırnak illerimizin çevrelediği bölgedir. Behdinan ise, Hakkâri-Şırnak hattının güneyindeki Irak topraklarıdır. Ersever’in dile getirdiği bu sözde savaş hükümetinin Türkiye’deki merkezi Şemdinli, Irak’taki merkezi ise Zaho olarak planlanmıştır. Öcalan bir yanda terörün şiddetini tırmandırırken, bir yandan da halk isyanı hazırlamakla meşguldür. Uğur Mumcu, bu kara planı açıkça haykıran en güçlü isimdir. ‘Ulusal kurtuluş savaşları, emperyalist devletlerin gizli istihbarat örgütlerine ve bu devletlerin siyasetlerine güvenilerek yürümez. İngilizlerin 1920-1930 yılları arasındaki Kürt siyasetleri, 1974 yılındaki Barzani Carter-CIA ilişkileri ve Bush’un en son ‘Kürt Oyunu’ bu gerçeğin en güçlü kanıtlarıdır’ diyerek, dikkatleri kurtuluş savaşımızda çıkarılmış olan isyanlara ve ardındaki emperyalist siyasete çekmektedir. Mumcu haykırmakta ve ‘Lozan ile Cumhuriyet’i kuran Türkiye, izlediği ABD yanlısı siyaset ile Sevr’e geri dönüyor’ demektedir;
“Çekiç Güç’ün amacı, ‘Federe Kürt Devleti’nin kurulması ve kurulan bu devletin Batı askeri gücüyle korunmasıdır. Bu sonuç, Kürtler açısından Kürtler’e özerklik veren 1920 Sevr Anlaşması’nın 64. Maddesinin gerçekleşmesidir… Çekiç Güç’ün koruması altında ve Amerikan mandacılığında bir Kürt devleti kuruluyor…”
Yıl 1992. Mumcu ve Ersever devleti yönetenleri yazdıkları ve konuştuklarıyla ikaz ededursun, bu sırada Öcalan Botan-Behdinan sözde savaş hükümeti kurabilmek için isyan hazırlıklarına başlamıştır bile. Bu hazırlıkları yakından izleyen Binbaşı Ersever, belki de son bir çırpınışla, bu tehlikeli gidişatı belirten raporunu yazar, imzalar ve hemen gönderir;
“Apo, militanlarına verdiği talimatlarda isyan konusunu özellikle vurguluyordu; ‘Genel bir ayaklanmaya hazırlanın, tarihi gün gelip çattı. Silahı olmayan silahlansın, parası olmayan silahı PKK’dan istesin. Her ev bir sığınak hazırlasın. Evlerinize gerekli malzemeyi stok edin. Ayaklanma komiteleri kurun. Herkes gücü oranında ayaklanma komitelerine yardımcı olsun’ şeklinde talimat gönderiyordu[…”
Aynı süreçte Uğur Mumcu da, bu tehlikeli gidişatı tespit etmiştir. Yönetenlerin bu gelişmeler karşısındaki suskunluğu, ilgisizliği, gafleti, adına ne derseniz, Mumcu’yu çileden çıkarmaya yetmiştir. Tehlike kapıdadır ve söz konusu vatandır. Bir araştırmacı-gazetecinin yazabileceği en ağır dille köşe yazısını tamamlar ve kamuoyuna duyurmak için baskıya verir. Yazı ertesi sabah Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanır;
“Güneydoğu’daki olayları, ne yazık ve ne acı ki Lübnan iç savaşındaki olayları izlercesine izliyoruz. Güneydoğu’da bir iç savaş başlıyor! Uyanın… Uyanın… Uyanın… Uyanın artık!...”
Mumcu doğru söylüyordu, Cem Ersever’in raporlarında yazdıkları da doğruydu. Öcalan 92 Nevruz’unda bir ayaklanma başlatmak istiyordu. Bu amaçla yerel düzeyde yapılan PKK hazırlıkları ve olayları tırmandırma taktikleri ise önceden belirlenmişti, her mahallede bir ayaklanma komitesi kurulmuştu. Komite görevlileri günlerce önceden ev ev dolaşarak, herkesin neler yapması gerektiğini anlatmışlardı. Halkın tümü, önde kadınlar ve çocuklar olmak üzere, sokağa dökülecekti. Görev verilenler PKK bayrak flamalarıyla, Apo posterleri ve TC’nin sömürgeci faşist olduğunu, Kürtlerin bağımsız devlet kurması gerektiğini belirten dövizler taşıyacaktı. Herkes, ayrıca, yıllardır Apo’nun militanlarına ezberlettiği sloganları haykıracaktı; ‘Vur Gerilla Vur, Kürdistan’ı Kur’, ‘Kürdistan Faşizme Mezar Olacak’, ‘Kahrolsun TC’, ‘Yaşasın Apo, Yaşasın PKK...’
Ve düğmeye basıldı…
21 Mart Nevruz öncesi, özellikle Cizre, Silopi, Şırnak, Nusaybin gibi yerler başta olmak üzere, binlerce silah şehirlere ve köylere sokularak işbirlikçilerin eline tutuşturuldu. 20 Mart’ı 21’e bağlayan gece, çoğu askeri karakol ve kışlaya, polis karakollarına, devlet binalarına, devlet memurlarının evlerine olmak üzere yüz binlerce mermi atıldı. Bunun ismi de,’Nevruz şenliklerine hazırlık’ oldu. Hatta şenlikler birçok yerde havan topu ve roketatarlarla yapıldı. Mermilerin çoğu kamu güvenliğini, genel asayişi sağlamakla görevli güçlerin bulunduğu binalara ve lojmanlara yönelmişti. Bir başka deyimle, birçok yerde bu ‘masum Nevruz şenlikleri’ PKK’nın, halkı siper ederek yaptığı, topyekûn bir saldırıya dönüşmüştü.
Çatışmalar yer yer ve günlerce sürdü ama alınan güvenlik önlemleri ve halkın sağduyusu ile bu yerel çatışmalar, genel bir kalkışmaya dönüşemedi. Öcalan’ın bu girişimi sonuçsuz kaldı. Halk isyanını gerçekleştiremeyen Öcalan, 92 Ağustos’unda, bu kez hudut karakollarına yöneldi. Botan-Behdinan sözde savaş hükümetini kurabilmek için, adeta çılgınca denilecek bir cüretle, karakollara saldırmaya başladı. Saldırıların merkez üssü Şemdinli’ydi. Bu amaçla teröristler, 1991 yılının bahar aylarıyla birlikte, Şemdinli bölgesi hudut içinde Çarçella ve Balkayalar(Julia Dağı)’da, hudut dışında ise Hakurk, Basyan, Zagros ve Jerma’da çeşitli saldırı üsleri teşkil etmişlerdi...
1992 yılının Ağustos ayı itibariyle, yaklaşık beş bin kişilik bir terörist grubuyla Şemdinli kuşatılmıştı. Amaçları; hudut karakollarını ve Şemdinli’yi kısa süreli de olsa ele geçirmek ve sözde savaş hükümetini ilan etmekti. Bir ay içinde imha amaçlı üç büyük karakol baskını yaşandı, önce Alan(Helena), ardından Aktütün( Bezele) ve nihayetinde Derecik(Rubaruk) karakollarına baskın tarzında eylemler yapıldı. Çıkan çatışmalarda 74 asker şehit düştü. Saldırıları ‘Ferhat kod’ Osman Öcalan yönetiyordu. O tarihte Hakurk genel alan sorumlusuydu. Bununla birlikte, halkın desteği ile Mehmetçik örgüte ağır bir darbe vurdu. Bu darbe, terör örgütünün özeleştirilerine de yansıdı. Savaş ve Ordu Kılavuzu adlı örgütsel yayında yer aldı;
“Özellikle askeri açıdan hangi mantıkla yapıldığı bile kolay kolay izah bulmayan ve erken iktidar hastalığının örneklerinden olan Rubaruk (Şemdinli-Derecik), Helena (Şemdinli-Alan), Bezele (Şemdinli-Aktütün) eylemleri, âdeta çılgınca diyebileceğimiz girişimler olarak, kaldıramayacağımız kayıplarla sonuçlanmıştır. Bu dönemde doğru temellerle yapılmayan ve bir anlamda kariyer hırsından kaynaklanan bir yarış, taktiğe hayat bulduracağına, aşama yaptıracağına, taktiği tamamen tanınmaz ve işlemez hale getirmiştir.’’
Bu girişimi de sonuçsuz kalan Öcalan, halk ayaklanması (Serhildan) düşüncesini geçici olarak askıya aldı. Buna karşılık, bir yanda silahlı güçlerini elde tutarken, öte yanda, ‘Türkiyelilik, demokratik ve kültürel haklar, ana dilde eğitim gibi’, masum demokratik istekler görüntüsü altında, terörü siyasi alana taşımaya başladı.
Aradan bir yıl geçti. Uğur Mumcu ve Cem Ersever 1993’te öldürüldü. Her ikisinin de cinayeti faili meçhul kaldı, katiller bir türlü bulunamadı. 1999’da Öcalan Türkiye’ye, bir ABD-İsrail operasyonuyla teslim edildi. 2002’de Türkiye’de siyaset değişti ve AKP tek başına iktidar oldu. Teröre siyasi çözüm adı altında, Öcalan’ın nerdeyse tüm istekleri yerine getirildi ama bir şey hariç, o da, Öcalan ve ekibi devlet yönetimine bir türlü getirilemedi...
Şimdi yıl 2011.
Öcalan İmralı’da yatıyor, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir hükümlü. Silahlı güçleri yine ayakta. Ardına aldığı küresel güçler, ABD-AB-İsrail yine desteğinde. Geçici olarak topraklarını kullandığı Barzani ve Talabani, yine yol arkadaşı. Siyasi kanadı HEP, DEP kılık değiştirdi, şimdi adı BDP oldu, yine TBMM’nde. Sözde ‘savaş hükümeti’ kurmak ve ‘Serhildan’ dedikleri halk isyanını çıkarmak düşüncesi, yine akılda.
Belki de Öcalan, 90’lı yılların bir adım ötesine geçti, siyasi hedefine ulaşmak için daha fazla yol katetti ve önceden planladığı ve ‘KCK’ adıyla bilinen ‘halk Meclisi’ni Doğu’da kurdu, yargılanıyor olmasına bakmayın, harıl harıl çalışıyor. O yıllardan geriye, gerçekleştirilemeyen bir tek isyan kaldı yani ‘Serhildan’. PKK siyaseti şimdi halk ayaklanması çıkarmak için uğraşıyor, ülkeyi yöneten AKP siyaseti de dolaylı olarak buna destek veriyor.
Amaçları; isyan çıkararak bir yandan devleti çözümsüzlüğe itmek, öte yandan, Irak’taki silahlı güçlerini Türkiye’ye getirerek isyanı genişletip, böylece ‘Devlet’i dize getirmek, ardından İmralı’yı hapisten kurtarmak ve derken, Doğu’da yönetimin başına geçerek Barzani Kürt devleti ile önce federasyon, ardından ‘Büyük Kürdistan’ı kurmak… Bu çerçeveden bakıldığında küresel ‘Kürdistan Projesi’nin iki siyasetinin ortaya çıkmış olduğu görülmektedir; silahsız siyaset AKP, silahlı siyaset PKK…
Bugün, görünürdeki AKP-PKK çatışmasının ardında da bu iki siyasetin çelişkisi yatmaktadır. AKP, PKK’ya artık gerek kalmadığını, onun siyasi misyonunu kendisinin üstlendiğini söylerken, PKK da, bu siyasi projenin asıl sahibinin kendisi olduğunu söyleyerek, sahipsiz gibi görünen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden pay istemektedir.
Kısacası bu bir güç kavgasıdır…
AKP siyaseti bir yana, Türkiye’de PKK’nın başı çektiği bir halk isyanı yani teröristlerin ifadesiyle ‘serhildan’ yapılabilir mi?
Böylesi bir isyana, dini ve etnik temelde kimler destek verebilir?
İsyan nerede başlar, nerede biter? Sonuç ne olur? Tarihimize bir göz atalım…
1514 yılında, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in karşı karşıya geldiği Çaldıran savaşında, Doğu’daki Kürt aşiretleri Osmanlı’nın yanında yer aldı. Türkmenlere karşı savaştılar. Ardından İdris-i Bitlis-i çıktı, görüşmeler yapıldı ve Sultan Yavuz Selim’in fermanıyla, Doğu’da Kürt derebeylikleri kuruldu. Zaman içerisinde, Cizreli Botan Emiri Halid-i Nakşî Kürt Bedirhan Bey bu derebeylerin en güçlüsü oldu. Tanzimatla birlikte derebeylikler ortadan kaldırmaya başlayınca, Osmanlı’ya ilk isyan eden de bu derebeyi oldu, Cizira Botanlı Bedirhani Bey, yıl 1839. Önce kendine isyan eden Hıristiyan topluluk Nesturileri ağır bir şekilde cezalandırdı, ama ardından da Osmanlı’ya başkaldırdı. Sonu değişmedi, Tepedelenli Ali Paşa’ya yapıldığı gibi, Osmanlı tarafından tepelendi…
Sonra Mevlana Halid-i Bağdadi ortaya çıktı ve Nakşibendîliğin Halidiye kolunu hem Irak’ta, hem İran’da, hem de Anadolu’da yaymaya başladı, derebeylikler ortadan kalktı, yerini bu şeyhler, şıhlar ve seyitler aldı. Halid-i Bağdadi’nin en büyük halifesi Şemdinli’den Nakşî Kürt Şeyhi Seyit Taha idi. Seyit Taha, sessizce, bölgede yaşayan halkımızı örgütledi ve etrafında topladı. 93 harbinde Osmanlı çatırdamaya başlayınca, bu kez, Kürt devleti kurmak isteyen Seyit Taha oğlu Şeyh Ubeydullah ortaya çıktı. Onunla ikinci Nakşî- Kürt isyanı tarih sayfalarımıza yazıldı. Şeyh Übeydullah-ı Nehri Osmanlı’ya isyan etti, yıl 1880. 19. yüzyıldaki Kürt isyanları içerisinde, belki de, en fazla tartışılan bu isyan oldu. Hatta bunun isyan mı, yoksa Osmanlı Sultanı ile anlaşmalı, çok planlı bir siyasi hareket mi olduğu bugüne kadar tam olarak aydınlatılamadı. Bazı araştırmacılara göre Şeyh’in isyanı, Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışıdır. Bazıları ise bu görüşe tamamen karşı çıkar. Ama asıl özelliği, Osmanlı tarihinde, dini bir lider tarafından başlatılmış ilk Nakşî-Kürt isyanı oluşudur...
Şeyh Ubeydullah isyanından Birinci Dünya Harbi’ne(1914) kadar geçen sürede, Anadolu’da yaşayan Hıristiyan toplulukların, Kürt Derebeylerinin ve şeyh gibi, seyit gibi Nakşî- Kürt dini otoritelerinin içten içe kendi hesaplarını yaptıkları bir süreç yaşanır. Bu hesapların dayandığı temel ise Osmanlı’dır; Osmanlı bu süreçte güç ve otoritesini koruyabilecek midir yoksa dağılıp tarih sahnesinden silinip gidecek midir? Güç ve otoritesini korursa mesele yoktur ama ya dağılırsa? Belki bir yüzyıl bu soruya cevap aramakla geçmiştir, hem Hıristiyan toplulukları açısından, hem de Kürtçülüğü öne alıp bir Kürt devleti kurmayı hayal eden Kürt derebeyleri ile Nakşi-Kürt şeyhleri açısından. Bu konuda asıl belirleyici Birinci Dünya Savaşı olur. Savaşın doğu cephesinde önce Nesturiler ve Ermeniler, ayrı bir devlet kurmak düşüncesiyle Rusların yanında, güney cephesinde ise, Mekke Şerifi Hüseyin İngilizlerin yanında yer alır ve Osmanlı’ya karşı savaşır, ardından da feodal güçler…
Bugüne kadar ki okuduğumuz tarihte bu isyanlar, ‘Cumhuriyet’e karşı çıkarılmış isyanlar’ ya da ‘Kürt İsyanları’ temelinde ele alınmıştır. Bu temel, ne yazık ki, tarihten ders çıkarmamız için yeterli olmamıştır. Olmadığı içindir ki bugün Türkiye’nin temiz aydınları PKK terör örgütünün siyasi hedefini ve gücünü değerlendirmekte zorlanmaktadır.
Hâlbuki 1839 Bedirhan Bey isyanı, ilk önemli ‘KÜRT AĞA’ isyanıdır.
1880 Şeyh Ubeydullah isyanı ise ilk önemli KÜRT NAKŞÎ isyanıdır.
Günümüze kalanlar bunların çocuklarıdır…
Bundan sonra, 1908’te, ortaya çıkan Kürt Teavün ve Terrakki Cemiyeti’ni kuranlar ise bu isyanların elebaşılarının çocuklarıdır; Bedirhan Bey oğlu Emin Ali Bedirhan ile Şeyh Ubeydullah oğlu Seyit Abdulkadir. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez, bir Kürt devleti kurmak için Kürt-Ağa’larla Kürt Nakşî’ler birleşmiştir. 1920 Koçgiri isyanı, 1924 Nesturi isyanı ve 1925 Şeyh Said isyanı bu çerçevede değerlendirildiğinde, bu sonuca kolayca ulaşmak mümkündür.
Bu isyanların çıkarıldığı dönem, tarih ve yer ile çıkaran kişiler itibariyle de değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Birinci Dünya Harbi öncesi ve sırasında çıkarılmış olan isyanlar, küresel güçlerin desteğinde, ayrı bir devlet, tampon bir devlet kurmak ya da kurdurmak için ya Hıristiyan topluluklar tarafından, Ermeni, Rum, Nesturi gibi ya da Müslüman derebeyleri ve Şeyhler-Seyitler tarafından, birbiriyle ilgili ancak güç birliği yapılmadan çıkarılmış isyanlardır. Ama birinci Meşrutiyet’e(1908) gelince durum çok farklı bir yapıya dönüşür.
Bundan sonraki ‘Kürtçülük ve Nakşî Kürt’ üzerinden yapılan isyanlar, derebeyleri ile Nakşî şeyhlerin güç birliği yaparak, gerek Osmanlı’ya gerekse Mustafa Kemal Cumhuriyeti’ne karşı çıkardıkları isyanlar olarak karşımıza çıkmıştır. Kiminde bağımsız Kürt devleti kurmak vardır, kiminde ise Nakşî Kürt din devleti kurmak vardır ama bu kez, geçmişten farklı olarak, aralarında güç birliği sağlanmıştır. Ve bu amaçla ilk örgütlenme 1908’de yapılmıştır. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kurulur. Bu cemiyette iki ünlü isim yer alır; biri, derebeyi Bedirhan Bey oğlu Emin Ali Bedirhan, diğeri ise Kürt Halid-i Nakşî Şeyhi Ubeydullah’ın oğlu Kürt Halid-i Nakşî Seyit’i Abdulkadir...
Aynı ekip, 1918’te Kürt Teali Cemiyeti’ni kurar ve yine aynı ekip, Cumhuriyet tarihimizde ilk ‘Nakşî- Kürt- Derebeyi’ isyanını, 1921’de, çıkarır. 1921 Koçgiri isyanın elebaşısı Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucusu Seyyid Abdulkadir’dir. Seyyid Abdulkadir, Türk Ordusu İnönü’de Yunan güçleriyle savaşırken, 1921 yılında Koçgiri’de, devlete karşı isyan başlatmış olan bir kişidir. İsyanda başı çeken Nakşî Kürt şeyhleri ve ağalardır.
1908’de yaptıkları güç birliğinin, ilk kez, eyleme dönüştürüldüğü ilk isyandır. 1921’de başarılı olmayınca, bu kez, İngilizlerle işbirliğine giderek ve Anadolu’daki Hıristiyan unsurları da yanlarına alarak, ‘Müslüman Nakşî Kürt- Hıristiyan Nesturi’ şekilinde güç birliği yaparak yeniden isyana kalkışmışlardır. Nehri (Bağlar) köyünde bulunan jandarma taburu, Nakşî Kürt Şeyh ve Ağaların yönetiminde Hıristiyan Nesturiler’in, 19 Haziran 1924’te, saldırısına uğramış, tabur komutanı katledilmiştir.
İsyana, Nehri(Bağlar) köyünde bulunan Nasturiler ve Nakşî Kürtlerin de bir kısmı katılmıştır. Bu güçler Nehri’den çıkarak, Eylül ayında Şemdinli-Bembo vadisine gelmiş ve Yüzbaşı Hilmi Bey ile askerlerini kuşatmaya almıştır. Şapatan ve Gerdi bölükleri ele geçirilmiş, Yüzbaşı Hilmi Bey ve halkın desteği ile isyancılar püskürtülmüştür. Bu isyanı, 1925’te Şeyh Sait isyanı izlemiştir. Bu da bir Nakşî- Kürt- Ağa- Şeyh isyanı olarak tarihe geçmiştir. Hepsinin tek ortak özelliği vardır, o da, bu isyanların hiç birinde halk desteği yoktur, masum halk ağaların, şeyhlerin, şıhların peşinden sürüklenip gitmiştir.
Ama bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durum farklıdır. Nasıl mı? Anlatalım…
PKK, geçmişte çıkarılmış olan isyanların, küresel siyaset temelinde, bir devamıdır. Geçmişteki isyanlarda halk desteği yoktur, halk isyanın bir figürü olarak kullanılmıştır, doğrudur. Bugüne kadar süregelen PKK cinayetlerinin ardında da halk desteği yoktur, halkımız PKK’ya destek vermemiştir, bu da doğrudur ama ya şimdi?
PKK’ya katılanlar, genel olarak, ağa çocuğu değildir, şeyh-şıh çocuğu da değildir, yoksul, eğitimsiz, cahil halk çocuğudur. Ancak PKK’yı yönetenler içinde ağa çocuğu da vardır, şeyh şıh çocuğu da. Hakkârili ağa Zeydan’ın oğlu, PKK’nın üst düzey yöneticilerinden biridir. Mardinli ağa Ahmet Türk, PKK’nın siyasi kanadında önemli bir isimdir...
32 yıldır süregelen terör olayları sonucunda, halk PKK’ya destek vermemiştir ama PKK’nın eline silah verip cinayetlere ortak ettiği kişiler halk çocuğu olduğu için, PKK ile halk arasında, istemeden de olsa, bir bağ kurulmuştur. Şimdiye kadar yok olması gereken bu örgüt, siyasetin ve emperyalistlerin desteği ile yok olmayıp aksine yıllar içinde güç kazanmaya başlayınca, halk ile PKK arasındaki bu bağ da gittikçe güç kazanmıştır. Bir de buna, terör yüzünden mağdur olan ama sorunları çözülmeyen mağdur halk kitlesini ilave ettiğinizde, PKK’nın, geçmişe oranla çok önemli bir halk desteği elde ettiğini söylemek mümkündür.
Bunun üstüne de Habur olayını koyarsanız, örgüt 30 yılda elde edemediği geniş halk desteğini, ne yazık ki, Habur olayı ile elde etmiş ve halkın sözcüsü, temsilcisi durumuna getirilmiştir.
Bu ne demektir, biliyor musunuz?
PKK terör örgütü, artık halkın bir örgütü haline getirilmiş demektir.
Peki, buna kim yol açmıştır?
AKP siyaseti. Habur olayı gerçekleşmeseydi, PKK bu gücü kazanmış olmayacaktı, olay bu denli açık ve nettir.
AKP siyasetini iktidar yapan kimdir?
Türk-Kürt Nakşibendî Gülen cemaati. Bu cemaatin hem doğuda hem batıda önemli bir halk tabanı bulunmaktadır. Bu halk siyasetin çok ötesindedir ama dini inançları nedeniyle AKP’yi güç yapan da bu halk tabanıdır. Türk-Kürt Nakşibendî kardeşlerimizin, dinsel inançları temelinde güç yaptığı AKP siyaseti, şimdi PKK’ya güç kazandırmaktadır. Üstelik AKP siyasetinin ardında küresel güçlerin(ABD-AB-İsrail) desteği de vardır.
Bu resimde eksik olan tek parça kalmıştır, o da, geçmişteki isyanların elebaşısı olan ağalar, beyler, şeyhler, şıhlar, seyitler ve mirler, PKK’nın neresindedir?
Bunlar ikiye ayrılmış durumdadır; bir kısmı PKK’ya doğrudan destek vermekte ve siyasi kanadında açıkça yer almaktadır. Diğer bir kısmı, AKP siyasetine destek vermekte, geri kalanı da gelişmeleri uzaktan seyretmektedir, yani sessiz kalmaktadır. Önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak gelişmeler, PKK’nın devlete karşı güç kazandığını işaretleyecek olursa, bu unsurlar da PKK siyaseti ile birleşme yoluna gidecektir.
Eğer bu da gerçekleşecek olursa, işte o zaman, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin karşısına ağalar, beyler, mirler, seyitler, şehler ve şıhlar, hep birlikte güç birliği yaparak çıkacaktır. Hedefleri, küresel proje olan Kürdistan’ı kurmak olacaktır yani ayrı bir devlet kurmak! Böylece Devlet, üniter ve laik olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hem Osmanlı tarihinde, hem de Cumhuriyet tarihinde ilk kez, sonuçları belki de kaldırılamayacak kadar çok ağır olacak, bir halk isyanı ile karşı karşıya kalacaktır. Çünkü bu isyan, bu kez, ‘Ağa-Bey-Şeyh-Şıh-Seyit’ yönetiminde, yine küresel güçlerin desteğinde ama bu kez, halkın büyük bir çoğunluğunun da peşinden sürükleneceği, ağır bir toplumsal olay olarak karşımıza çıkacaktır.
Bu bir felaket senaryosudur.
Ancak bu senaryonun hayata geçirilmeye başlandığını gösterir işaretler vardır, hem de ciddi işaretler, bunu görmezden kimse gelemez.
2010’da, Öcalan, Gülen cemaati ile ittifak kurabileceğini söylerken, siyasi sözcüsü Hasip Kaplan, ‘başkaldırının başladığını’ duyurmuştur. Ardından Öcalan ise ‘korkunç bir savaşın’ başlayabileceğinin işaretini, yattığı İmralı’dan vermiştir. ABD, Gülen cemaatine verdiği desteği açıkça ilan etmiştir.
Peki, şimdi ne olacaktır?
Türkiye’nin mevcut siyaseti ile bu ateş söndürülüp küle dönüştürülecek mi yoksa bu siyasetin de desteğiyle daha da güçlenerek, herkesi yakacak mıdır?
Şu ana kadar anlatılanlar, gezip dolaştığınız yerlerde gördükleriniz ve yaşadıklarınız, size en başta sorduğumuz; ‘Türkiye’nin mevcut siyaseti ile bu ateş söndürülüp küle dönüştürülecek mi yoksa mevcut siyasetin de desteğiyle, bu ateş daha da güçlenerek herkesi yakacak mı?’ sorusunun cevabı artık sizdedir…
___________________
ERDAL SARIZEYBEK, ÇARÇELLA
Erdal SARIZEYBEK, 8 Mayıs 2011