Cemaatin Kadrolu Tarihçisine (CKT) Cevaplar!
Türkiye’nin içerden ve dışardan çepeçevre kuşatıldığı şu günlerde “Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni” “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”ne dönüştürmek isteyenler her şeyi olduğu gibi tarihi de eğip bükmektedirler.
CUMHURİYET TARİHİ YALANCILARINI TANIYALIM
Aslında “tarihi eğip bükmek” Karşı devrimci Cumhuriyet Tarihi Yalancılarının çok klasik bir yöntemidir. Söze, “Resmi tarih yalan söylüyor!” diye başlayan bu Cumhuriyet Tarihi Yalancıları, belgeleri ve bilgileri basit mantık oyunlarıyla evirip çevirerek kendi SİYASAL amaçlarına uygun bir tarih yazmak için öteden beri uğraşmışlar ve bu yola da bir hayli mesafe kat etmişlerdir.
Günümüzün Karşı devrimci “yobaz” ve “liboş” tarihçilerinin ağa babaları daha Atatürk’ün sağlığında Atatürk’e ve Çağdaş Cumhuriyete saldırmaya başlamışlardır.
Cumhuriyet Tarihi Yalancılarının ağa babası Yüz ellilikler listesinde yer alan Mevlanzade Rıfat’tır. Rıfat, 1929 yılında Halep’te basılan ve 1933 yılında da Türkiye’de yayımlanan Türkiye İnkılabı’nın İç Yüzü adlı kitabında söze “yakın tarih yalan söylüyor!” diye başlayarak Cumhuriyet Tarihini alt üst etmiştir! Mesela ona göre Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk değil Vahdettin başlatmıştır!
Mevlanzade’yi,
Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı kitabıyla,
Saidi Nursi, “Şuaları”yla,
Necip Fazıl, “Büyük Vatan Dostu Sultan Vahdettin” adlı kitabıyla,
Kadir Mısıroğlu, “Lozan Zafer mi Hezimet mi?” adlı kitabıyla,
Mustafa Müftüoğlu, “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” serisiyle,
Fikret Başkaya,”Paradigmanın İflası” adlı kitabıyla,
Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler” adlı kitabıyla
takip etmişler,
Ve daha birçokları ilgi çekici isimlerle süsledikleri kitaplarıyla sözüm ona “Resmi Tarihe” meydan okuyarak, “gerçekleri” yazmışlardır!!!. Ancak kamuoyuna “gerçek” diye sunulan bu koca kitaplardaki bilgiler, tarihsel belgelerin çarpıtılmasıyla ve düz mantık ürünü kısır akıl oyunlarıyla yapılan değerlendirmelerin ürünüdür. Çoğu hayal mahsulü, ideolojik saptırmalardır. Biraz tarih bilen dikkatli bir göz, bu kitaplardaki ön yargılı yaklaşımları, çelişkileri, çarpıtmaları ve yalan dolanı çok kolay görebilir. Nitekim Turgut Özakman, “Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele” adlı dev eserinde bütün bu Cumhuriyet Tarihi Yalancılarının maskesini düşürmüştür.
Bu kadim Cumhuriyet Tarihi Yalancıları sıkışınca, “Ama arşivler kapalı…”, “Dedemden duydum…” türünde aldatmacalara başvurarak yalanlarını gizlemeye çalışmışlardır.
Bu Cumhuriyet Tarihi Yalancılarının temel hedefi, Atatürk’ün kurduğu Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni, kafalarındaki karşı devrimci modele uygun olarak dönüştürmek ve değiştirmektir. Bu nedenle, hepsi de önce devimin önderine, Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmayı gerekli görmüşlerdir. Çünkü devrimi yok etmek için devrimin kalbine saldırmak gerektiğinin farkındadırlar. Saldırdıkları bir başka nokta da Kurtuluş Savaşı’dır. Çünkü Türk devriminin üzerinde oturduğu zemin Kurtuluş Savaşı’dır. Bu nedenle ya Kurtuluş Savaşı’nı küçümseyerek ya da Atatürk’ün bu savaştaki rolünü küçülterek, çağdaş cumhuriyetin üzerine bina edildiği, dünyadaki ilk antiemperyalist mücadeleyi, yani Türk Devrimi’nin zeminini zayıflatmak istemektedirler. İşte geçmişten günümüze gördüğümüz Cumhuriyet Tarihi Yalancılığının arka planında yatan gerçek neden budur.
İşte belli başlı Cumhuriyet Tarihi Yalanları:
- Kurtuluş Savaşı antiemperyalist bir mücadele değildir!
- Atatürk, İngilizlerle birlik olarak Osmanlıyı yıkmıştır!
- Kurtuluş Savaşı’nı Padişah Vahdettin başlatmıştır!
- Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerle savaşılmamıştır!
- Lozan zafer değil hezimettir!
- Atatürk devrimleri Türkiye’yi “dinsizleştirmek için” yapılmıştır!
- Latin harfleri Türkiye’yi tarihinden koparmıştır!
- Vb.
(Bütün bu yalanlara “Cumhuriyet Tarihi Yalanları” adlı kitabımda kapsamlı cevaplar vereceğim için burada ayrıntılara girmiyorum)
Karşı devrimin ayak seslerinin iyice arttığı bu günlerde geçmişte marjinal bir kesimin dile getirdiği bu Cumhuriyet Tarihi Yalanları bugün maalesef geniş bir kesim tarafından dile getirilmektedir.
Bugünün en ateşli Cumhuriyet Tarihi Yalancıları “malum cemaatin” güdümünde, kendilerini “liberal” diye tanımlayan aslında Siyasal İslamcı veya II. Cumhuriyetçi gazeteci, yazar, araştırmacı ve tarihçilerdir.
CEMAATİN KADROLU TARİHÇİSİNİN GÜLDÜREN YORUMLARI
Sıcak bir örnek olması bakımından, “malum cemaatin malum gazetesinde”, tarih yazıları yazan “malum şahıs”ın bazı Cumhuriyet Tarihi Yalanlarını deşifre etmek istiyorum: Bu bölümde anlatılanları okuduktan sonra neden bu bölüme “Cemaatin Kadrolu Tarihçisinin Güldüren Yalanları” başlığını koyduğumu çok daha iyi anlayacaksınız!
Bakın “Cemaatin Kadrolu Tarihçisi”, “cemaatin bedava dağıtılan gazetesinde” 18 Temmuz 2010 tarihli yazısında ne demiş: (Kısa alıntılarla veriyorum)
“…..Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi. İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce işgal İstanbul'unda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını, 9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez? "Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?
……………..
“ ….Sevr Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?
Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir.
Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.
Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.”
“İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...
Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?”
Ya!.... Öğrendiniz mi gerçekleri?
Yakın Tarih nasıl da “küller altındaymış” da bizim Cemaatin Kadrolu Tarihçisi nasıl da kaldırmış külleri!
Vay be!... Demek ki yıllardır kandırılmışız da haberimiz yokmuş!!!
“Sevr’i Tartışmaya Açalım” diyen “Cemaatin Kadrolu Tarihçisi” hızını alamamış, bir sonraki yazısında da “Sevr'in Hayaleti Lozan'da Ne Arıyor?” diye sormuş! (25 Temmuz 2010).
“Geçen haftaki 'Sevr'i tartışmaya açalım' önerime pek nazikâne(!) tepkiler yükseldi bir yerlerden. Hayretler içindeyim, demek okuyup inceleyerek değil, küfür ve tehdit ederek de tarih yazdırılabiliyormuş.
Demek şimdiye kadar bu işleri böyle yürütmüşler. Demek yakın tarih üzerindeki 'vesayet rejimi'nin bozulmasını sözüm ona bu 'demokratik' yöntemlerle engelliyorlarmış.
Onları en çok kızdıran, Sevr'e 'barış projesi' demem olmuş. Bunu ben demiyorum ki, bizzat Gazi Mustafa Kemal diyor. Şu küfe küfe dağıttığınız ama vakit bulup da okuyamadığınız "Nutuk"a bakma zahmetine katlansaydınız Sevr'den "barış şartları" ve "barış teklifleri" diye söz ettiğini ve mesela 3 Temmuz 1920 günkü TBMM konuşmasında Sevr'i "barış antlaşması" diye nitelendirdiğini görürdünüz. (Bu arada geçen hafta "Nutuk"ta 4-5 yerde Sevr'e 'proje' denildiğini söylemiştim. Düzeltiyorum: Tam 9 yerde geçiyormuş!)
Bir de ismini vermeyeceğim bir iftira sitesi var ki, Ergenekonculuğuyla maruf bu site, akıllara zarar bir usulle beni "Zaman" okurlarına ve yöneticilerine şikayet ediyordu.
Tarih alanında da bir Ergenekon yapılanması var, deyişim boşuna değil anlayacağınız.
Şu kadarını söyleyeyim ki, bunlara pabuç bırakacak değilim. Nasıl demokrasimiz üzerindeki asker vesayetinin kalkmasını savunuyorsak, tarihimiz üzerindeki vesayetin de kalkması için de mücadele etmemiz gerektiğine inanıyorum çünkü.
Nerede kalmıştık? Sevr'in 139. maddesinde Osmanlı'nın İslam alemiyle ilgisini kesme emrinin yer aldığını söylemiş ve şu kıymığı eklemiştim: Bu emir, son yıllara kadar neredeyse aynen geçerli olmadı mı?
Sorunun demir ucunu nerelere gittiğini anlayanlar, anladı elbette. Tezim şu:
Sevr'deki 139. madde dayatması, Lozan'ın metnine yansımıştır. Daha birkaç yıl önce bizim toprağımız olan ve henüz resmen devretmediğimiz İslam ülkeleriyle alakamızı kesin olarak kestiğimizi bildiren Lozan'ın 17-22. maddeleri neyin nesi? Bunlarda İngiltere, Fransa ve İtalya'nın bölgede kurmak istedikleri "yeni dünya düzeni"ne sorun çıkarmayacağımızın ve mevcut haklarımızdan da onlar lehine feragat edeceğimizin itirafı yok mudur?
Velhasıl Sevr'in hayaleti ehlileştirilmiş, sınırlandırılmış ve elden geçirilmiş bir şekilde Lozan'da yaşamaya devam ediyor. Yani Sevr ve Lozan diye "iki ayrı antlaşma", birbiriyle hiçbir teması bulunmayan "iki ayrı metin" bulunmuyor. Sevr, kendisinden sonraki Londra, Paris ve Lozan antlaşmaları için temel metin olmuştur. Her üç "barış teklifi"nde de adım adım Sevr şartlarında lehimize bazı düzeltmeler getirilecektir.
Lozan, Sevr'in içinden çıkmıştır deyişime kızıp köpüreceklere diyorum ki, gelin, bazı maddelerini karşılaştıralım. Mesela Sevr'in 28. maddesini beraberce okuyalım:
"İşbu antlaşmada tanımlanan sınırlar, işbu antlaşmaya ekli bir bölü bir milyon (1/1.000.000) ölçekli haritalara çizilmiştir. Metinle harita arasında uyumsuzluk durumunda, metin geçerli olacaktır."
Sevr'in bu 'teknik' maddesi Lozan'ın 4. maddesi olmuştur; hem de kelimesi kelimesine. Bu 'teknik' hususun her iki maddede kelimesi kelimesine aynen geçmesi, Sevr'in Lozan'a temel metin ödevi gördüğü tezimi kanıtlar ama ispatlamaz. Onun için gelin, şu sıcaklarda canınızın sıkılması pahasına birkaç maddeye daha göz atalım.
Lozan'ın 5 ila 8. maddeleri Sevr'in 29 ila 32. maddelerinin neredeyse aynısı. Lozan'ın 9., 10. ve 11. maddeleri de Sevr'in 33., 34. ve 35. maddeleriyle tıpatıp aynıdır. Lozan'ın azınlıklarla ilgili 37 ve devamı maddeleri zaten hemen tamamen Sevr'in aynıdır.
Tabii ki Lozan'da değiştirilen ve yeni konulan maddeler olduğunu inkâr etmiyorum. Söylemek istediğim, Lozan'da önümüze Sevr antlaşması konulmuş ve onun üzerinde düzeltmelerde bulunulmuştur.
Öte yandan ufak da olsa bazı yerler, Sevr'de bize bırakıldığı halde Lozan'da elimizden alınmıştır. Mesela Ege'deki, sınırlarımıza 2 km uzaklıktaki Meis adası Sevr'de bize bırakılmış görünürken, Lozan'da bütün uğraşmalarımıza rağmen kaybedilmiştir. Yine Irak sınırındaki İmadiye de Sevr'de bize bırakılmışken, Lozan'da elimizden çıkmıştır.
Lozan'da toprak kazançları haricinde elde edilen en büyük avantajın, ekonomik, adlî ve siyasî bağımsızlık ve eşitlik olduğunu söylemek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti bu bağımsızlık ve toprak bütünlüğü ilkesi üzerine kurulmuştur.
Lakin Lozan'ın bir zafer sayılmasının mümkün olmadığı, bizzat TBMM'deki oturumlarda dile getirilmiş ve Batı Trakya, Kıbrıs, Musul gibi kayıplarımız gündeme getirilmiştir. Bu yüzden "Nutuk"tan başlayarak Cumhuriyet tarihçiliği, Lozan'ı Sevr ile karşılaştırmaya ve böylece onu zafer saymaya yönelmiştir. Ancak tarihçilerimiz de bu kadar korkulan Sevr Antlaşması'nı cesaret edip de bir türlü yayınlamamış, içinden bazı maddeleri suyunun suyu kabilinden özetleyerek ve Lozan'la karşılaştırarak vermeyi tercih etmişlerdir.
Böylece Sevr metni bilinmediği için bu "idam fermanı" ile ilgili gerçekler kamuoyuna yansımamış ve Sevr efsanesi kuşaktan kuşağa aktarılagelmiştir. Ancak artık Sevr ile yüzleşme zamanı gelmiştir. Ne Sevr zannedildiği gibi uzaydan inmiş bir antlaşma projesidir, ne de Lozan, her yönüyle bir zaferdir. Meseleyi doğru mukayeseler temelinde anlatmak şarttır.
Osmanlı yönetimini 90 yıl sonra dahi onursuzluk, hainlik ve alçaklıkla suçlayarak Cumhuriyet'i yüceltemeyeceklerini artık görmeleri gerek. Cumhuriyet ve demokrasi halk tarafından benimsenmiş olup onun üzerinde bir tartışma yoktur. Ancak bu tür çocuksu mukayeselerle de bir yere varılamayacağını birilerinin kızıp köpürmeden önce bilmesi lazımdır.
Baskın Oran'ın yıllar önce yazdığı bir makale bu bakımdan önemlidir. Prof. Oran, 1997'de "Çağdaş Türk Diplomasisi Sempozyumu"na sunduğu tebliğinde sarsıcı bir belgeye yer vermişti. Pek bilinmez ama Osmanlı yönetimi Sevr tasarısına 16 Temmuz 1920'de müthiş bir cevap vermiştir. Bu belge, çok sağlam bir hukuk mantığıyla yazılmış olup üslubunda "zerre kadar eziklik" havası yoktur. Bu bakımlardan Lozan'ın bir öncüsüdür. Dahası, özü bakımından dopdoludur. Batı hukuk literatürüne çok sayıda göndermede bulunmakta ve çarpıcı analizler yapmaktadır.
Bilin bakalım bu başı dik ve Lozan'ın öncüsü olan Sevr çıkışını İtilaf devletlerine kim sunmuştur? Cevap: Damat Ferid Paşa!”
Cemaatin Kadrolu Tarihçisi var da gerçekleri öğreniyoruz böyle!...Ne fiyakalı ve ezber bozan bir başlık değil mi? Bozuldu mu ezberiniz? Şaşırdınız yine değil mi? Canım sizi birileri hep kandırmış, sağ olsun
CEMAATİN KADROLU TARİHÇİSİNE CEVAPLAR
Aslında niyetim, Cumhuriyet Tarihini çarpıtarak, Çağdaş devrime ve Atatürk’e saldırarak birilerine yaranmayı kendilerine misyon edinmiş kişilerle polemik yapmak değil. Ayrıca buna vaktim de yok! Ama ülkemizin içinde bulunduğu durum; her şeyin altüst edilerek ABD ve yerli işbirlikçilerinin çıkarlarına uygun olarak yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bu günlerde bu çarpıtmalara cevap vermeyi gerekli gördüm.
Tek tek gidelim:
1. Hain Geni Bandırma: Cemaatin Kadrolu Tarihçisi (bundan sonra CMT) Atatürk’ü Samsun’a çıkaran Bandırma Vapuru’nun “gazi gemi” olarak adlandırıldığını, oysa ki, daha sonra aynı Bandırma Vapuru’nun Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkardığını, bu nedenle "hain gemi” olduğunuileri sürüyor ve neden Bandırma Vapuru’na “hain gemi” denmediğini soruyor bilmiş bir tavırla?
Aslında bu soru CKT’nin “ruh durumunu” olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Şöyle ki, Bir gemiyi, bir cansızı “hain” veya “kahraman” diye adlandırmak psikolojik rahatsızlığa işarettir. Aslında CKT bunu bilmeyecek biri değildir, ama ondaki “Atatürk karşıtlığı” o boyutlara varmıştır ki, kendisi Atatürk’le ilgili objelere, maddelere bile “gıcık” olmaya başlamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla CKT Atatürk için söylemek istediği ama söyleyemediklerini Atatürk’le ilgili objeler, maddeler için söyleyerek bir anlamda rahatlamaktadır!
Ayrıca Atatürkçü kesimden hiç kimse, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı Bandırma vapuruna “gazi gemi” muamelesi yapmış değildir. Bandırma vapuru Kurtuluş Savaşı’nı başlatacak olan Atatürk’ü Samsun’a çıkaran gemi olduğundan bizim için sembolik bir anlamı vardır. Bu gemiyi kimsenin “kutsayıp” “taptığı” falan da yoktur. Ayrıca resmi tarih yazımında geminin pusulası bozuk harap bir gemi olduğu anlatılır. Bandırma’yı allayıp pullamaya, hatta bir Trans-Atlantik, bir Titanic olarak göstermeye çalışanlar Atatürk karşıtı “yobaz” kesimlerdir. Türkiye’de 90’lı yıllarda uzunca bir zaman, TTK’nın da dahil olduğu tartışmalarda Bandırmanın boyu tartışılmıştır. İşlevine değil de boyuna bakanlar ve “Aman da çok büyükmüş!..” diye Bandırma’nın “boyuna” ağıtlar yazanlar Atatürk karşıtı kesimlerdir.
2, Yahya Kaptan Meselesi: CKT burada aslında farkında olmadan bugüne kadar yazdığı kitapları çöpe atmasını gerektirecek kadar önemli bir itirafta bulunmuştur. Kitaplarında ısrarla İstanbul hükümetlerinin ve Vahdettin’in İstanbul’dan “gizli” “açık” Kurtuluş Savaşı’na destek olduğunu yazan CKT, bir anlık öfkeyle olsa gerek “Milli Mücadele’nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına Bandırma vapurunun çıkardığını” belirtmiştir.
Satır arasında kaybolan bu cümlede çok önemli bir itiraf gizlidir. CKT, bu cümlesiyle İstanbul hükümetinin, Milli Mücadele öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürmek için Anadolu’ya birlik gönderdiğini kabul etmiştir.
CKT, Yahya Kaptan, meselesini açarak aslında kendi tezlerini altüst edecek bir hata yapmıştır: Çünkü, “Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatsın diye Vahdettin Anadolu’ya gönderdi” biçiminde yazıp çizen CKT, Yahya Kaptan meselesini açarak kelimenin tam anlamıyla baltayı taşa vurmuştur.. Atatürk’le Yahya Kaptan arasındaki ilişki, Atatürk’ün, kendisine Vahdettin tarafından 9. Ordu Müfettişliği görevi verilmese de Anadolu’ya geçmek için hazırlıklar yaptığını kanıtlamaktadır.
İşte tam bu noktada Atatürk’ün Anadolu’ya “gizli geçiş planından” söz etmek istiyorum:
Atatürk, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldikten sonra altı ay boyunca işgal altındaki İstanbul’da kalarak “kurtuluş yolları” aramış, kurtuluş çareleri üzerine kafa yormuştur. Bu amaçla önce siyasi yollara başvurmuş, padişahla, hükümet temsilcileriyle eski sadrazamlarla görüşmeler yapmış, ancak bu yoldan bir sonuç alamayınca bu sefer de eski İttihatçılarla görüşmeler yapmıştır.
Bu sırada ellerinin altında silahlı güç bulunan vatanseverlerle ilişki kurmuştur. Bunlar arasında Yenibahçeli Şükrü Bey, Topkapılı Cambaz Mehmet ve Yahya Kaptan’ın çok özel bir yeri vardır. Çünkü Atatürk, bu vatanseverlerle görüşerek onlara ısrarla Gebze-Kocaeli yoluna göz kulak olmalarını söylemiştir. Çünkü Atatürk, o günlerde Milli Hareketi başlatmak için bir şekilde Anadolu’ya geçmesi gerektiğini düşünmektedir.
İsmet Paşa, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey gibi yakın silah arkadaşlarına da bu düşüncesinden söz etmiştir. O işgal günlerinde Anadolu’ya –eğer resmi bir görev alamazsa- gizli yollarla geçmeyi düşünmektedir. Atatürk’ün kafasındaki Anadolu’ya gizli geçiş planın güzergahı Gebze-Kocaeli yoludur. Atatürk-İsmet Paşa, Atatürk-Ali Fuat Paşa, Atatürk-Rauf Bey görüşmelerinden bu düşüncenin detaylarını anlamak mümkündür.
Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının en yakın tanığı ise Atatürk’ün yaverlerinden Cevat Abbas (Gürer) dir
Cevat Abbas’ın gün ışığına çıkardığı haritalar, Atatürk’ün Anadolu’ya geçmek için yedek bir planı olduğunu kanıtlamaktadır. Sonradan iptal edilen bu plan gerçekleşseydi, Kurtuluş Savaşı Samsun’da değil, Kocaeli’de başlayacaktı. (Turgut Gürer, Atatürk’ün Yaveri Cevat Abas Gürer, “Cepheden Meclise Büyük Önder İle 24 Yıl”, İstanbul, 2006, s.220).
Atatürk’ün Gebze Kocaeli yolunu koruyup kollama görevi verdiği vatanseverlerden biri Yenibahçeli Şükrü Bey, diğeri ise Yahya Kaptan’dır.
Atatürk, bir gün yaveri Cevat Abbas’ı çağırarak Kocaeli üzerinden Anadolu’ya, 20. Kolordu sınırlarına kadar ulaşacak bir yol belirlemesini ve bu yolu güvenceye almasını istemiştir. Cevat Abbas, yaptığı araştırmalardan sonra Yahya Kaptan ve adamlarından bir müfreze oluşturmuştur. (age, s.210-211).Yahya Kaptan Müfrezesi, Atatürk Anadolu’ya geçerken onu koruyacaktı. Atatürk Nutuk’ta Yahya Kaptan Müfrezesi’nin kuruluş amacından şöyle söz etmiştir:
“Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı milli müfrezeler oluşturmak ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurdurduğumuz milli müfrezelerden en önemlisi ve en kuvvetlisi bu, Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakar vatanseverin müfrezesi idi.”
Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas anılarında “Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının” detaylarını şöyle anlatmıştır:
“Atatürk’le kendime, cephanesiyle birlikte birer mavzer filintasıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur ettiğim yollar güzergahının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün Atatürk’ün birden tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıl’a inen yolu takip ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik.” (age, s.211).
İngilizlerin, İstanbul hükümetinden bir an önce Karadeniz’deki karışıklıkların önlenmesini istemeleri üzerine hükümet ve padişah tarafından Karadeniz’deki karışıklıkları (Türk-Rum çatışmaları) önlemesi amacıyla 9. Ordu Müfettişliği göreviyle Anadolu’ya “resmi yollardan” geçme şansı yakalayan Atatürk, üzerinde uzun zaman çalıştığı bu gizli geçiş planından vazgeçmiştir.
Gelelim Yahya Kaptan’a: Atatürk, Anadolu’da Milli Hareketi örgütlerken de Yahya kaptanla ilişki içinde olmuş, onun kahramanlığından ve vatanseverliğinden yararlanmıştır. Atatürk, Yahya Kaptan’a o kadar önem vermiş ki, sürekli onunla doğrudan yazışmış, iki kere yaveri Cevat Abbas’ı Yahya Kaptan’ı ziyarete göndermiş ve Yahya Kaptan’ı her türlü baskıya karşı korumuştur.
Ancak Yahya Kaptan’ın Milli Hareket yanlısı çalışmaları ve Atatürk’le doğrudan haberleşmesi İstanbul’daki bazı çevrelerin hiç hoşuna gitmemiştir. İngilizler, İstanbul hükümeti ve hatta Milli Harekete destek veren Karakol Cemiyeti bile Yahya Kaptan’a cephe almıştır. Yahya Kaptan’ın tek dostu kendisinden bir hayli uzaktaki Atatürk’tür.
İşte bu Yahya Kaptan, 7 Ocak 1920’de teslim olmasına rağmen “kafası kesilerek” öldürülmüştür.
Perki ama bu vatansever Yahya Kaptan kim tarafından nasıl öldürülmüştür? Atatürk Nutuk’ta bu sorunun cevabını belgelere dayalı olarak şöyle vermiştir:
“Onu öldürmüş olan HÜKÜMETİN, kanuni kovuşturmaya başlamış olması, cinayeti işleyenlerin, meydana çıkamayacağına delil değil miydi?...” (Yahya Kaptan’ın İstanbul Hükümetince nasıl ortadan kaldırıldığı konusunda bkz. Atatürk, Nutuk, İstanbul, 2002, s.261-278)
Atatürk, Yahya Kaptan’ın öldürülmesinden büyük üzüntü duymuş ve bu üzüntüsünü Nutuk’a şöyle yansıtmıştır:
“Merhumun, hiç kimseyi dinlememesinin katline neden olarak gösterilmesi asla doğru olamaz. Şehidi merhum beni dinliyordu. Benden emir alıyordu. Verdiğim emre göre hareket ediyordu. Başka bir makam ve kişiye bağlı olduğunu, onlardan emir alması gerektiğini kendisine emretmemiştim.”
Şimdi soruyorum size, bu olayda “katil” olan Yahya Kaptanı öldürecek birliği Hereke’ye getiren Bandırma vapuru mudur, yoksa o birliği Bandırma vapuruna bindirip Yahya Kaptan’ın üzerine saldırtan İstanbul Hükümeti midir?
CKT (Cemaatin Kadrolu Tarihçisi), hiç utanmadan bu olaydan cansız Bandırma vapurunu sorumlu tutarak, bize “Neden Bandırma vapuruna ‘katil gemi’ demediğimizi” soruyor! Ne diyelim Allah insaf, akıl, fikir versin!..
3. Sevr Antlaşması Yalanları
Türkiye Cumhuriyetiyle, Türk Kurtuluş Savaşı’yla, Atatürk’le ve İsmet Paşa’yla kavgalı çevrelerin öteden beri dillerine pelesenk ettiklerini konulardan biri de Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 Temmuz 1923 tar,hinde imzalanan ve Türkiye’nin bağımsızlığını tescilleyen Lozan Antlaşması’dır.
Özellikle kadim yobazlarımız, Kurtuluş Savaşı’nın somut sonucu olan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasi ve ekonomik özgürlüğe kavuşturan Lozan Antlaşması’na çamur atmayı “ümmi bir spor” haline getirmişlerdir.
İnsan bu aşamada ister istemez düşünüyor: Kim neden Türkiye’nin bağımsızlığını sağlayan bir antlaşmadan rahatsız olur?
Sizi fazla yormadan cevabı hemen verelim: Bir insanın Lozan’a saldırması için, ya tarih bilmemesi, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası koşulları analiz edememesi, ya da Sevr Antlaşması’na bel bağlamış olması gereklidir. Bu sorunun başka bir cevabı yoktur.
Peki, Lozan’a saldırıp Sevr’i yeniden tartışmaya açan CKT sizce hangi gruba girmektedir?
AMAÇ, TOPLUMUN BİLİNÇALTINDAKİ SEVR İMGESİNİ YIKMAKTIR
CKT, yazısında Sevr’in bir “Barış projesi olduğunu” ve Atatürk’ün de Nutuk’ta 9 yerde Sevr’den “Barış projesi” diye söz ettiğini belirtiyor. Yani CKT, uyanıklık yaparak –daha önce belirttiğim gibi- basit akıl ve kelime oyunlarıyla toplumun derin bilinç altındaki Sever imgesini değiştirmek istiyor. Toplumun derin bilinçaltındaki Sevr imgesi, Türkiye’nin emperyalistlerce işgal edilmesi sonrasında parçalanması için Osmanlı’ya imzalatılan ve bağımsızlığımızı yok eden anlaşma biçimindedir. CKT Sevr ve Barış kavramlarının altını çizerek toplumun bilinçaltına Sevr’in aslında “zararlı” olmadığı düşüncesini enjekte etmeyi planlıyor. Bunu yaparken de çok ustaca, “Atatürk de Nutuk’ta Sevr için Barış projesi’ ifadesini kullanmıştı^”, diyor. Yani Sevr’in zararlı olmadığı iddiasını “Atatürk’ü kullanarak” güçlendirmek istiyor. Bu basit mantıksal çıkarımdan hareketle bizim Sevr’e sahip çıkmamızı bekliyor!
BİZ NE DEDİK: EVET! SEVR BARIŞ ANTLAŞMASI’DIR
CKT burada, Nutuk’u okumamış, Atatürk’ün savaş stratejisini bilmeyen insanları kelime oyunuyla düpedüz kandırmaktadır. Çünkü, modern zamanlarda savaşlardan sonra genelde iki anlaşma imzalanır. Bu anlaşmalardan birincisi “ateşkes” diğeri “barış” antlaşması adını alır. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan çekilirken İtilaf devletleriyle imzaladığı iki anlaşmadan ilki, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, diğeri ise 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Barış Antlaşması’dır. Yani, CKT’nin “altın bulmuş gibi”, “Sevr Barış Antlaşmasıdır…” diye sevinç çığlıkları atmasının hiç anlamı yoktur. Evet! Sevr bir barış anlaşmasıdır. Gerçekten de literatürde Sevr “Barış Antlaşması” olarak geçer.
Önemli olan anlaşmanın adı değil nasıl bir anlaşma olduğudur. Bu anlaşmayı imzalayan ülkeye ne getirdiğidir. Yani önemli olan içeriktir
Ayrıca bırakın Nutuk’u, biraz Kurtuluş Savaşı tarihi okuyan herkes İtilaf devletlerinin Kurtuluş Savaşı daha başlamadan önce Türkiye’yi parçalamak, bölmek için aralarında imzaladıkları anlaşmalara “barış anlaşması”, yaptıkları toplantılara da “barış konferansı” adını verdiklerini bilir. Örneğin I. Dünya Savaşı sonrasında yenilen ülkelerle yapılacak anlaşmaların esaslarını belirlemek için toplanan konferansın adı Paris Barış Konferansı’dır. Ama adı “barış” olan bu konferansta İzmir’in Yunanlılarca işgaline karar verilmiştir. Ayrıca Kurtuluş Savaşı sırasında İngiliz ve Fransız temsilcilerin bizzat Atatürk’e sundukları bir çok barış teklifi vardır?
Atatürk Nutuk’ta, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Türkiye’ye yapılan dört “barış teklifi” olduğunu belirterek bunlar arasında bir karşılaştırma bile yapmıştır. Yanlış duymadınız Atatürk sadece Sevr’e değil yapılan bütün anlaşma tekliflerine “barış teklifi” diyor. (Nutuk, s. 504).
Şimdi Nutuk’taki Atatürk’e kulak verelim:
“Efendiler! Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra düşman devletler tarafından Türkiye’ye dört defa barış şartları teklif edilmiştir. Bunların birincisi Sevr taslağıdır. Bu taslak hiçbir görüşmenin ürünü olmayıp İtilaf devletleri tarafından Yunan Başvekili Mösyö Venizelos’un da katılmasıyla düzenlenmiş ve Vahdettin’in Hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. Bu taslak TBBM’de tartışılmaya değer bile sayılmamıştır.
İkinci barış teklifleri I. İnönü Savaşı’ndan sonra toplanan Londra Konferansı’nın sonunda 12 Mart 1921 tarihinde yapılmıştır. Bu teklifler, Sevr Antlaşması’nda bazı değişiklikler getiriyor ise de, üzerinde durulmamış olan meseleler de Sevr taslağındaki maddelerin olduğu gibi bırakılması kabul etmek gerekir. Bu teklifler, bizce tartışmaya yol açmadan II. İnönü Savaşı’nın başlamasıyla sonuçsuz kalmıştır.
Üçüncü barış teklifleri 22 Mart 1922’de yani Sakarya Zaferi’nden ve Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması’ndan sonra ve yakında yeni bir saldırımızın beklendiği sıralarda Paris’te toplanan İtilaf devletleri Dışişleri Bakanları tarafından yapılmıştır. Bu tekliflerde ise artık Sevr taslağını temel olarak ele alma şeklinden vazgeçilmiş ise de ana çizgileriyle milli gayemizi gerçekleştirmekten uzaktı.
Dördüncü teklif, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla sonuçlanan görüşmelerdir.” (age, s.504,505)
Atatürk, Lozan öncesindeki bu “barış tekliflerinin tamamını” bağımsızlığa aykırı bularak reddetmiştir. II. İnönü Savaşı’ndan sonra İtilaf devletleri Londra’da bir konferans toplamışlardır. Konferansta TBMM’yi temsil eden Bekir Sami Bey, İngiltere, Fransa ve İtalya ile bazı anlaşmalar imzalamıştı. Ancak Atatürk bu anlaşmaları da tam bağımsızlığa aykırı bularak reddetmiştir. Şimdi soruyorum CKT’ye, Atatürk bu barış tekliflerini neden kabul etmemiştir? Neden ısrarla Anadolu’nun düşmandan temizlenmesini beklemiştir?
Çünkü, “barış teklifi”, “barış projesi” diye Atatürk’ün ve Türkiye’nin önüne konulan şeyler, Atatürk’ün kafasındaki “tam bağımsızlık” düşüncesine aykırı tekliflerdir. Atatürk, Anadolu’yu tamamen düşmandan temizlemeden yapılan barış tekliflerinin Türkiye’yi böleceğini çok iyi bildiği için Büyük Taarruz öncesindeki bütün barış tekliflerini elinin tersiyle itmiştir. Tıpkı Sevr Barış Projesi’ni de ittiği gibi…
Nitekim Atatürk Nutuk’ta bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
“Efendiler, vatanımızın işgal edilmiş yerlerinden düşmanlarımızın çekildiklerini görmeden veya hiç olmazsa çekileceklerine tam bir güven duymadan, aldatıcı sözlere gereğinden fazla değer vermek akıl karı mıydı? Memleket kaderinin tek dayanak noktası olarak kalmış bulunan Kuvayı Milliye’yi dağıtma gayesi güden bu gibi teşhis ve teşebbüsleri anlamakta güçlük var mıydı? Geleceğin şüphe ve belirsizliği uğruna milli davadan hemen vazgeçmek doğru olur muydu?
Yalnız İstanbul’un değil, Boğazların, İzmir’in, Adana bölgesinin, kısacası milli sınırlarımız içindeki bütün vatan topraklarının egemenliğimiz altında kalması milli gayemiz değil miydi?Bu duruma göre yalnız İstanbul’un Osmanlı devletine bırakılacağı vaadi karşısında (Sevr Antlaşması’nda böyle bir madde var) Osmanlı devletinin sadrazamı Ali Rıza Paşa memnun olsa da, Türk milletinin memnun olacağı ve bununla yetinerek susup oturmayı tercih edeceği nasıl düşünülebilirdi? Vahdettin’in sadrazamı, Kuvayı Milliye’yi dağıtmayı hedef alan bütün teşebbüslerinin tarihi sorumluluğunu düşünmeyi istemiyor muydu?
Efendiler, yabancıların telkinlerine ve onu gerçekleştirmeye kalkışan hükümetin istek ve emrine, milletçe de Kuvayı Milliyece de boyun eğilmeyeceği şüphesizdi.” (Nutuk, s.309,310)
Atatürk’ün son cümlesini lütfen bir kere daha okuyun!
Özetle, İtilaf devletleri, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye üzerindeki çıkarlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin önüne sürdükleri bütün paylaşım planlarını BARIŞ PROJESİ olarak sunmuşlardır. Nutuk’ta değil dokuz, onlarca kez “barış projesi” demektedir Atatürk.
1919-1922 yılları arasında Türkiye’ye İtilaf devletlerince sunulan barış teklifleri (Sevr de dahil) Tıpkı 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal ederken Irak’a demokrasi götürmesi gibi bir şeydir. CKT bu kadar basit bir gerçeği nasıl düşünemedi abaca? Yoksa düşündü de bu toplumu aptal yerine koyabileceğini mi sanıyor?
SEVR ANTLAŞMASI VAHDETTİN’İN ESERİDİR
CKT,Vahdettin’in Sevr Antlaşması’ndan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz ettiğini belirterek Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından Vahdettin’in de rahatsız olduğunu ima etmekte ve .”Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.” demektedir.
Sırayla gidelim: Önce Cumhuriyet Tarihi Yalancılarının hep iddia ettikleri “Vahdettin Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sorumlu değildir” yalanını deşifre edelim:
Öncelikle Damat Ferit Hükümeti, 20 Temmuz 1920’de Sevr Antlaşması’nın imza edilmesini tavsiyeye karar vermiştir. (G.Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, C.4, Ankara, 1971, s.202)
Padişah Vahdettin, devlet temsilcilerinin görüşlerine başvurmak için Yıldız Sarayı’nda 22 Temmuz 1920’de bir Saltanat Şurası toplamıştır. Toplantıya Padişahla birlikte 45 kişi katılmıştır. Sevr Antlaşması’nın tartışıldığı bu şuraya bizzat Vahdettin başkanlık etmiştir. (Bkz. İbnül Emin-Mahmut Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul, 1953, s.2062).
Saltanat şurasında İtilaf devletleri tarafından ileri sürülen şartların kabulü veya reddi üzerinde tartışılmıştır.
Şurada temelde iki görüş belirmiştir. Birinci görüşe göre, şartlar kabul edilirse Osmanlı Devleti İstanbul dahil belirli sınırlar içinde devam edecek ancak Ermeni, Rus, Romanya, Bulgaristan ve Yunan devletleri arasında varlığını korumak zorunda kalacaktı. İkinci görüşe göre, teklif edilen şartlar reddedilirse o zaman Anadolu’da yapılmakta olan savaş genişleyecek, bu yüzden “Saltanat-ı Seniyye ve Hükümet-i Osmaniyye’ye” son verilerek İtilaf devletleri yönetimi ele alacak ve Türkiye toprakları tamamıyla teslim edilmiş olacaktı. (Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921), Ankara, 1959, s.300.)
Bu görüş sahiplerine göre, “Yedi yüz senelik Osmanlı devletinin yok olmasını önlemek üzere İtilaf devletlerini tekliflerini kabul etmenin zorunluluğu vardır.” (age, s.301).
Şurada daha sonra, Sevr Antlaşması kabul edilmediği halde İstanbul’un Türklerden alınacağını belirten bir yazı okunmuştur. (İbnül Emin, Mahmud Kemal İnal, age, s.2062).
Görüşme ve konuşmaların ardından Vahdettin, anlaşmanın imzalanmasını isteyenlerin ayağa kalkarak oylarını açıklamalarını istemiştir. İşte o an orada bulunan ve Osmanlı devletini temsil eden herkes- Ayandan Topçu Feriki Rıza Paşa hariç- ayağa kalarak “imzalayalım” demişlerdir. (age, s.2062)
Görüldüğü gibi, Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit dahil neredeyse tüm Osmanlı yönetimi “acz” ve “korku” içinde “Aman kabul etmezsek İstanbul’da elden gider, Türkiye tamamen İtilaf devletlerinin eline geçer” endişesiyle “idam fermanı” Sevr Antlaşması’nın imzalanmasını kabul etmişlerdir.
İstanbul’da “Aman düşmanın sözünden çıkmayalım” denildiği o günlerde Atatürk ve arkadaşları Anadolu’da milletle berber düşmana karşı direniş planları yapmaktaydı. Padişah dahil hiçbir Osmanlı yöneticisinin aklına ”Bir çare daha var: Bu anlaşmayı kabul etmeyelim ve Anadolu’da Atatürk ve arkadaşlarının direnişine destek verelim, öleceksek de vuruşarak ölelim” demek gelmemiştir.
Cumhuriyet tarihi yalancılarının aklamaya çalıştıkları Padişah Vahdettin, Saltanat Şurası’nın aldığı “Sevr Antlaşması’nı kabul edelim” kararına karşı yumruğunu masaya vurarak, “Hayır, böyle bir idam fermanını asla kabul edemeyiz…. Gerekirse burada vuruşarak ölürüz, ama milletimizin alnına bu kara lekeyi çalamayız” deme cesaretini gösterememiştir. Vahdettin’in, iş işten geçtikten sonra Sevr Antlaşması’ndan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diyesöz etmesinin ne anlamı vardır?
İşte, Cumhuriyet Tarihi Yalancılarının, “Padişah Vahdettin Sevr’i imzalamadı! Osmanlı yöneticileri de Sevr Antlaşması’na karşıydı! Ayrıca, Sevr’in geçerli olması için meclisin onayından geçmesi gerekirken meclis kapalı olduğu için meclisin onayından geçemedi, bu yüzden Sevr Antlaşması zaten geçersizdir! türündeki “kıvırmalarının” gerçeği yansıtmadığı, Padişah Vahdettin ve 45 Osmanlı yöneticisinden 44’ünün Sevr Antlaşması’na “evet” dedikleri gün gibi ortadadır.
Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920 Salı günü saat 16’da, Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Beyler tarafından Paris’te Sevr (Sevres) “Müesesi Sınaiyyesi Dairesi’nde” imzalanmıştır. (age,s.2062).
“Sevr Antlaşması’na Vahdettin’in imzasının olmadığını” söyleyerek, Vahdettin’i aklamaya çalışanları ciddiye almak olanaksızdır. Çünkü anlaşmaya imza koyanlar doğrudan Padişah Vahdettin’den aldıkları talimat doğrultusunda hareket ederek Sevr’i imzalamışlardır. Atatürk Lozan’dan sorumlu olduğu gibi Vahdettin de Sevr’den sorumludur.
“Vahdettin, Sevr’i mutlaka imzalamak zorundaydı” iddiası da gerçek dışıdır. Pekala Vahdettin, bir takım şeyleri göze alıp (sürgün edilmek, tahttan indirilmek, hatta öldürülmek) bu anlaşmayı imzalamayabilir ve cihat ilan edebilirdi. (Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007, s. 154.) Ama ülkesinin kaderini tamamen İngilizlere bırakan Vahdettin, hiçbir riski göze alamamış ve Sevr’i kabul etmiştir. Vahdettin, korkakça davranıp ülkesini düşmana teslim ederken Atatürk ve TBMM cesurca birtakım riskleri göze alarak düşmana karşı mücadele etmiş ve Sevr Antlaşması’nı asla kabul etmeyerek, bu anlaşmayı kabul edenleri “hain” ilan etmiştir.
TBMM, 1920’de, Sevr’i kabul edenleri HAİN ilan ederken, 90 yıl sonra birileri, hiç utanıp sıkılmadan Sevr’i aklamaya kalkmaktadır.
Devam edecek...