Cennette arapça konuşulacak

Cennette arapça konuşulacak

İletigönderen Türk-Kan » Prş Şub 21, 2008 15:06

'Cennette hangi dil olacak'

Bugün Gazetesi yazarı Mehmet Paksu köşesinde ilginç bir yazıya imza attı.

İşte Paksu'nun yazısı:


“Öldükten sonra âhirette, inşaallah Cennette Arapça mı konuşacağız? Yoksa her Müslüman kendi dilini mi konuşacaktır?" Her ikisi de mümkün ve olabilir. Cenab- ı Hakkın kudreti açısından bakıldığında hiçbir engel ve zorluk söz konusu değildir.

Cennetin şartlı bütünüyle farklıdır, bu âleme benzemez. Bu âlemde sebepler ve hikmetler geçerlidir. Burada bir şeyin vücuda gelmesi için mutlaka bir sebebin olması gerekir. Mesela, karın yağması için kış mevsiminin gelmesi, havanın bulutlu olması, sıcaklığın belli ölçüde düşmesi gibi sebepler lazım. Ama diyelim ki, Cennette kar yağmasını isteyecek olsak, kışa da gerek yoktur, buluta ve soğuğa da gerek yoktur.

Çünkü âhiret âlemi ve Cennet dârü'l-kudrettir. Orada sebeplerin sözü ve etkisi geçerli değildir. Cennet hakkındaki bir âyet bir genel kuralı hatırlatıyor: "Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır."(Zuhruf Suresi, 71) Buna göre mesela, bir Endonezya'lının canı kendi dilini konuşmak isterse, neden verilmesin veya İspanyol bir Müslüman Cennette İspanyolca konuşmayı aruz etse neden engellensin? Fakat bunlarla birlikte bu konudaki nakillere baktığımızda şu bilgilere de ulaşıyoruz.

Peygamberimiz bir hadislerinde, kendisinin Arap milleti içinden çıktığını, Kur'ân'ın Arap diliyle nâzil olduğunu ifade ederken, "Cennet ehlinin konuştukları dil Arapçadır" (Feyzü'l-Kadir, Hadis no:225 ) diyor. Arapça, belâgat, edebiyat, fesahat ve zenginlik bakımından dünya dillerinin en güzelidir. Aynı zamanda ses, âhenk ve cümle yapısı bakımından da diğer diller arasında ayrı bir yeri vardır.

Cenâb-ı Hak da kendi kelâmını Arapça indirmiştir. Peygamberimiz de zaten bu dili konuşuyordu, kendi kavminin dilini... Bu hadisi bazı âyetler de destekliyor. "Uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile Kur'ân'ı senin kalbine Cebrail indirdi." (Şuarâ Suresi, 195) "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, emrolunduklarını onlara apaçık anlatsınlar" (İbrahim Suresi, 4) meâlindeki âyet-i kerime de Peygamberimizin (a.s.m.) kendi kavmi olan Araplara kendi dilleriyle hak dini anlattığını bildirir.

Evet, Kur'ân'ın dili ve Peygamberimizin konuştuğu dil Arapça olunca, Cennet dilinin de Arapça olacağı gerçeği ortaya çıkar. Hz. Adem'in de yeryüzüne indirilmeden önce Cennette bulunduğunda Arapça konuştuğu rivayet edilir.

Ayrıca bu dili Peygamberimizden (a.s.m.) başka diğer peygamberler de konuşurdu. Meselâ, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. İsmail, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb Arapça konuşuyorlardı. Ayrıca Kastalânî, Hz. ¬işe'den "Cennet ehli Muhammed Aleyhisselâmın diliyle konuşacaklar" rivayetini kaydeder. (Mevâhib-i Ledünniye, 1:276, 6 Mektubat, s.406) Bediüzzaman ise Mektubat'ta İmam-ı Âzam'ın bir fetvasının hikmetini açıklarken şöyle bir ifadeye yer verir:

"Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanı..." (Mektubat s. 406)
Bu açıklama ile yukarıdaki nakiller bir arada düşünülecek olsa şöyle bir neticeye varmak herhalde yanlış olmaz: Esas itibariyle Cennet lisanı Arapçadır; fakat Farsça da konuşulabilir. Cenab-ı Hak her iki dili de Cennet lisanı olarak yaratabilir.
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Ram » Prş Şub 21, 2008 15:10

Hey Allah'ım, ne andavallar var bu dünyada... Cennetin tapusunu da satmaya kalkışırlar bunlar.

Mirim, işte Said-i Kürd'ün deliliğine bir delil daha.
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

İletigönderen Nihan » Prş Şub 21, 2008 16:55

Cennet ehlinin Arapça konuşacak olması mantıklı, ibadeti de Arapça yapıyoruz. Sonra İslam birlik dinidir. Bu dinin dilinin de tek olması, ayrı gayrıya meydan vermemesi gerek. Arapça'nın zenginliği ve gerek somut gerekse soyut kavramları ifade yeteneği dilbilimciler tarafından takdir edilen bir durumdur. Ayrıca Kuran-ı Kerim'in Arapçası bir Arap için de farklıdır. Kullanılan Kureyş Lehçesi bugün çok az Arap tarafından kullanılıyor ve tam anlamıyla anlaşılabiliyor. Yani bugün Kuran-ı Kerim'i anlamada bir Arap'ın bizden farkı yok. Çünkü Kuran'ı anlamak kavramları anlamak ve özümseyerek yaşamakla ilgili bir durum. Demek oluyor ki Cennet ehlinin dili Arapça değil Kuran-ı Kerim Arapçasıdır. Bu da bize İslam'ın evrenselliğini ve standartlara sahip olduğunu gösteriyor.
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

İletigönderen Ram » Prş Şub 21, 2008 17:05

Nihan yazdı:Bir Kıyamet alameti olarak Hz. İsa'yı beklemek ne kadar saçmaysa Kıyamet'in ne zaman kopacağını bilmeyi istemek de o kadar saçma. Bildik diyelim ne olacak? Bizim yükümlülüğümüz bu mudur? Peygamberimiz ne diyor: "Kıyametin koptuğunu görsen de elindeki fidanı dikeceksin" Yani Kıyamet'in kopması önemli degil; o son dakikaya bile hayırlı işler sığdırmak marifet. Zaten Allahü Te'ala Kıyametin kopuş saatini faydasız olduğu için bildirmemiş. Her insan öldüğünde küçük Kıyamet'i kopuyor. Artık sınavdan çıkıyor kağıdında ne varsa ona göre değerlendiriliyor. O halde bizim görevimiz hayat sınavını başarıyla verebilmek sınavdan çıkış zili olan ölüme huzurla gidebilmek. :cry:


Nihan, azizim, bir meselemiz Cennet'in dili midir¿? Allah, Cennet ve Cehennem'i yarattı, dünya dilinin oralarda işi nedir¿? Diyelim ki bir dünya dili olarak, Kur'an-ı Kerim'deki "Kureyş" lehçesini seçti. Tek bir alfaden konuşulacağına, başkasına yer olmayacağına göre, bir dil niteliği taşır mı¿? Ya da, Cehennem'de "Şyeruk" lehçesi mi konuşulacak¿? Allah aşkına bize ne yahu... Ne de olsa, hayat sınavı Kureyşçe yazılmış sorulardan ibaret bir kâğıt parçasından oluşmuyor. (:
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

İletigönderen Nihan » Cum Şub 22, 2008 10:02

Mirim, elbette mesele bu değil ama yapay gündemler oluşturma peşindeki medyanın böyle tartışmalar açma ve insanları oyalama taktiğine karşı meselenin nereden kaynaklandığı ve nereye gidebileceği konusunda bilmeyenleri bilgilendirmek gerekir. Bu tür konular fitneye çok müsaittir. Bu Cennet dilinin Arapça olma meselesi de türban gibi yeni değil. Cumhuriyet tarihinde ezanın Türkçe okunmasıyla başlayan bir tartışma aynı türban gibi belli dönemlerde tekrar tekrar karşımıza çıkartılıyor. Çıkartılmak istenen fitne şu: herkes ibadetini kendi dilinde yapmalıdır, niye Arap'ın dilini kullanalım Allah Türkçe bilmiyor mu? Bu sorular mantıksız bir milliyetçilik anlayışının ürünü ve aslında Arap düşmanlığı oluşturmaya yönelik olduğundan da bölücüdür ve Türkiye'yi İslam dünyasından ayırmak, dünya siyasetinde yalnız bırakıp ABD'ye mecbur etmek için kullanılmıştır.
İslam evrensel bir din olduğuna göre onun ifade ettiği anlam ve ilkeler bütün insanlar için aynı olmalıdır. İslam'daki ümmetçilik anlayışı aynı zamanda bir millet oluşturmayı hedefler. Osmanlı bunu anladığından Nüfus Kütüklerine kaydettiği insanların millet hanesine müslim ya da gayrımüslim yazmıştır. Bunda peygamberimizin "Küfür, tek bir millettir" hadisinin de etkisi olmuş. İngiliz, Fransız, Rum, Ermeni nasıl Hıristiyanlık'ta birleşiyorsa bunların karşısında Türk, Arap, Kürt, Çerkez, Arnavut, Boşnak da İslam'da birleşmelidir. II. Abdülhamid'in siyasetinde ümmetçi anlayışın ne kadar yararlı olduğunu bir hatırlayın. İngilizler'in Osmanlı'yı Ortadoğu'dan çıkarma hedeflerini gerçekleştirmek için Arap milliyetçiliğini gündeme getirdiklerini de. Saçma ve dışardan empoze edilen bir milliyetçilik anlayışı her zaman bölücü olmuştur. İslam devletinin amacı, Allah'ın adını ve dinini yükseltmek, adaleti hakim kılmak ve yaymak, insanların dünya ve ahiret saadetini sağlayıcı şartları oluşturmak için küfürle mücadele etmektir. Bütün bunları yaparken yönetimi altındaki farklı milliyetleri siyasi ve hukuki olarak din kuralları üzerinde birleştirir, resmi yazışmalarda ortak bir dil ve alfabe oluşturarak zaman içinde kültürel birliği de sağlamaya çalışır. Mesela Osmanlı, sınırları dahilindeki müslüman milletlerden en fazla nüfusa sahip olan Türkler, Araplar ve Farsların kullandıkları ortak alfabeyi kullanarak Türkçe, Arapça ve Farsça'dan oluşan Osmanlıca dediğimiz ve her üç millet için de öğrenilmesi kolay olan bir çeşit esperanto oluşturmuştur. Fakat gündelik yaşantıda bunu insanlara dayatmamıştır. Sadece devletle işi olan kullanmış.
Sonuç olarak İslam'ın dilinin bu dünya ve ahiret boyutunda Arapça olması son derece mantıklı ve birlik için gereklidir. Said-i Nursi'nin dediği Farsça veya başka bir dil kullanılması İslam'ın özüne aykırı düşer. Hazret, Farsça (Kürtçe) konuştuğu için kendisine yontup herzamanki cehaletiyle milliyetçilik yapmış. Said-i Nursi'nin Kürt milliyetçisi olmadığını sananlara duyurulur :?: :!:
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

İletigönderen Türk-Kan » Cum Şub 22, 2008 10:35

Nihan yazdı:Cumhuriyet tarihinde ezanın Türkçe okunmasıyla başlayan bir tartışma aynı türban gibi belli dönemlerde tekrar tekrar karşımıza çıkartılıyor. Çıkartılmak istenen fitne şu: herkes ibadetini kendi dilinde yapmalıdır, niye Arap'ın dilini kullanalım Allah Türkçe bilmiyor mu? Bu sorular mantıksız bir milliyetçilik anlayışının ürünü ve aslında Arap düşmanlığı oluşturmaya yönelik olduğundan da bölücüdür ve Türkiye'yi İslam dünyasından ayırmak, dünya siyasetinde yalnız bırakıp ABD'ye mecbur etmek için kullanılmıştır.

Bacim, katilmiyorum maalesef... Kendi dilinde ibadet etmek ile arap düsmanligi arasinda bir bag göremedim. O pek "sevgili" araplar degilmiydi ingiliz ve fransizlarla birlik olup Osmanli'ya ihanet eden???
Hz. Muhammed arapca konustugu icin mi secilmistir yoksa o bölgede kullanilan dil arapca oldugu icin mi Kuran arapca inmistir? Örnegin Hz. Muhammed ibranice konusuyor olsaydi yine arapca mi inecekti Kuran?
Evrensel din Islam'i araba özgü bir din olarak lanse etmeye karsiyim. Secilmis dil arapca olsaydi Allah tüm insanligin arapca konusmasini saglayamaz miydi?
Ibadetin, ezanin her milletin kendi dilinde olmasinda ne gibi bir sakinca olabilir? Amac insanligi aydinlatmak, Allah'a yaklastirmak degil mi?

Üstelik; arapca konusulan ülkelerde yasanan Islam'a, kadinlara yapilan muamelelere, ABD köpegi suudilere ne diyecegiz?
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Nihan » Cum Şub 22, 2008 12:30

Türk-Kan yazdı:
Nihan yazdı:Cumhuriyet tarihinde ezanın Türkçe okunmasıyla başlayan bir tartışma aynı türban gibi belli dönemlerde tekrar tekrar karşımıza çıkartılıyor. Çıkartılmak istenen fitne şu: herkes ibadetini kendi dilinde yapmalıdır, niye Arap'ın dilini kullanalım Allah Türkçe bilmiyor mu? Bu sorular mantıksız bir milliyetçilik anlayışının ürünü ve aslında Arap düşmanlığı oluşturmaya yönelik olduğundan da bölücüdür ve Türkiye'yi İslam dünyasından ayırmak, dünya siyasetinde yalnız bırakıp ABD'ye mecbur etmek için kullanılmıştır.

Bacim, katilmiyorum maalesef... Kendi dilinde ibadet etmek ile arap düsmanligi arasinda bir bag göremedim. O pek "sevgili" araplar degilmiydi ingiliz ve fransizlarla birlik olup Osmanli'ya ihanet eden???
Hz. Muhammed arapca konustugu icin mi secilmistir yoksa o bölgede kullanilan dil arapca oldugu icin mi Kuran arapca inmistir? Örnegin Hz. Muhammed ibranice konusuyor olsaydi yine arapca mi inecekti Kuran?
Evrensel din Islam'i araba özgü bir din olarak lanse etmeye karsiyim. Secilmis dil arapca olsaydi Allah tüm insanligin arapca konusmasini saglayamaz miydi?
Ibadetin, ezanin her milletin kendi dilinde olmasinda ne gibi bir sakinca olabilir? Amac insanligi aydinlatmak, Allah'a yaklastirmak degil mi?

Bacım, Araplar durup dururken mi ihanet ettiler? Bunda İttihat ve Terakki'nin Ortadoğu'daki yanlış uygulamalarının ve İngiliz siyasetinin etkisi yok mu? İttihat ve Terakki'nin iktidara geldikten sonra Mısır'da, Şam'da, Lübnan'da yaptıklarını bir incele sonra Ortadoğu'da petrolün bulunuşuna ve İngiliz'in buralara hakim olma hedefine gel ve bu hedefi gerçekleştirme yolunda Arap milliyetçiliğini İttihat ve Terakki'nin bu bölgedeki zulümlerine karşı bir tepki olarak nasıl oluşturup kullandığını anla. Eğer bizim yöneticilerimiz zulüm yapıp bölge halkını bezdirmemiş olsalardı İngiliz de halkı kışkırtmak için zemin ve geçerli bir neden bulamayacaktı. Tarihte yaptığımız hataları kabul edip ders almamız gerek. Bizim hoşumuza gitmese de gerçekleri kabul etmek, adil olabilmek bir fazilettir.
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

İletigönderen Türk-Kan » Cum Şub 22, 2008 13:55

Nihan yazdı:
Türk-Kan yazdı:
Nihan yazdı:Cumhuriyet tarihinde ezanın Türkçe okunmasıyla başlayan bir tartışma aynı türban gibi belli dönemlerde tekrar tekrar karşımıza çıkartılıyor. Çıkartılmak istenen fitne şu: herkes ibadetini kendi dilinde yapmalıdır, niye Arap'ın dilini kullanalım Allah Türkçe bilmiyor mu? Bu sorular mantıksız bir milliyetçilik anlayışının ürünü ve aslında Arap düşmanlığı oluşturmaya yönelik olduğundan da bölücüdür ve Türkiye'yi İslam dünyasından ayırmak, dünya siyasetinde yalnız bırakıp ABD'ye mecbur etmek için kullanılmıştır.

Bacim, katilmiyorum maalesef... Kendi dilinde ibadet etmek ile arap düsmanligi arasinda bir bag göremedim. O pek "sevgili" araplar degilmiydi ingiliz ve fransizlarla birlik olup Osmanli'ya ihanet eden???
Hz. Muhammed arapca konustugu icin mi secilmistir yoksa o bölgede kullanilan dil arapca oldugu icin mi Kuran arapca inmistir? Örnegin Hz. Muhammed ibranice konusuyor olsaydi yine arapca mi inecekti Kuran?
Evrensel din Islam'i araba özgü bir din olarak lanse etmeye karsiyim. Secilmis dil arapca olsaydi Allah tüm insanligin arapca konusmasini saglayamaz miydi?
Ibadetin, ezanin her milletin kendi dilinde olmasinda ne gibi bir sakinca olabilir? Amac insanligi aydinlatmak, Allah'a yaklastirmak degil mi?

Bacım, Araplar durup dururken mi ihanet ettiler? Bunda İttihat ve Terakki'nin Ortadoğu'daki yanlış uygulamalarının ve İngiliz siyasetinin etkisi yok mu? İttihat ve Terakki'nin iktidara geldikten sonra Mısır'da, Şam'da, Lübnan'da yaptıklarını bir incele sonra Ortadoğu'da petrolün bulunuşuna ve İngiliz'in buralara hakim olma hedefine gel ve bu hedefi gerçekleştirme yolunda Arap milliyetçiliğini İttihat ve Terakki'nin bu bölgedeki zulümlerine karşı bir tepki olarak nasıl oluşturup kullandığını anla. Eğer bizim yöneticilerimiz zulüm yapıp bölge halkını bezdirmemiş olsalardı İngiliz de halkı kışkırtmak için zemin ve geçerli bir neden bulamayacaktı. Tarihte yaptığımız hataları kabul edip ders almamız gerek. Bizim hoşumuza gitmese de gerçekleri kabul etmek, adil olabilmek bir fazilettir.

Bacim... Serif Hüseyin'in ihanetin gerekcesi olarak sunduklari da:

Ittihat ve Terakki'nin kurdugu istibdat yönetimine karsi olduklari
Ittihatcilarin Islam'a aykiri davrandiklari ve Kuran ile sünnetten ayrildiklari
Allah’in kanunlarina aykiri hareket eden bu kisilere karsi mücadele etmeleri gerektigi idi.

Ingilizlerin vaadleri ise;

Arabistan’ın bagimsizligi
Halifeligin tekrar Araplara gecmesi
Halifenin Mekke veya Medine’de oturmasi.
Halifenin saf Arap irkindan olmasi, yani hicazliların eline gecmesi...

Bugün ABD Islam'a cok mu yakinda suudiler köpeklik ediyor diye sormadan edemeyecegim... veya cok mu adiller?

Türk-Kan yazdı:Üstelik; arapca konusulan ülkelerde yasanan Islam'a, kadinlara yapilan muamelelere, ABD köpegi suudilere ne diyecegiz?
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Nihan » Cum Şub 22, 2008 14:27

Bacım, ben meselenin nedenlerini, sen de sonuçlarını yazmışsın böylece meselenin anlaşılması için nasılların anlatılması kalmış. Şimdi öncelikle bu milliyetçilik akımına ilk kapılan İttihat ve Terakki olduğu için ihanetin nedeni olarak görüyorum. Olayı başlatan onlardı ve Arap milliyetçiliği de onlara bir tepki olarak doğdu, İngiliz tarafından desteklenip geliştirildi. İttihat ve Terakki partisi hatasını anladı ama fitne kıvılcımı büyük bir yangına dönüşmüştü ve düzeltmek artık mümkün olmadı. Kendi yokoluşlarını hazırlamış oldular. Bugün dünya siyasetinde acılarını çektiğimiz, muztarip olduğumuz sorunlar hep İttihat ve Terakki'nin o günlerdeki politikalarından mirastır. Bir Ermeni meselesi, Balkanların ve Ortadoğu topraklarının ve buralarda devlet itibarının kaybedilişi hep onların eseridir. Ben İttihat ve Terakki'yi hiçbir zaman bir Türk cemiyeti olarak göremedim. Resmen Osmanlı'yı yıkmak için kurulmuş bir mason cemiyetidir. Atatürk'ün de önceleri bu cemiyete üye olup onları tanıması da büyük tecrübe olmuş, Cumhuriyet'in ilk kadrolarını eski İttihatçıların iyilerinden seçmiş birçoğunu da İstiklal Mahkemelerinde mahkum etmiştir. Siyasetten anlamayan Enver, Talat ve Cemal Paşalar da hatalarının bedelini hayatlarıyla ödediler ama biz hâlâ çekiyoruz. Bu aşağıdaki alıntıdan daha kolay anlaşılabilir:

MİLLİYETÇİLİK YAYGARALARININ
VE BAĞIMSIZLIK EĞİLİMLERİNİN UYANDIRILMASI
Avrupa devletlerinin, özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya'nın İslâm Hilâfetini ortadan kaldırmak için giriştikleri gayretler böylece devam etti. Lâkin; Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için tertipledikleri düzenli ordular, harpler ve muharebelerle yaptıkları teşebbüsler başarısız kaldı. Bunun sebebi, Halifenin kuvvetinden ziyade "devletler arası durum" ve "ganimetleri taksim etmede ki ihtilaftı."
Fakat bu devletlerin Avrupa'da; Sırbistan, Macaristan, Bulgaristan ve Yunanistan'da vs. yerlerde giriştikleri hareketler "milliyetçilik" ve "istiklal" gibi unsurlar vasıtasıyla netice verdi. Bunun için Avrupa devletleri halifenin hükümranlığı ve İslâm bayrağı altında bulunan bütün memleketlerde bu metodu benimsediler. Yani "milliyetçilik duygularını" ve "istiklal" diye isimlendirilen "ayrılış" hareketlerini körüklediler. Hususi bir şekilde bu ruh (Türk'lere ve Arap'lara da) aşılandı. İngiliz ve Fransız elçilikleri İstanbul'da ve mühim İslâmi memleketlerde istiklal (bağımsızlık) duygularını, milliyetçiliği körüklemeye başladılar. Bağdat, Şam, Beyrut, Cidde, Kahire gibi yerlerde bu hareketler açıktan açığa icra ediliyordu. Bunun için başlıca iki merkez seçildi. Devleti merkezinde baltalamak için "İstanbul'a" bağlı vilayetlerde ve bilhassa Arapça konuşan Müslümanların bulunduğu memleketlerde başarısızlığa uğratmak için de "Beyrut'u" seçtiler.

Hilâfet’e Karşı Çalışmada Beyrut Merkezinin Rolü
Beyrut'taki merkez için İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni Baltalamak için bir küfür merkezi olması itibariyle "uzak neticeler" elde etmek ve "uzun vadeli çalışmalar" yapmak için bir plan hazırlanmış; İstanbul'daki merkez için ise "acil gayeler" ve "semereli sonuçlar" elde etmek maksadıyla ayrı bir program hazırlanmıştı. Bunun için Beyrut'taki merkez binlerce Müslüman'ı kafir yaptı. İslâmi ilişkileri küfür hükümleriyle hareket eden ilişkiler yaptı. Böylece bu merkez öldürücü bir zehir oldu. İslâm Devleti Birinci Dünya Savaşına girince bunun acı neticesi görüldü.
Batılı kafirler, İbrahim Paşa'nın Şam vilayetinden çekilmesiyle siyasi hareketlere giriştiler. 1842 de "Amerikan Misyoner Heyetinin" murakabesiyle çıkacak bir ilmî heyet teşkil etmek için bir encümen kuruldu. Beş senelik çalışmadan sonra "İlimler ve Fenler Cemiyetini" kurdular (1847). Cemiyetin denetimini birer "İngiliz ajanı" olan Hıristiyan "Butrus el Büstanî" ile "Nasıfel Yazıcı" üzerlerine aldılar. Bunlardan başka İngiliz Albayı Churchill, Amerikan Eyli Smith, Kornilyos Von Dyke'te bu cemiyeti idare ediyorlardı. Başlangıçta cemiyetin gayesi kapalı tutuluyordu. Fakat ilmî bir maske altında büyüklere ve küçüklere mekteplerde "batı kültürünü" ve "batı fikirlerini" aşılamaya çalışıyorlardı. Cemiyetin üyelerinin bunca gayretlerine karşılık iki sene zarfında Şam vilayetinden 50 kadar Hıristiyan'dan başka hiç bir kimse bu cemiyete bağlanmadı. Yeni üyelerin hepsi Hıristiyan'dı ve çoğu Beyrut halkındandı. Dürzîlerden ve Müslümanlardan katiyen hiç bir kimseyi kazanamadılar.
1850 senesinde Cizvitler tarafından "Şark Cemiyeti" adıyla Fransız papazı Henri Dô Bronair'in başkanlığında ikinci bir cemiyet kuruldu. Bunun üyelerinin hepsi de Hıristiyandılar.
Arkasından 1857 de yeni bir karaktere sahip olan diğer bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyetin kurucuları Araplardı ve bu cemiyete Araplardan başka hiç bir kimsenin alınmamasına dikkat edilmişti. Böylece bazı Müslümanlar ve Dürzîler bu cemiyete Arap olmaları itibariyle üye alınmışlardı. Cemiyetin üyesi 150 kadardı. Aralarında Araplar arasında sivrilmiş kimseler vardı: Dürzîlerden Muhammed Arslan Müslümanlardan Hüseyin Bayham, Hıristiyanlardan İbrahim Yazıcı ve Butrus el-Büstani'nin oğlu. Cemiyetin gayesini besleyen, bu uğurda daimî olarak çalışan bu son ikisiydi. Bu başarı kafirleri hile ve gizli yollarla değil; doğrudan doğruya ilim yolunu da takip etmeksizin açıktan açığa milliyetçilik ve istiklal hareketlerini körüklemeye teşvik etti.
1875 senesinde Beyrut'ta "Gizli Cemiyet" kuruldu. Bunun kurucuları Beyrut Protestan Fakültesi'nde tahsil yapan 5 Hıristiyan genç idi. Yanlarına bazı kimseleri de celb etmişlerdi. Bu cemiyet siyasi bir fikir üzerine kurularak siyasi bir parti halini aldı. Ve Arap milliyetçiliği üzerine kuruldu. Bu İslâm memleketlerinde "Arap milliyetçiliği" esasına dayanan ilk "siyasi parti" idi. "Araplığa", "milliyetçiliğe" çağırıyordu. Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanlığa davet etmeye ona Türk Devleti demeye, "dini devlet işlerinden ayırmaya"; Arap milliyetçiliğini esas almaya ve Müslümanlar arasındaki dostluğu İslâm akidesinden ayırıp yalnız Arap milliyetçiliğine göre ayarlamak için çalışmaya başladı. Bu cemiyet gizli neşriyatta bulunuyor, neşriyatında ve ifadelerinde Türkiye'yi itham ediyor, Cemiyeti yönetenler İslâmiyet'e karşı kin besliyorlardı. Halifeliği Araplardan gasbettiklerini, İslâm dinine tecavüzde bulunduklarını ve dini bozduklarını söylüyorlardı. Böylece ırkçılık ve milliyetçilik hareketleri yayılmaya başladı. İşte Avrupa devletlerinin "Beyrut merkezinden" elde ettikleri neticeler "ajanlar ve casuslar" yetiştirip fikirlerde ve ruhlarda tahrifat yapmaktı. "Fikrî tesiri" korkunç olmakla beraber "siyasî bakımdan" zayıftı.

Hilâfet’i Vurma Çalışmalarında İstanbul Merkezinin Rolü
Beyrut merkezi böyle idi. İstanbul merkezine gelince: Kafir batılılar, Osmanlı Devleti’ni; yönetim adamlarının vasıtasıyla merkezden çökertmek için burada bir çok işlere giriştiler. Bunların en korkunçları ve en mühimi "Jön Türkler" veya "İttihat ve Terakki" cemiyetleriydi. Jön Türkler önce Paris'te teşekkül etti. Kurucuları Fransız kültürüyle yoğrulmuş ve Fransız devrimini iyice tanımış Türk gençleriydi. Gizli bir ihtilalci cemiyet halinde kuruldu. Başkanlığına "Ahmet Rıza Bey" getirildi. Halk arasında barınmak ve Batı fikirlerini Türkiye'ye getirmek istiyorlardı. Bu cemiyetin Berlin, Selanik ve İstanbul'da ayrı şubeleri açıldı.

Paris merkezi muntazam bir şekilde tanzim edilmiş; programı müfrit, propaganda vasıtaları kuvvetliydi "Ah bar" adlı bir gazetesi vardı. Bu gazete Avrupa'dan postalar vasıtasıyla gizlice İstanbul'a gönderilip bazı Türkler tarafından gizlice dağıtılıyordu. Başka siyasi yayınlar da aynı şekilde içeri sokuluyordu.

Berlin şubesi ise; mutedillerden, eski hükümetin bakanlarından, siyasilerden ve bazı yüksek memurlardan, siyasi kabiliyeti olan kimselerden teşekkül etmişti. Bunlar "ıslahat" taraftarıydılar. Devletin işlerinin Almanya yönetiminde olduğu gibi düzenlenmesini, imparatorluğu oluşturan halklardan müşterek bir federasyon kurulmasını istiyorlardı.

Selanik şubesinin ekserisini orduda nüfuzu olan kültürlü subaylar teşkil ediyordu. Bunlar ihtilal için hazırlanıyorlardı. Onlara bazı alimler ve küçük subaylar da katıldı. Bunlar arasında, Cemiyet'in Hükümeti ele geçirdiğinde, başlangıçta Başvekil olan Talat'da vardı. Bu kadar kuvvetli olmalarına rağmen Paris merkezinin talimatına göre hareket ediyorlardı. Paris merkezi batı fikirlerine göre görüşlerini yöneltiyor ve bu yolda mücadele çabasını aşılıyordu.

Mason mahfelleri; bilhassa "İtalyan Büyük Mahfeli" Selanik'te bu cemiyetin faaliyetlerini kolaylaştırıyor ve edebî bakımdan ona yardım ediyordu. Mason localarında toplantılar yapılıyor. Casuslar bütün gayretlerine rağmen bunlara nüfuz edemiyorlardı. Bu locaların azalarının çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'ndeydiler. Bu yardımlar ve destekler sayesinde cemiyetin mensuplarının sayıları ve kuvveti artıyordu. Ayrıca cemiyet mensupları mason usulleriyle İstanbul ve hatta sarayla irtibat kurmaya çalıştılar.

Bu cemiyetler (İttihat Terakki-Jön Türkler) toplantılar yaparak ihtilale hazırlanıyorlardı. 1908 senesine kadar bu böyle devam etti. Nihayet ihtilal ile yönetimi ele geçirdi, kuvveti açığa çıktı. Avrupa'da ona memnuniyetini izhar etti. 1908 sonbaharında, Parlamento açılmadan biraz önce cemiyet üyelerinin katılımıyla Selanik'te bir kongre akdedildi. Bu, kuvvetlerinin ilk "gövde gösterisi" idi. Bu sırada cemiyetin başkanı Paris merkezi başkanı ve Kurucusu Ahmet Rıza Beydi. Cemiyet üyelerine: Avrupa devletlerinin "bu milliyetçilik hareketine iyi niyetini", "memleketin durumundan memnun olduklarını" ve "partinin başarısından dolayı memnuniyet duyduklarını" iftiharla hitap etti.

Bu sırada, 1908 sonbaharında İngiltere, Gerald Luther'ı İstanbul'a yeni elçi tayin etti. Luther İstanbul'a gelince İttihat ve Terakki Cemaati tarafından bir kahraman gibi karşılandı. Hatta İttihat ve Terakki'nin adamları; arabasının atlarını serbest bırakarak, arabayı çeken atların yerine geçtiler. Bunların hepsi İttihat ve Terakki'nin emir ve tertibiyle idi. Cemiyetin mensuplarının Batı fikirlerine hayranlıkları o dereceye vardı ki; benimsedikleri fikirlerin İslâm’la çelişkili olduğunu anlama bir yana, yönettikleri devletin vakıalarının dahi bu fikirlere uygun olmadığını anlayamadılar. Şaşkınlıkları, dar görüşlülükleri o dereceye vardı ki; cehaletleri Avrupalıların dahi dikkatini çekti. Hatta bu sırada İstanbul'daki diplomatlardan biri "ekseri birinci adımdan önce ikinci adımı attıklarını" söyledi. İttihat ve Terakkinin adamları, devleti çabucak "batı kanunları ve fikirleriyle doymuş" adamların eline verdi. Jön Türkler Cemiyeti'ne nihayet onlar hakim oldu.

Sonra bunlar, orduya hakim olanın bütün kuvveti elinde tuttuğunu anladılar. Nihayet yeni tayinleri parti siyasetine bağlamaya çalıştılar. Subaylar bir fen adamı veya cengaverden ziyade partici idi. Bütün Osmanlı Devleti tebaasına kanunun Türklere verdiği hakları ve vazifeleri tanıdılar.

Bu Cemiyet, devletin halihazırdaki ve gelecekteki durumuna hükmetmeye başladı. Bununla batılıların ellerinde, devlete darbe indirmek ve Hilâfet’i yıkmak için kullandıkları bir fikir akımı oluştu: Bu asırda; İslâm'ın değil Batı fikirlerinin, Batı hadaretinin iş gördüğünü; "Türkçülüğün" en mühim mesele olduğunu ve her şeyden önce ona göre hareket edilmesi gerektiğini; istikbalimizin ona bağlı olduğunu benimseyen, iktidar partisi ve destekleyicileri tarafından da temsil edilen bir fikir haline geldi. Bu parti "vatancılıkla" övünüyor ve ona ehemmiyet veriyor; "Türkiye'nin ve Türklerin diğer İslâm memleketlerinden ve milletlerinden üstün olduğunu" söylüyordu.

Diyebiliriz ki, Jön Türkler veya İttihat Terakkinin kurulması, batılıların İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni yıkmak için giriştikleri en korkunç hareketti. Bunun semereleri acil oldu. Parti idareyi eline alıp devlete hakim olunca; devletin bünyesine yıkıcı baltalar indirilmeye ve devletin Müslüman tabakasını ayıran, geçilmesi imkansız hendekler kazılmaya başlandı. Zira "kavmiyetçilik" insanların arasını açan; harpler, buğzlar ve düşmanlıklar meydana getiren en tehlikeli bağdır. Devletin bütün tebaasının cemiyete alınmamasına rağmen; İttihat ve Terakkicilerin siyasetleri Osmanlı unsurları arasında milliyetçilik fikrini uyardı. Ardından hemen "Arnavutlar" İstanbul'da bir cemiyet kurdular. "Çerkezler" ve "Kürtler" onları takip etti. Bundan evvel "Rumların" ve "Ermenilerin" düzenli ve gizli cemiyetleri vardı. Bunlara kanunî bir veçhe verdiler.

Araplar da İstanbul'da; "Osmanlı Araplarının Kardeşliği" adlı cemiyeti kurdular. İstanbul'daki merkezinde bu ibareyi taşıyan levha asılıydı. Lakin İttihat ve Terakki Araplara karşı hususi sert bir tavır takındı. Bütün ırkçı cemiyetlerin gelişmesine müsaade ettiği halde; Arap cemiyetlerine karşı mukavemet başladı. Devlet adına Arap Cemiyetini lağvedip, merkezini kapattılar. Orduda ırkçılık ayrımı yapmaya başladılar. Arap subayları memleketlerinden çağırarak İstanbul'a getirdiler. Almanya'ya ihtisasa gidecek subaylar arasına katılmaya müsaade etmediler. İttihat ve Terakkiye mensup Arapları cemiyetin merkez komitesine almamayı kararlaştırdılar. Bu cemiyet Türk, Arnavut, Çerkez vs. farkı gözetmeksizin Osmanlı Devleti’nin bütün tebaasının ortak bir kurumuydu. Hizip, hükümeti ele geçirir geçirmez diktatörce hareket etti. Cemiyette Türklerin nüfuz sahibi olması; Arapları mühim mevkilere getirmemeleri ile bu cemiyet; bir "Türk cemiyeti" haline geldi. Hükümette de bunu birçok yeni tayinler takip etti. "Evkaf Nezareti" bir Arap'tan alınıp bir Türk'e verildi. Hariciye ve dahiliye bakanları Arap olana değil de özellikle Türklere veriliyordu. Arap memleketlerine kasten "Arapça bilmeyen Türk valiler" gönderiliyordu.

Bunu Türkçe'nin "resmi dil" olması takip etti. Hatta Arapça gramer dahi Türkçe kitaplar vasıtası ile öğretiliyordu. Arapça'ya karşı o derece olumsuz bir tavır takındılar ki; 1909 da Osmanlı Devleti’nin Washington büyük elçisi bir beyanname ile Amerika'daki Osmanlı tebaasının sefaret işlerinde Türkçe’den başka dil kullanamayacağını ilan etti. Halbuki bunlar yarım milyon olmalarına rağmen aralarında Türkçe bilen bir şahıs dahi yoktu.

Bu çeşit ırkçılık ordudaki Türkler ve Araplar arasında bariz bir şekilde yayılmıştı. İttihat ve Terakkiye mensup Türk subaylar bu hissi; muamelelerinde, terfilerde ve yüksek tayinler de gösteriyorlardı. Arap subaylar bu hareketlere hiddetlendiler. Fakat devlete bağlılıklarında en küçük bir şüpheye dahi düşmediler. Zira mesele Araplarla Türklerin birleşmesi meselesi değil; yalnız bir "İslâm ümmeti" ve "halifesi" meselesiydi ki; Allah, İstanbul'da bulunan halifeye isyanı Allah'a isyan, ona itaate da Allah'a itaatle bir yapmış; ona asi olmayı kendisine asi olmak saymıştı. "Zira müslüman müslüman'ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmazdı." Bunun için Arap subaylardan ileri gelen bazıları bu durumdan müteessir oldular. 1909 senesinin sonlarında İttihat Terakki'nin söz sahiplerini bir toplantıya davet ettiler. Onlar da müspet cevap verdiler. İstanbul'da uzun bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Araplarla Türkler arasındaki anlaşmazlıkları kesin olarak halledecek çareler arandı. Bu toplantı neredeyse; birliğin yenilip, ırkçılığın bırakılması ve "İslâm akîdesi" altında birleşmeyi gerçekleştiriyordu. Fakat Türkçülükleri İslâmî akîdelerinden daha kuvvetli olan "Ahmet Ağa Bey", "Yusuf Akçura Bey" ve diğer bazılarının da ırkçılığı bırakıp yalnız İslâm akîdesinin sadakatinin kabul edilmesi fikrine karşı Türkçülükleri ağır bastı. Toplantının başlangıcından daha kötü bir şekilde dağılmasına sebep olan; Türkleri övüp Araplara hakaret ifade eden kaba kelimeler sarf ettiler.

Cemiyet eski yolunda yürümeye devam etti. Tam manasıyla Türklerin eline geçince, programını tadil ederek onu tam manasıyla Türklere ait bir cemiyet haline getirdiler. Bu tadilatın kötü sonuçlarından biri de bütün Arapların, Arnavutların, Ermenilerin, İslâmî akîdeyi tek hakim kabul eden bazı Türklerin cemiyetten ayrılmalarına sebep oluşudur.

Arapçılık Cemiyetleri ve Partilerinin Kuruluşunda Avrupalı Elçiliklerin Rolü
Bunun akabinde Avrupa devletlerinin elçilikleri Araplarla alaka kurma, cemiyetler ve partiler kurma faaliyetini hazırladılar. "Adem-i Merkeziyet" cemiyetini kurdular. Bunun merkezini "Kahire"; Başkanını da Refık el-Azm'ı seçtiler. "Reform Cemiyeti" de kuruldu. Bunun merkezi "Beyrut'tu". Bundan başka "Edebiyatçılar Cemiyeti" ve buna benzer cemiyetler kuruldu. İngilizler, Fransızlar ırkçılık duygularını taşıyan Arapların saflarına sokuldular. Onlara memleketlerinin hazinelerini açtılar. 18 Haziran 1913 senesinde Arap gençliği Fransa'nın yardımıyla Paris'te bir kongre yaptı. Bu Arap milliyetçilerinin Osmanlı Devleti’ne karşı İngiltere ve Fransa tarafına geçtiklerinin ilk ilanıydı.

İttihat ve Terakkiciler bunu hisseder etmez; "Türk Ocağı" cemiyetini yani "Türk Ailesini" kurdular. Bunun gayesi İslâm’ı mahvedip, Osmanlı unsurlarını Türkleştirmekti. Bundan sonra din aleyhinde gazeteler ve kitaplar yayınlamayı teşvik etmeye başladılar. Bunlardan biri meşhur Türk yazarı Celal Nuri Bey'in "Geleceğin Tarihi" adlı eseridir. Bu kitabında da şöyle diyordu:

"Maslahat, İstanbul Hükümeti'nin Suriyeli'leri vatanlarını terke mecbur etmesini, Arap memleketlerinin; bilhassa Yemen'le Irak'ın Türkçe'yi neşretmek ve bir din lügati haline getirmek için Türk müstemlekesi haline getirilmesini icab ettiriyor. Varlığımızı korumak için mutlaka bütün Arap memleketlerini Türk memleketi haline getirmek gerektiriyor. Zira yeni Arap gençliği milliyetini hissetmeye başladı. Şimdiden bu büyük tehlike için ihtiyat tedbiri almalıyız."

Irkçılık ve vatancılık nefislerde bu derece tahribat yapmıştı. "Bağlılık İslâmiyet'ten ırkçılığa ve vatancılığa dönüşmüştü." Bu hal İslâm’ın ırkçılığa ve vatancılığa dokunan bütün kısımlarına karşı mücadeleye sebep oldu. Devlet otoritesini elinde bulunduranların etrafındaki adamların ölçüsü İslâm değil, ırkçılık ve vatancılıktı. Hatta Araplardan ve Türklerden bir sınıf meydana getirmeye davet etmekteydiler. Cemal Paşa Suriye'de iken Arap gençlerinin Fransa lehine devlete ihanet ettiklerini; Fransa ve İngiltere'nin direktifîyle hareket ettiklerini; Şam Fransız Konsolosluğunda ele geçirilen vesikalarla ispat etti. Bunlar hissedilince devlet, tebaası arasında birliği sağlamak için Arapların gönlünü almak istedi. Arap liderlerini Şam'da bir yemek toplantısına çağırdı. Bu toplantıda onları birliğe davet ederek şöyle hitap etti: (Bu hutbenin bir yerinde şöyle diyordu)

"İstanbul'da ve diğer Türklerle meskun yerlerde müşahede ettiğiniz gibi Türk camiasının hareketleri Arapların menfaatleriyle çatışmaz. Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti’nde Bulgar, Ermeni ve Yunan hareketleri olmuştur. Şimdi ise bir Arap hareketi başladı. Türkler hangi milletten olduklarını söyleyemeyecek kadar kendilerini unuttular. Vatanî ve millî ruh tam bir uykuya daldı. 0 kadar ki Türk milletinin en sonunda yok olmasından korkuldu. Gelen bu büyük tehlikeye mani olmak için Jön Türkler teşkilatı takdirle karşılanacak bir uyanıklık gösterdi. Türklere vatanseverlik ruhunu aşılamak için silaha sarıldılar." Sonra; "Size garanti veriyorum ki, hiç bir zaman Arapların ve Türklerin gayeleri birbiriyle çelişmez. Türkler ve Araplar vatanlarına ait meselelerde birbirlerinin kardeşidirler." dedi. Sözüne şöyle devam etti: "Hulasa Jön Türklerin (İttihat ve Terakki’nin) en büyük gayesi Türk milletini bütün dünya milletlerinin takdir ve hürmetini kazanacak bir millet yapmak; 20. asır milletleriyle yan yana yaşaması için gereken hakları sağlamaktır."

Bu nutku ile Cemal Paşa Hilâfet sancağı altında Müslümanları toplamak istemiş; Arapların Türklerden yani Hilâfet’ten ayrılmalarına; İngiliz ve Fransızlardan bu uğurda yardım istemelerine mani olmak istemişti. "Cemal Paşa" ırkçı olmakla birlikte; İslâm'ın, işleri düzenlemeye yeterli olmadığına inanan kafirlerden ve mürted Müslümanlardan, İngiltere ve Fransa ile beraber, "Hilâfet’in aleyhinde" çalışan hainleri idam etmekte, hainlerin boynunu vurmakta elbette haklıydı. Bu kimseler kafirlerin emri ile Hilâfet aleyhine hareketlerde bulununca onun bu hareketi de haklıdır. Lakin Cemal Paşa ve mensubu bulunduğu İttihat-Terakkînin adamları milliyetçilik fikri taşıdıklarından hapsedilmeğe, tecziye edilmeğe daha layıktılar. Teskin etmek maksadıyla söylediği bu söz hatadan, milliyetçilik ayrılığının böyle sözlerle tedavi edilemeyeceğinden ileri geliyor. Kendinin fasit akîde de bulunduğunu; Devletin tebaasını birleştirmek için İslâm'ın yegane bağ olduğunu nazarıitibara almadığını ortaya koyuyordu. "Halbuki, Hilâfet ancak İslâmiyetle hakim olabilirdi." Ondan başka bir şey olamazdı. Söyleyeceği tek söz şu idi ve bundan başka bir şey söylememesi gerekirdi. Bu meseleyi kesip atan söz şudur: "Hepimizin bağlanacağı yer İslâm akîdesidir. Bundan başka hiç bir şeye bağlanamayız. İşlerimizin mihenk taşı budur." Halbuki bunun yerine Arapça konuşan Müslümanları teskin ederken; "Türklerin ve Arapların gayeleri birbiriyle çatışmaz." diyordu. "Türkler ve Araplar vatan uğrunda birbirlerinin kardeşleridir" ve "Bu partinin (Jön Türklerin) en büyük gayesi: Türk milletini, bütün dünya milletlerinin takdirini ve hürmetini kazanan bir millet yapacağız; 20. asır milletleriyle yan yana yaşaması için lazım gelen haklarını tespit edeceğiz." sözleriyle de, kafirler ile yan yana olmayı; İngilizleri, Fransızları, Yunanlıları ve İtalyanları kastediyordu.
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

İletigönderen Türk-Kan » Cum Şub 22, 2008 14:42

Bacim, asil konudan iyice sapiyoruz ama:

Olayı başlatan onlardı ve Arap milliyetçiliği de onlara bir tepki olarak doğdu.

O zaman PKK'li eli kanli teröristlere de kizmayalim... Onlarda yillardir güneydoguda uygulanan yanlis politikanin sonucunda dogmustur diyelim. Ihanetin asil sebebi Türk devletidir, zavalli ezilen kürtlerde eline ABD silahlarini alip daga cikmislardir diyerek hirsizi suclamayalim...
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Nihan » Cum Şub 22, 2008 15:09

Hah şimdi oldu işte. Aynı nedenle ortaya çıkan bir başka sorunumuzu da keşfettik. Kürt sorunu da İttihat ve Terakki'den miras kalmıştır. Cumhuriyet hükümetlerinin ve özellikle son 30 senede gelip geçen hükümetlerin de bunda payı var ama asıl fitneyi çıkaran İttihat ve Terakki'dir. Araplar'a yaptığını Kürtlere ve diğer unsurlara da yapmıştır. İttihat ve Terakki'nin ideoloğu Ziya Gökalp Kürtlerin asimile edilmesi taraftarıydı. Bu yüzden iskan politikasında bir süre Kürtlerin Türk nüfusun fazla olduğu yerlerde iskan edilmeleri uygulamasına gidildi.
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

İletigönderen Türk-Kan » Cum Şub 22, 2008 15:14

E iyi o zaman... pekaka'li itlere kizmayalim artik.. asil sucluyu bulduk... ABD'ye köpeklik yapan suudilere de kizmayalim...

Dönelim cennete ve arapcaya :)
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Nihan » Cum Şub 22, 2008 16:17

Bacım, gördün mü Ram mirimin önemsemediği, meselemiz bu değil dediği (ki değildir) konu nerelere gidebiliyor. Bunu göstermeme yardımcı olduğun için teşekkür ederim. İşte elin adamı 100 yıllık projeyi böyle böyle uygulamaya sokuyor. Biz de önemsiz ve saçma bulup zamanında müdahale etmeyince iş dal budak sarıyor. Biz öyle şanslı bir nesiliz ki geçmişi değerlendirmek için elimizde bol bol malzeme ve değerlendirme ölçüsü var. Bütün dünya bu durumda gizli hiçbirşey kalmamış, herşey ortada. Artık bile bile hata yapma lüksümüz yok. Geçmişteki hataların ya da bilinçli çıkarılan bir fitnenin bugünümüzü nasıl etkileyip şekil verdiği aşikar.
Gelelim, Cennet'te Arapça konuşulacağı konusuna. Artık ben diyeceğimi dedim, bu konuda tohumları atılmış fitneyi ortaya koydum. Son zamanlarda güçlendirilmeye çalışılan Türk Milliyetçiliğini de İslamcı faaliyetleri de varın siz değerlendirin. Bana göre ikisi de hayrımıza değil, gaza gelmemek gerek. Mantığımızı ve araştırıp elde edeceğimiz bilgileri kullanarak doğru değerlendirmeler yapabiliriz. İttihat ve Terakki ile AKP arasında bir fark görmüyorum. İkisi de beceriksiz ve dışardan yönetiliyor.
Bacım, makalenin sonundaki Said-i Nursi'nin mektubatında yer alan rivayette Cennet'te Farsça da konuşulabileceği belirtilmiş ya işte bu bana komik geldi. Ölçümüz birlik olmalı. Şimdi önce bizi Cennet'e götürecek amelleri işleyelim de gerisini gidince düşünürüz. Ve eğer gidebilirsek, orada da Arapça konuşulacaksa biz de bilmiyorsak Rabbimizin lutfuyla konuşabileceğimize inanıyorum. Bizi tekrar diriltip sonsuz bir hayat lutfeden Allah buna da kâdirdir. Ama günümüzde bir hatta iki yabancı dil öğrenmek nasıl şart olduysa ve dünya hayatımızı kolaylaştırmak için dil kurslarına avuç dolusu paralar ödüyorsak hem dünya hem de Ahiret hayatımızda kullanmak üzere kutsal kitabımızı okumak ve anlamak için de Kuran Arapçası kursuna gidebiliriz. Bu zor bir şey olmasa gerek. Halis niyetle bir işe girişen kişiye Allah o işi kolaylaştırır. Yeter ki isteyelim. :D
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

İletigönderen Türk-Kan » Cum Şub 22, 2008 16:25

Nihan, bacim anlasamadigimiz konu arapcanin "seckin dil" olacagi safsatasi!

Yazi baslibasina sacmaliktan ibaret.

Türk-Kan yazdı:Hz. Muhammed arapca konustugu icin mi secilmistir yoksa o bölgede kullanilan dil arapca oldugu icin mi Kuran arapca inmistir? Örnegin Hz. Muhammed ibranice konusuyor olsaydi yine arapca mi inecekti Kuran?

Evrensel din Islam'i araba özgü bir din olarak lanse etmeye karsiyim. Secilmis dil arapca olsaydi Allah tüm insanligin arapca konusmasini saglayamaz miydi?

Ibadetin, ezanin her milletin kendi dilinde olmasinda ne gibi bir sakinca olabilir? Amac insanligi aydinlatmak, Allah'a yaklastirmak degil mi?

Üstelik; arapca konusulan ülkelerde yasanan Islam'a, kadinlara yapilan muamelelere ne diyecegiz?

Demek ki onlar arapken Kuran'i anlamiyorlar öyle mi..?
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Nihan » Cum Şub 22, 2008 19:30

Peki bacım Türk olarak bugün İslamı doğru bir şekilde uygulayan kaç kişi var? İslamı anlayıp uygulamanın milliyetle bir ilgisi yok. Bir kusur varsa bu, İslam'da değil müslümandadır. Üstelik İslam müslüman eliyle zarar görüyor. Arap'ın bir başka millete üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva (günahlardan sakınmak) iledir. Karıştırdığımız şey, olması gerekenle olanın farklı olabileceği gerçeğidir. Suudi Arabistan'ın uygulamaları bizi ilgilendirmez. Amerika'nın kolonisidir tamam da benim devletim farklı mı? PKK'yı örnek vermişsin oysa bu örgüt Küresel Sermayenin piyonudur. Kürtlerle ilgi kurma çabaları bizi karşı karşıya getirme hevesinden başka birşey değil. Aklı az olan Türk ve Kürt bu oyuna alet oluyor.
[img]http://img340.imageshack.us/img340/5780/nihanimza1kx5.jpg[/img]
Artık beklemiyorum.
Açık bir kapı gördüm.
Şimdi sevgi şehrindeyim.
Boşuna beklemişim.
Kullanıcı küçük betizi
Nihan
Üye
Üye
 
İletiler: 832
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 22:55

Sonraki

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 6 konuk

x