Çirkin Batının Kavram Emperyalizmi
Biz Batı’nın, yalnız ekonomik ve kültürel bakımdan değil, kafa bakımından da bir sömürgesi durumundayız. Onlar neyi, nasıl, ne zaman düşünürse, biz de aynı şeyi, o şekilde ve aynı zamanda düşünmek zorunda bırakılmışız, bırakılıyoruz. Bu süreçte olayların yapı ve akışı hep onların istediği şekilde oluyor, hedeflerine bu yoldan ulaşıyorlar, bu yoldan bitiriyorlar işlerini.
Peki nasıl, ne şekillerde işliyor bu kavram emperyalizmi?
Örneğin, zaten mevcut olan kavramları manipüle ediyorlar. İçeriklerini değiştiriyor, ilaveler yapıyorlar, ya da bir kavramın içini boşaltıyor, gerektiğinde ihtiyaca göre yeniden dolduruyorlar. Bütün bunları yaparken de, hep kendi küresel çıkarlarını göz önünde tutuyorlar. Kavramları kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde oluşturuyorlar.
I) Batı’nın, bu şekilde manipüle ettiği pek çok kavram vardır. Bunlardan biri, örneğin “azınlık” kavramıdır. Bu kavramın içi, ABD’nin, Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkelerinin (Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin) değişen ihtiyaçlarına göre boşaltılıp yeniden dolduruluyor. Uydurdukları, bizim yarı aydınlarımızın üzerine balıklama atladıkları, ağızlarında pelesenk ettikleri bir diğer kavram da “çok-kültürlülük” veya “mozayik” yutturmacasıdır. Emperyalist ülkeler bununla “farklılıkları ayrılıklar haline getirme”ye, bu yoldan da Türkiye gibi “ulus devlet”leri zayıflatıp çökertme hedefine ulaşmaya çalışıyorlar. Küreselleşme kavramı da öyle... Bu görüş, Batılı sözde bilim adamlarının, Derin Merkez’in çıkarlarına uygun olarak oluşturdukları, gerçekte Yeni Emperyalizm’i maskelemeye yönelik bir ideolojinin ta kendisidir. Bir politika olarak “Vaşington Uzlaşması” da öyledir. Bizim sözde aydınlarımız sanki bilimin zorunlu bir ürünüymüş gibi gözü kapalı atlamışlardır bütün bu “maksatlı ve tuzak fabrikasyonlar”ın üzerine.
Ben Demokrasi kavramının günümüzde almış olduğu şekli de bu nitelikte görüyorum. Türkiye’de ABD’den, Avrupa’dan estirilen rüzgârlarla dokunulmaz, yüce bir kavram haline getirilmiştir demokrasi kavramı. Oysa Derin Merkez; Çevre ülkelerine “Liberal Demokrasi” adı altında, sadece emperyalist sömürüye hizmet eden bir tür “sahte demokrasi düzeni”ni, iç bedhahlarla işbirliği yaparak uygulatmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Gerçek demokrasi elbette gerekli bir kurumdur; ancak bugün tatbik edildiği şekliyle sanayileşmesi engellenmiş ülkelerin, örneğin Türkiye’nin koşullarına kesinlikle uygun değildir. Bu yüzden, her şeyi ile, birçok sonucuyla bizden çok Çirkin Batı’nın çıkarlarına hizmet etmektedir.
II) Emperyalizm bir yerde zora mı düştü mü, çıkış için hemen yeni bir kavram oluşturuyor, yeni bir teori uyduruyor. Birkaç örnek vereyim: Sivil itaatsizlik, önleyici meşru müdafaa, insancıl müdahale ve koruma hakkı... Peki nedir bunlar? Uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni, bir söyleşisinde 1 , Batı’nın çıkarlarına nasıl hizmet ettiklerini de vurgulayarak bu kavramlara değiniyor, özetliyorum:
Uluslararası hukuk sisteminin değişmesiyle “halkına zulmeden ve soykırım uygulayan rejimler”e uluslararası çapta (yani ABD ve müttefikleri tarafından CD) askerî müdahalede bulunulması artık meşru hale getirildi. Bu çerçevede diyebiliriz ki Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk kalkışmaları o bölgelerdeki insanların demokrasi özleminden değil, dışardan kaynaklanmaktadır.
Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bir sivil itaatsizlik modeli ortaya çıktı. Bu modeli Boston’daki Albert Einstein Enstitüsü geliştirmiş. Bu enstitü Gene Sharp ve Jamila Ragıp imzalı bir kitap yayımladı. Adı “Sivil İtaatsizlikle Diktatörlüklerin ve Baskıcı Grupların Yıkılması Hareketleri İçin Stratejik Planlama Kılavuzu.” Neler yapılacağı kitapta ayrıntılarıyla anlatılıyor.
Bir de insan hakları baskısı var. Sivil toplumun yaygın iletişimi ve baskıcı rejimlere karşı Gandi modelinin bir hayli geliştirilmiş şekli uygulamaya konuluyor. Şimdi sıkı durun: 1960’lı yıllarda yaklaşık 200 kadar uluslararası sivil toplum kuruluşu varken, bugün dünyadaki sivil toplum kuruluşu sayısı 9 000’e tırmanmış bulunuyor! Bunların bir kısmı devlete bağlı, bir kısmı devletten bağımsız... Bunlar aracılığıyla fikirler havalarda uçuşuyor. Bir de az gelişmiş ülkelerin insanları Batı’da okumaya meraklıdır, oralarda üretilen fikirleri kolay kapıyorlar. 1990’lı yılların ardından ise, hukukta yeni bir boyut gelişti. Bu aslında kabul edilemez bir gelişme: Önleyici meşru müdafaa. Bir ülkede aşırı silahlanma ya da terörist hareketler varsa, buna müdahale ediliyor. Geçmişte olmayan bir şeydir bu...
Ardından insancıl müdahale ve koruma hakkı diye terminolojiler çıktı ortaya. Bunlar da şöyle açıklanabilir: “Uluslararası toplum” artık bir bütündür. Dolayısıyla yönetim bitmiş, yönetişim başlamıştır. Eğer bir devlet, ülkesi içinde sivil toplumun bir kesimine insan haklarını aşan, insanlık suçu oluşturan, göçe sevk eden, soykırıma yönelik hareketlere girişirse ve bu hareketlerin uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği öngörülürse o ülkeye askerî müdahale dahil, her şeyin yapılması meşrudur. Özetle, bir devletin “haddini aşan hareketlerde bulunması” durumunda, o devlete müdahale hakkının altyapısı oluşturuldu. Aslında sadece büyük Batılı güçlere müdahale hakkı sağlamanın yolu döşenmiş oldu.
2002 yılında ise Uluslararası Ceza Mahkemesi kuruldu. Bu mahkemenin görevi savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımların yargılanması... Örneğin Kaddafi tamamen teslim olup “Ben artık bırakıyorum” dese de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak. Yani hiçbir çıkış yolu yok. O nedenle çarpışmaya devam ediyor. Çarpıştıkça da batacak. Model iyi, değil mi?
Hasan Köni’nin açıklamalarından anlıyoruz ki bütün bu yeni kavramlar -sivil itaatsizlik, önleyici meşru müdafaa, insancıl müdahale ve koruma hakkı- hepsi de doğrudan doğruya Batılı büyük devletlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde oluşturulmuş olan kavramlardır.
III) Bir diğer yazarımızın, Banu Avar’ın bir yazısında 2 da yukardakilerin aynı veya benzeri olan kavramlarla karşılaşıyoruz. Özetle şöyle yazıyor Sayın Avar:
TV ekranlarında ‘Uluslararası camia’ ya da ‘uluslararası toplum’ (international community) terimlerini duyunca tüyleriniz diken diken olmuyor mu? Bu terimle yan yana kullanılan bir terim daha var: ‘İnsanî müdahale’ (humanitarian intervention). Gerçek şu ki uluslararası toplum yani Küresel Çete, ya da küresel sermayenin en tepesindeki karar vericiler, “insani müdahale” adı altında insan kıyımı yapıyorlar.
Irak savaşından bir yıl önceydi. Küresel Çetenin, Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations) adlı karar mekanizması; bağlı örgütlerinden birine, Uluslararası Kriz Grubu’na (International Crisis Group) bir iş ihale etti. ‘İş’in adı koruma sorumluluğu adlı maddeydi. Gereken yapıldı ve madde Birleşmiş Milletler’e sunuldu. Birleşmiş Milletler ise “koruma sorumluluğu” adlı maddeyi gecikmeden onayladı. Söz konusu madde bugün BDP/PKK’dan, Bingazi’deki ve Suriye’deki muhaliflere kadar tüm “ayrılıkçı” grupların yaslandıkları dayanak olacaktı.”Sorumluluk” ve “koruma” gibi insan beyninde olumlu titreşimler yaratan sözcükler kullanılarak oluşturulan bu madde, “insanî müdahale” kavramıyla bir arada kullanılmaktaydı. Özetle, eğer bir ülkede, etnik bir grup egemen devletle sorun yaşamaya başlar ve ucu iç savaşa varabilecek bir başkaldırı hareketine girişirse, “uluslararası toplum”, o ülkeye “insanî müdahale”de bulunma hakkına sahip olacaktır. Bunu yaparken de Dış İlişkiler Komisyonu’nca (CFR) hazırlanan ‘koruma sorumluluğu’ maddesine dayanacaktır!
2004 yılında George Soros, CFR’nin Foreign Policy [1 Ocak 2004] dergisinde yazdı. Küresel Çete “dış müdahale” için gerekli teoriyi şöyle oluşturuyordu: “Egemenlik kavramı bir ülkede yönetenlerle uyruk olanların varlığını esas alan eskimiş bir kavramdır. Egemenlik prensibi, ulus devletlerin iç işlerine dış müdahaleyi imkânsız kılmaktadır. Gerçek egemenlik, hükümetlere bu hakkı veren halkındır. Eğer hükümetler, ellerinde tuttukları egemenlik hakkını yanlış kullanır ve halk buna karşı harekete geçme imkânından yoksun kalırsa, dış müdahale hakkı doğar!”
Soros açıkca ifade etmiş: Dünya egemenliği hedefleyen Küresel Çete, yani “uluslararası toplum”; “insani müdahale” adı altında bir ülkede, kendi beslediği, büyüttüğü, şekillendirdiği bir grubu korumak sorumluluğu çerçevesinde hedef seçtiği ülkeleri bombalamakta, işgal etmekte, bölmekte serbest olmalıdır. ”Koruma Sorumluluğu”, ulusların egemenliğini hiçe saymak için ve petrol, gaz, altın, uranyum, su zengini ülkelere rahatça müdahale edebilmek için şekillendirilmiştir. Libya’nın bombalanması bu maddeye dayandırılmıştır. Suriye bu madde kapsamında topun ağzındadır. Selahattin Demirtaş ve BDP/PKK aynı maddeyi arkasına alarak esip gürlemektedir. Bu senaryo çerçevesinde de en önde olan kavramlar “insan hakları”dır, “demokrasi”dir.
***
Batı bir değil,ikidir değerli okur: Güzel Batı..., Çirkin Batı. Dünyanın başına bela olan, Emperyalizm zulmünün faili, Çirkin Batı’dır, Derin-Merkez’dir. Bu küresel çetedir ki son 500 yılda ulaştığı üstün ve imtiyazlı konumu kaybetmemek için küresel ölçekte örgütlenmeye gitmiştir. Hedef her yönüyle Batı lehine işleyen dünya ekonomik düzenini muhafaza etmek, daha ileri mertebelere götürmek, son hedef olarak da karanlık düzenlerini bir dünya imparatorluğu haline getirmektir.
Derin-Merkez, dünyayı ele geçirme stratejisini çeşitli araçlar kullanarak uygulamaktadır. Bu araçlardan biri özel olarak ürettiği küreselleşme ideolojisidir.
Dünyanın geri kalan ülkelerine (Çevre ülkelerine) gelince, onlar henüz gelişmemiş, sanayileşememiş, savunmasız, sahipsiz ve ihanete uğramış olarak, Merkez’in sömürüsüne açık bir durumdadır. Sanayileşme girişimleri Merit stratejisi yoluyla engellenmektedir. Derin-Merkez stratejisinin önündeki en büyük engel, Çevre ülkelerinin “Ulus-Devlet”leridir. O zaman Derin Merkez tek çözüm yolu olarak şunu görüyor: Bu ülkelerin Ulus-Devletlerinin çökertilmesi veya planlı bir şekilde zayıflatılarak Merkez’in çıkarlarına hizmet eder bir kalıba dökülmesi... İşte günümüzde AB ve ABD ile kurulu ilişkiler yoluyla ve işbirlikçilerin de desteğiyle Dünyada, Kuzey Avrupa’da ve Ortadoğu’da, Türkiye’de yapılmakta olan budur.
Derin Merkez -ve onun yuvalandığı, başta ABD, Merkez ülkeleri- hedeflerine ulaşmak için başlıca altı silah kullanmaktadır. Bunlardan ilki serbest ticarettir. İkincisi o ülkeleri borçlandırmaktır. Üçüncü silah özelleştirmedir. Dördüncüsü yabancı sermayedir. Beşinci silah o ülkelere toprak sattırmaktır. Altıncısı ise azınlık sorunu yaratmaktır.
Ancak Küresel Çete bütün bu araç ve silahların, önceden veya zamandaş olarak hazırlanmış bir düşünce ortamında kullanabileceğini de iyi bilmektedir. Bu sebepledir ki Kirli Bilim yoluyla -yukarda örneklerini verdiğim- sözde bilimsel kavramlar oluşturmakta, ihtiyacına göre bunları değiştirmekte, yenilemekte, yeni kavramlar, görüşler piyasaya sürmektedir. Neden? Çünkü yine çok iyi bilmektedir ki:
Eğer insanların kafaları ele geçirilirse, yürekleri ve elleri peşinden gelecektir.
1 Cumhuriyet, 3.4.2011.
2 Banu Avar, “’Uluslar Arası Toplum’ ve 'İnsani Müdahale'”, http://www.banuavar.com.tr/?pg=articles&id=103 (17.5.2011)
Prof. Dr. Cihan DURA, 27 Haziran 2011