
"Çokuluslu şirketlerin hükümetlerinden uygulanmasını istediği politika tek bir formülde özetlenebilir. Standart Oil'in güvenliğinin sağlanacağı bir dünya.
Daha ideolojik terimler kullanılırsa bunun anlamı 'hür dünya'nın korunması ve sınırlarının mümkün olduğu zaman ve yerde genişletilmesidir. Bu ise 'Truman Doktrini'nin 1947 yılında kabul edilmesinden beri ABD politikasının açığa vurulmuş amacı olmuştur. Bu madalyonun diğer yüzü antikomünizmdir. Bu durumun gerekli bir tamamlayıcısı da dünya ölçüsünde büyük bir askeri makinenin kurulması ve sürekli kılınmasıdır.
Bugün dünyada görülen tüm önemli mücadele, çokuluslu şirketlerin en fazla alana sahip olma açlığına dayanmaktadır."
Swezzy, Baran ve Magdoff, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, s.139.
ÇOKULUSLU ŞİRKETLER VE ABD DIŞ SİYASASI 1
Siyasa/Politika genelde, "Devlet işlerine katılma ve devlet etkinliklerinin biçim, amaç ve içeriğini belirleme işi" olarak tanımlanır. Marksçı görüş politikayı, "Sınıflı toplumda, sınıf ve partilerin devlet yönetimini eline geçirmek, kendi sınıfsal çıkarlarını devlet çerçevesi içinde ve devlet yardımıyla gerek topluma, gerekse diğer devletlere kabul ettirmek için, sınıfların verdiği örgütlü mücadeleyi içeren sosyal bir fenomen" olarak tanımlar. 2
Uluslararası şirketlerin çalışma ve dünyayı yönetmede, ABD siyasasını nasıl etkilediği bilindiğinde, tanımın yerinde olduğu görülür. Richard I. Barnet ve Ronald E. Müller'in "Evrensel Soygun -Çokuluslu Şirketlerin Gücü-" adıyla dilimize çevrilen yapıtlarında, şirketlerin gücü ve etki alanları şöyle anlatılır: "
"Evrensel şirketlerin başındaki adamlar, Dünyayı bileşik bir bütün olarak yönetmeye kalkışan, ilk örgüt, teknoloji, para ve ideoloji sahibi insanlardır. Tarihte, eski zamanların evrensel tasarılar peşinde koşan insanı ya kendini aldatıyordu ya da mistiğin biriydi... Dünya, askeri istilalarla yönetilebileceğe benzememekte, ama bu düş (emperyalizmin küresel amaçları/notumuz) yaşamaya devam etmektedir." 3
Barnet ve Müller, okuyucu karşısına; uluslararası şirketlerin örgütlenişlerini, işleyişlerini ve dünyaya yayılış biçim ve yöntemlerini belgesel bir inceleme ile açıkladıkları yapıtta, bu sözlerle çıkarlar. Yapıt, evrensel şirketlerin, hükümetlerin politikalarını nasıl etkilediklerini belge ve olaylarla açıklıyor. David Rockefeller, 1952 yılında Detroit İktisatçılar Kulübünde, "son anketlerden birine göre her beş öğrenciden üçünün, büyük şirketlerin devlet idaresinin dizginlerini Kongre ve hükümetin elinden aldığına" inandıklarını belirterek bu gerçeği vurgular. Bu sözler ve uygulamadan çıkan sonuç şudur: Dünyanın dev şirketlerinin yöneticileri, askersel istilaların -yayılmaların- başaramadıklarını başaran insanlardır... Çünkü bu yolla gelenler, toplumdaki bireyleri ve giderek toplumu içten ele geçirme yöntemini uygularlar. Örgütleriyle, kendi ideallerini empoze ederek! Bunun adı, "gizli işgal"dir... Ve ABD, işte bu yöntemi, evrensel ticaretin kuralları ve evrensel şirketlerle uyguluyor. ABD için ulusal çıkar, evrensel şirketlerin çıkarıdır. Ünlü Morgan, "ABD için iyi olan, Morgan firması için de iyidir" derken, bu gerçeği vurgular. Ve bu gerçek de siyasa/politika kavramına ilişkin Marksçı-Leninci tanımın doğruluğunu gösterir.
Şimdi, çokuluslu şirketlerin ABD siyasasını nasıl yönlendirdiğine ilişkin bir örneği izleyelim.
ROCKEFELLER İMPARATORLUĞUNUN GÜCÜ
1956 yılında, ABD'nin o günkü başkanı Eisenhower'a, Nelson A. Rockefeller bir mektup yazar. Bu mektubu değerlendirmeye geçmeden önce, ABD'de iktidar kavgalarının çokuluslu şirketler arasında yürütüldüğü ve bu şirketlerin ABD Dış siyasasının saptanmasında büyük ölçüde etkili oldukları gerçeğini unutmayalım. Her parti ve başkanla birlikte, güçlü gruplardan biri yönetime etkili olur. Eisenhower'la birlikte, ABD başkanlık katında Rockefeller Grubu etkili olmuştur. Daha önce (Truman döneminde), Morgan firmasında olan nöbet, Eisenhower'la Rockefeller Grubuna geçmiştir. Ocak 1956 tarihli bu mektup, dünyayı sömüren şirketlerin, ABD siyasasına ne ölçüde etkili olduklarını, devlet başkanlarını etkiledikleri ve ABD siyasasının şirketlerce -ve elbet o şirketlerin çıkarları ile genel çıkar dengesi gözetilerek- saptandığını kanıtlamaktadır. Rockefeller bunu şöyle vurguluyor: "Standart Oil Tröstü için iyi olan ABD için de iyidir." Çünkü, evrensel şirketin çıkarı, ulusal çıkarla eşdeğerdir!
İşte bu nedenle, Rockefeller de, Eisenhower'a yazdığı mektupta buradan çıkarak, ABD'nin evrensel sömürü siyasasının küresel ilkelerini dikte ediyor.
Mektubun nasıl ve niçin yazıldığı ve etki nedeni, Rockefeller'in kimliği ve ABD politikasındaki yeri bilinmeden yeterince anlaşılamaz. Bu mektubu değerlendirmeye geçmeden önce, Nelson Rockefeller kimdir? Amerika gibi bir devletin politikasına yön verecek başkana, akıl verme gücünü nereden, nasıl almıştır? Bu soruların yanıtını arayalım.
Nelson Aldrich Rockefeller, Amerika'nın ilk petrol tröstü Standart Oil Company'nin kurucusu John Rockefeller'in torunudur. Rockefeller Ailesi petrol krallığından başka dallarda da, ABD ve dünya ekonomisinde etkendir. Bankacılık bunların başında gelir. Ve elbet bu ekonomik güç, aileyi politikada da etken kılmıştır.
Nelson Rockefeller, 1940'larda Dışişleri Bakanlığı Latin Amerika İşleri Dairesi Başkanlığına getirilir. Latin Amerika'da, ABD çıkarlarını çok iyi koruduğu için önce, Uzmanlar Komitesi Başkanı, 1944'de Dışişleri Bakan Yardımcısı, 1950'de Uluslararası Kalkınma Danışma Kurulu Başkanı, 1954'te Başkan Eisenhower'ın Başdanışmanı olur. Rockefeller'in yükselişi, elbet salt yeteneklerine dayanmıyor. Yetenek artı ekonomik güç ve ABD çıkarlarını en iyi korumak. Formül çok basit...
Standart Oil için iyi olan ABD için de iyidir. Kısaca, bizim deyimimizle, iyi bir tüccar gibi düşünüyor politika üretirken!
Bu felsefeyi Turgut Özal da benimsemiştir. Dikkat edilirse, devleti tüccar kafası ile yönetmek ister. Yalnız ABD ile bizim yapı ayrılığımızı gözardı ederek. ABD tüccar gibi dünyayı sömürüyor, bizim sömürdüğümüz ise kendi halkımız...
Mektubun son paragrafındaki sözler, Rockefeller İmparatorluğunun sınır tanımayan gücünü gösterir.
- "Yeni politikanın -mektubun baş taralımla ilkeleri açıklanan politika/notumuzyürütülmesinden sorumlu olan sizin ve çalışma arkadaşlarınızın Asya'da ve özellikle Ortadoğu’daki pozisyonlarımızı kuvvetlendirici tedbirlerin alınması zorunluluğuna artık inanmış olmanız ve üzerinde durduğum ana sorunun, öncelik tanınması gereken çeşitli yönlerini tekrar ele almaya karar vermeniz en büyük arzumdur."
Mektubun üslubu, -biçemi- gözden kaçmamalıdır. Bu mektup, Rockefeller Grubunun, Başkan Eisenhower'a dikte elliği politika ilkeleridir. Dikkat edilirse, "... artık inanmış olmanız ve... tekrar ele almaya karar vermeniz..." biçimindeki sözler bir başkana yazılıyor. Bu sözlerden çıkarılacak bir başka anlam, konunun başkanla daha önce uzun uzun tartışıldığı, başkanın bu önerilere yatkınlık göstermediği, daha sonra işin yazdı bir öneriye dönüştürüldüğüdür. Rockefeller Grubu, bu mektupla, ABD Emperyalizmi'nin strateji ve taktiklerini saptamaktan öte, evrensel soygunun içyüzünü aydınlatıyor. Yardımla gelen bağımlılığın, az gelişmiş ülkelerdeki bağımsızlık bilincini yok etme yöntemlerini sıralayan mektup, ABD'nin global siyasasının ve sömürü ilkelerinin de kanıtı oluyor.
Petrol İmparatoru Rockefeller'in, Ortadoğu'ya ve bu arada özellikle Türkiye'ye dikkat çekişi, bizden söz ederken, "oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim. Genişletilmiş iktisadi yardım -örneğin Türkiye'ye- bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir," deyişi, günümüze kadar uygulanan, ABD'nin Türkiye siyasasını inceleyenlere ışık tutmalıdır. Rockefeller’in mektubu, ABD'nin Türkiye'ye bakış açısının da belgesidir. Bu açı saptanmadan günümüzün sorunlarına gerçekçi bir çözüm bulunamaz. ABD'nin bizi Ortadoğu'da araç olarak kullandığını, bekçilik rolüne uygun bulduğunu gördük. McGhee'nin, "İngilizler Ortadoğu politikalarının çapası olarak Türkiye'yi kullanmaya karar verdiler," 4 derken, bizim öteden beri emperyalizmin oyuncağı olduğumuz gibi aşağılayıcı bir biçemi yeğlemesi nasıl yorumlanmalı?
Bu gerçeklerin bilinmesi, uydu siyasasını terk edip, kişilikli bir politika saptanmasına yardımcı olacaktır.
Rockefeller’in mektubu, bizim için daha da önem taşıyor. Bizden söz ederken verdiği örnek, aşağılayıcı olmanın da ötesinde, bağımsızlığımıza ve ulusal kimliğimize yönelik... Bu örnek, Lozan'ı tanımayan ABD'nin, bizi "uygar uluslar" içinde görmek istemediğine ilişkin tavrının sürdüğünü göstermiyor mu?
Zaman zaman sorduğumuz kimi soruların yanıtını bulamayız! Çünkü o sorulara neden olan olayların altyapısını bilmeden, gerçeği ve doğruyu bulmak güçtür. Örneğin;
ABD, 1975'lerde yardımı neden kesti? Ambargonun uygulanmasında, sadece Türkiye'nin Kıbrıs politikası mı etken olmuştur? 1975'lerde sık sık yinelenen, "NATO'nun doğu kanadının yeterince savunulamayacağı, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin savaş gücünün zayıfladığı" hem de NATO Başkomutanı'nca söylenip dururken, ABD, neden ambargoyu üç yıl boyunca sürdürmüştür? Söylendiği gibi, Yunan lobisinin etkisinde mi kalınmaktadır, yoksa olayların ardında başka gerçekler mi vardır?
Bunların ve benzeri soruların yanıtını, gecikmiş de olsak, bugünden başlayarak aramalıyız. Engelleri aşmak için, kendi özgücümüzden başka dayanağımız olmadığının bilinciyle. Bu gücün kaynağı Amasya Tamimi'ndedir. Ve Amerika, işte bu nedenle bizdeki ulusal kurtuluş bilincini öldürmek ister. Sosyal uyanış ve bağımsızlık eğilimi önlenmelidir. Bir ulusal kurtuluş utkusu üzerine kurulmuş Cumhuriyeti, ABD içine sindirememiş ve ABD'nin Türkiye'ye bakışı hep kuşkucu olmuştur. Çünkü, Ulusal Bağımsızlık Savası sonunda kurulmuş olan bu devletin Dış politikası, antiemperyalisttir.
ABD'nin bizi bu temelden koparma girişimi tam başarıya ulaşamamıştır. Zaman zaman ne denli çarpıtılmak istense de, temeldeki sağlamlık ve kuruluştaki Kemalist ilke yıkılamamıştır. Lozan'ı tanımayan ABD'de 5 Kemalist Türkiye yıllarca çeşitli etkinliklerle protesto edilmiş, Kemalist rejimin mutlaka yıkılacağı ve Milliyetçi Türk Hükümetinin hedeflerine asla varamayacağı ileri sürülmüştür."
Ve Türkiye'yi yörüngesine katan ABD, bu amacı da göz önünde tutarak bize yardım elini uzatmıştır (!)
ASKERİ PAKTLAR VE ULUSAL KURTULUŞ HAREKETLERİ
Rockefeller, sözünü ettiğimiz mektubunda, ABD'nin etki alanındaki ülkeleri üç gruba ayırıyor. Her grup ülkeye karşı nasıl davranılması gerektiğini belirlemeden, evrensel soygunun politik programını ana ilkeleriyle sıralıyor. Mektupta işaret edildiği gibi, askeri paktların asıl amacı, ulusal uyanışları önleyerek, ekonomik yayılmanın yollarını açacak olmasıdır. Şimdi mektubu okuyalım!
- "Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmeliyiz. Çünkü bu paktlar, herhangi bir komünist saldırısını ve ulusal hareketleri önlemekte faydalı olacaklardır. Bundan başka Asya ve Ortadoğu'daki pozisyonlarımızı her yönden sağlamlaştıracaklardır."
Dikkat edelim, Rockefeller, askeri paktlara neden önem vermektedir? Onun, askeri paktlardan beklediği yararların başında, Ulusal hareketleri -ulusal uyanışları, ulusal kurtuluş savaşlarını -önleme amacı gelmektedir. "Ekonomik yararlar", "Asya'da ve Ortadoğu'daki pozisyonların sağlamlaşması" daha sonra düşünülüyor. Rockefeller grubunun, ulusal kurtuluş hareketlerine karşı oluşu, bu hareketlerin gelişmesi sonucu, çokuluslu şirketlerin çıkarlarının engelleneceği kuşkusundan doğmaktadır. Özellikle doğal kaynaklarına el sürülmemiş olan Asya ve Afrika'daki uyanış, ABD endüstrisi için çok önemli olan stratejik ve süper stratejik maddelerin, ABD'ye akışını önleyecek, bu maddeler en azından bugünkü kadar rahat ve ucuza sağlanamayacaktır.
Rockefeller konuyu şöyle vurguluyor:
- "Şu önemli gerçeği gözden uzak tutamayız: Magnezyum, krom, kalay, çinko ve elbet tabii kauçuğumuzun tamamı, bakır ve petrolümüzün önemli bir kısmı, kurşun ve alüminyumun üçte biri, denizaşırı ülkelerden gelmektedir. En önemlisi, ABD tarafından kurulmuş askeri paktlardan herhangi birinin etki alanında bulunan Asya ve Afrika'nın az gelişmiş bölgelerinden gelmektedir. Süper stratejik maddelerin, bu arada uranyumun durumu da yukarıdakiler gibidir."
Rockefeller’e göre, askeri paktların öteki yararı, "ekonomik yayılma"nın kolaylaştırmasıdır. Bu amaçla askeri paktları çekici bir biçime sokmak, gerekirse biçimlerinde değişiklik yapmak ve "askeri paktlara çekilmek istenen ülkelere geniş ölçüde ve akıllıca" -bu akıllıca sözcüğünü ileride açıklıyor Rockefeller- ekonomik yardımlar yapılmasını, bu yardımların daha dikkatli ve elastiki biçimde olmasını öneriyor. Bazı ülkelerin askeri paktlara çekilmelerinin (bu deyime dikkat edilmelidir) gereği vurgulanıyor. Rockefeller’e göre "onlar için ayrı bir plan uygulanmalıdır." İlk aşamada, yani yardımın ilk aşamasında "herhangi bir koşul öne sürülmemelidir." İkinci aşamada öne sürülecek, politik ve askeri koşulların kabul ettirilmesinin yolu böylece açılacaktır. Rockefeller'in, "çok özel durum" dediği, ABD için, o an önemli olan, ülkenin "nüfuz alanı"na alınmasıdır. Böyle bir ülkeye yapılacak yardım, "oltaya gelmeyen balığın yemlenmesi" anlamını taşır. Ne yapılıp edilecek ve o ülke kazanılacaktır. Rockefeller her ülkenin o an için oltaya gelmeyeceğini de biliyor. Mısır oltaya geç gelmiştir; ama bugün yardımı bizden çok alır...
En iyisi Rockefeller'in görüşünü tam olarak okuyalım.
- "Bu askeri paktları sağlamlaştırmak ve genişletmek için Marshall Planı'nın Avrupa'da bize sağladığı kadar ya da ondan daha büyük ölçüde, politik ve askeri nüfuz garantileyecek genişlikte bir ekonomik yayılma planını Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız. Bunun için az gelişmiş ülkelere yaptığımız ekonomik yardımların büyük kısmı askeri paktlarımıza hizmet etmek üzere kurulmuş olan kanallardan akmalıdır. Bu ise bizi askeri paktları cazip hale sokmaya götürmelidir. Zorunlu hallerde bu paktların biçimlerinde belirli değişiklikler düşünülmelidir. Başka bir deyişle, askeri paktların ekonomik yönünü mümkün olduğu kadar belirgin hale getirmeliyiz. Bizim askeri paktlarımıza çekmek istediğimiz ülkelere geniş ölçüde ve akıllıca yardımlar yapmalıyız. Fakat bunu şimdiye kadar yaptığımızdan daha dikkatli ve elastiki bir biçimde yapmak gerekmektedir. Çok özel durumlarda herhangi bir şart bile koşmamalıyız. İkinci dönemde, hem politik, hem de askeri şart ve taleplerimizi kabul ettirme yolu açılmış olacaktır."
Rockefeller’in işaret ettiği amaç şudur: Marshall Yardımının Avrupa'da sağladığı nüfuzdan daha büyük ölçüde "politik ve askeri nüfuz garantileyecek genişlikte bir yayılma planının, Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulanması zorunluluğu!.."
Bu yayılmanın uygulama ilkeleri, az gelişmiş ülkelerin durumuna göre, elbet değişik olmalıdır. Bu ilkeleri incelemeden önce bir noktayı işaretleyelim. ABD'nin uyguladığı siyasanın genel çizgileri izlendiğinde, ABD siyasasının saptanmasında, Rockefeller’in önerdiği ilkelerin etkisi daha iyi anlaşılacaktır. Hele, "ekonomik yardımın nasıl yapılacağına" ilişkin önerilere bakıldığında, mektubun önemi, yorumu gerektirmeyecek ölçüde belirmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, Rockefeller sözü edilen mektubunda az gelişmiş ülkeleri üç gruba ayırıyor. Birinci gruba, ABD ile dost olan ve uzun süreli sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan antikomünist hükümetlerin iktidarlarda olduğu ülkeler girmekte. O'na göre, bu ülkeler oltaya yakalanmış balıktırlar ve bu nedenle de YEM'e gereksinme duymazlar.
OLTADAKİ BALIK: TÜRKİYE
Türkiye gibi ülkeler bu grup içindedirler. Bunlara yapılacak yardımda öncelik, askeri alana tanınmalıdır. Ekonomik yardım akıllıca, dikkatli ve elastiki yapılmalı ve ABD'nin dümen suyundaki hükümetleri iktidarda tutmaya yaramalıdır. Şimdi Rockefeller’i izleyelim:
- "Birinci grup ülkeler, bizimle dost olan ve bize uzun süreli sağlam askeri paktlarla bağlanmış antikomünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkelerdir. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır.--OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR; bu noktada Dışişleri Bakanlığı ile aynı fikirdeyim, genişletilmiş iktisadi yardım -örneğin Türkiye'ye - bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani BAĞIMSIZLIK eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu, bize düşman muhalifleri ZARARSIZ bırakacak BİÇİM ve MİKTARDA olmalıdır."
Türkiye gibi ülkelere dikkatlice yaklaşılmalı ve oralarda bağımsızlık eğilimini artıracak tutumlara izin verilmemelidir. Bu uyarı, bizim bu ilkeler içinde neleri göğüslemek zorunda bırakıldığımızı düşünerek değerlendirilmelidir. Dickson Raporu'ndaki, Atatürk'ün milli politikasının ateşlediği bağımsızlık rüzgârlarının (elbet 27 Mayıs Anayasasının yarattığı ortam ve ivme ile) 12 Mart'larda ve 12 Eylül'lerde nasıl söndürülmek istendiği ve 12 Eylül'ün, nasıl bir yılgın toplum yarattığı göz önüne alınırsa, son yarım yüzyıldır içinde çırpındığımız tuzakları görebiliriz.
Şimdi, yemden Rockefeller’in mektubuna dönelim. Rockefeller diyor ki: Bu tip ülkelere (Türkiye gibi) doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir ama, bu ancak bize uygun ve bize bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır." Yani daha önce söylediği gibi; "akıllıca, dikkatli ve elastiki."
Türkiye-ABD ilişkileri dikkatle incelendiğinde, bu sözlerin adım adım uygulandığını görürüz. ABD bize askeri yardımda bulunur. Sözde kuzey komşumuzdan gelecek tehdide karşı savunmamızı güçlendirmek için! Ama zaman zaman ve özellikle 1970'lerde ABD'li yetkililerin ve NATO Başkomutanı Amerikalı Org. Haig'in "Türk Silahlı Kuvvetlerinin malzeme, araç, gereç ve silah yönünden iç açıcı durumda olmadığı" söylemlerinin anlamı nedir?
Bu konuda Senatoya verilen bir rapora göre: "Türkiye'nin ekonomik sorunları, İkinci Dünya Savaşı standartlarına bile uymayan kalabalık bir ordu, modası geçmiş gemilerden oluşmuş bir donanma ve ancak yüzde 50'si hareket yeteneği olan hava kuvveti bırakmıştır."
İşte ABD! Bağımsızlığımızı ve ulusal bütünlüğümüzü korumak için sığındığımız ABD ve 1947'lerden 30 yıl sonra, yardımla geldiğimiz noktanın görüntüsü...
Rapor, Türk ordusunun savunma gücünü de değerlendiriyor. Okuyalım. "Bir Sovyet tecavüzü karşısında Türk Ordusu ancak, arazinin çetinliğinden yararlanarak, bir 'aracı oyalama savaşı "verebilecektir." 6 Mc Ghee de, bize Sovyetler karşısında barikat rolü vermişti. 7
Kasım Yargıcı'nın haberine göre, sözü geçen Amerikan raporu üzerine Haig, Türkiye'ye sürpriz bir ziyaret yapar ve durumu yerinde denetler. (!)
1977 Kasım ayında NATO ülkelerinin gazetecileri NATO Genel Karargâhı tarafından, Doğu Anadolu'da bir inceleme gezisine çağırılırlar. Gezi sonunda gazeteciler izlenimlerini; TSK'nin silah, araç-gereçleri yönünden, olası bir Sovyet saldırısı karşısında tutunamayacağını, ortak görüş olarak yazarlar. 8
Bu gezinin izlenimleri, önce dünya basınında yankılandı, sonra bize yansıdı. Amaç ne idi? O sıralar sık sık NATO yetkilileri ve Org. Haig'in ikide bir yinelediği, "Türk ordusu hantal ve araç-gereç yönünden yetersiz" sözlerinin ardında yatan, "ABD olmasa, Türk ordusu bu malzemeleri bile bulamaz, Türkiye bize muhtaçtır" söylemine haklılık kazandırmaktı anlaşılan.
Görülüyor ki ABD, yardım ettiği ülkeler ordularını güçlendirmez, yardımın amacı, o orduların güçlendirilmesi değildir. İşte, yardımın "akıllıca" ve "dikkatlice" yapılmasının nedeni budur. Asıl amaç, ABD'nin "hür dünya"daki egemenliğini pekiştirmektir. Nasıl mı? Yanıtı ABD'li bir yazardan alalım: Ovid Demaris "Kirli İşler İmparatorluğu" adlı yapıtında:
- "Marshall Planı, savaşın yıkıntı haline getirdiği bir Avrupa'ya iktisadi yardım sağlamıştır, bunun yanısıra Çin hindi’nin de Fransızları askeri bakımdan desteklemiş ve Kore Savaşı'nda "SAVUNMA DESTEĞİ" yaratmıştır. Eisenhower yıllarında ABD, savunma şemsiyesini, Çin'i ve Rusya'yı çevreleyen kırk iki ülkenin üzerine açmıştır." ..."1960'larda resmi müttefikler yerine karşı ayaklanmalara ağırlık verildi. Aşağılık diktatörler ve çürümüş cuntalar, İKTİSADİ YARDIM'la ayakta tutulmaktaydı. Bunlar devrimci toplulukların başlattıkları başkaldırı eylemlerine karşı, kurulu düzeni koruyorlardı." der. 9
1960'lı ve 70'li yıllarda, ABD yardımı alan ülkelerin tümüne yakın çoğunluğu askeri yönetim altındadır. 1960 sonrası az gelişmiş ülkelerde ABD tipi özgürlükçü demokrasiler (!) askeri yönetimlerle yerleşmiştir. Nerede, ABD yanlısı hükümetlerin iktidarda tutunması zorluklarla karşı karşıya ise, dolayısıyla ABD çıkarları, daha doğrusu çokuluslu şirketlerin çıkarları tehlikeye girmişse, orada askerler yönetime el koymuştur. ABD Meclis Dış İlişkileri Komitesi Başkanı'nın 20 Mayıs 1965 tarihinde söylediği şu sözler, konuya tam bir açıklık kazandırıyor.
- "Dış yardımları eleştiren herkesin karşısına, Brezilya Silahlı Kuvvetleri'nin Goulart Hükümeti'ni devirdiği ve bu güçlerin demokrasi ilkeleri ve ABD taraftarı olma yönünde koşullandırılmaları gerçeği dikilmektedir. Bu subaylardan birçoğu, AID programı çerçevesinde, Birleşik Devletlerde eğitilmişlerdi. Demokrasinin, Komünizmden daha iyi olduğunu biliyorlardı." 10
Ovid Demaris de sözü edilen yapıtında der ki:
- "İran Başbakanı Muhammed Musaddık, 1952'de petrol alanlarının millileştirilmesinin ülkenin yararına olacağına karar verdiği zaman, ClA onu hemen bilindiği gibi yerinden yürütüverdi. Musaddık'ı deviren, Şah'ı destekleyen ordu, Amerika tarafından eğitilmiş ve donatılmıştı." 11
Az gelişmiş ülkelerde Silahlı Kuvvetler, ulusal güvenlik adına, demokrasinin savunuculuğunu da üstlenir. Az gelişmiş ülke askerlerinin belirli günlerde verdikleri demeçler ve yayımladıkları mesajlarda, "demokrasinin güçlenmesi ve korunması konusunda Silahlı Kuvvetlerin azimli ve kararlı oldukları" vurgulanır. Oysaki, demokrasi halkın her kesiminin ve özellikle işçi ve emekçi yığınlarının yönetime etki ve katkıları ile güçlenir ve korunur.
Silahlı Kuvvetlere, "demokrasinin güçlenmesi ve korunması" görevini vermek; halkın, özellikle çokuluslu şirketlerle elbirliği edilerek sömürülen emekçilerin, işçi ve köylülerin sömürüye karşı çıkışlarını önlemek; gerçek deyimi ile demokrasiyi önlemektir. Askerin desteğindeki yönetim, herhalde ve hiçbir zaman demokrasi olamaz. Demokrasi askerin öncülüğünde de kurulamaz.
İşte yardım, emperyalizmin yardımı, Rockefeller’in deyimiyle, "ABD Dış politikasının önemli öğelerinden biri" olan ABD yardımı; bu amaçla, az gelişmiş ülke askerlerini de, ABD'nin çıkarları doğrultusunda kullanma amacıyla yapılır. Hem de az gelişmiş ülke askerlerine, silah, savaş araç ve gerecinden çok, "battaniyeler, çizmeler, üniformalar, elektrik jeneratörleri..." gibi şeyler vererek eğer deyim yerinde ise, çocuğa oyuncak vererek kandırmak gibi, aşağılayıcı bir gözle bakılarak...
Bu konuyu bir de, Ovid Demaris'ten izleyelim:
1952'deki Musaddık'ın petrol alanlarını millileştirme girişimiyle ilgili bunalım ve olaylara nasıl el konulduğunu; Temsilciler Meclisi Yurtdışı İşler Komitesi önünde, 1954'de Tuğgeneral George C. Stewart, şöyle anlatır:
- "... bu bunalım patlak verip de her şey çökmek üzereyken, her zamanki kriterlerimizi bozduk ve yaptığımız daha başka şeyler arasında, orduya hemen olağanüstü durum gereğince battaniyeler, üniformalar, çizmeler, elektrik jeneratörleri ve sağlık malzemesi verdik; bunlar ordunun Şah'ı desteklemesini mümkün kılacaktı... Ellerindeki silahlar, içine binilen kamyonlar, sokaklardan geçirilen zırhlı arabalar ve kontrolün sağlandığı radyo bağlantıları, hep askeri yardım programı yoluyla verilmişti. Eğer bu program olmasaydı, belki de bugün Amerika Birleşik Devletleri'ne dost olmayan bir hükümet iktidarda olacaktı." 12
Aynı konuda, Rockefeller'in görüşlerini incelediğimizde, çokuluslu şirketlerin ve ABD'nin, dümen suyuna giren ülkelere ve kişilere verdiği değeri de saptamış oluruz. Nelson A. Rockefeller:
- "Dünyanın geniş bölgelerini kapsayan az gelişmiş ülkelerde, sermaye, teçhizat, idari personel ve teknik uzman eksikliği en önemli meseledir. Bütün planlamalarımızda, bu gerçeği daima hesaba katmak zorundayız. Askeri pakt ve tedbirlerin gerekliliğine inanıyorsak, bunların faturasını da ödemeye hazır olmak gerekir," der ve sürdürür.
Emperyalizmin ağlarını nasıl ördüğünü izleyelim!
- "Düşüncelerimin pratikteki en somut örneği, hatırlayacağınız gibi bizzat meşgul olduğum İran tecrübesidir. Ekonomik yardımı harekete geçirerek İran petrolüne el koymayı başardık ve bu ülkenin ekonomisine yerleştik. İran'da ekonomik pozisyonumuzun kuvvetlenmesi, bu ülkenin Dış politikasının kontrolümüz altına girmesini ve özellikle Bağdat Paktı'na üye olmasını sağladı. Halihazırda İran Şahı, elçimize danışmadan hükümetinde herhangi bir değişiklik yapmaya bile cesaret edememektedir."
Evet, iktidarda ABD desteğiyle oturan Şah, ve benzeri ülkeler liderleri (!) ABD elçisine danışmadan bakan bile atayamazlar! Emperyalizm onları maşa gibi kullanır. Ve işi bittiğinde de fırlatır atar. Güney Vietnam'ın ABD yanlısı, Rockefeller'in deyimi ile, "ABD'ye uygun ve bağlı hükümetinin" Başbakanı Kao-Ki, Vietnam'dan kaçırılmış, O'nu kullanan Amerika desteğini çekince, Amerika'da barmenlik yapmıştır. Adnan Menderes, Demokrat Parti ile, Türkiye'de ABD yanlısı -Rockefeller’in deyimi ile— "ABD'ye uygun ve bağlı hükümet" olmuştu!.. 1958 ekonomik bunalımından, ABD yardımıyla kalkınma girişiminin saplandığı çıkmazdan kurtulmak için "... gerekirse Sovyetler'den yardım alırız" dediği gün kaderini çizdi. ABD, oltadaki balık saydığı ülkelerde, kendisine yandaş kişileri iktidarda tutmak ister, ama işi bittiğinde de fırlatır atar!.. Çünkü maşalar, işi bittiğinde fırlatıp atılır!..
Oltadaki balığa da yem gerekmez. Önemli olan, oltada balık olmamaktır.
PROPOGANDA ARACI OLARAK YARDIM
Rockefeller mektubunda, askeri paktların, olabildikleri ölçüde ekonomik yardıma da aracı olabileceğini, ama yardımdaki bir başka ve gerçek amacın, az gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin kilit noktalarını ele geçirmek olduğunu vurgular.
ABD yardımı üzerine, Kennedy ve öteki başkan ve yetkililer de çok şey söylemişlerdir. Örneğin Kennedy, yardımı şöyle tanımlar: "Dış yardım ABD'nin dünyayı denetleme ve etkileme amacı olan ve kesinlikle çökecek ya da Komünist bloka geçebilecek ülkelerin güçlendirilmesini sağlayan yöntemdir."
Bu sözler, olguya yüzeysel bakışla yaklaşanların, yardımı, çıkar gözetilmeden az gelişmiş ülkelerde halkın refahına katkı, özgürlükçü demokrasiyi koruma ve kurtarma gibi, insancıl bir amaçla yapıldığına inanmaları için söylenmiş olmalı. Gerçekten bu sözler, siyasal bilince erişmemiş toplumları, yardımın iyi niyetle, art niyet taşımadan, uluslararası komünizmin etkisinden koruma amacıyla yapıldığına inandırabilir. Propagandanın amacı da budur. ABD, yeryüzünde özgürlüklerin koruyucu meleğidir, hem de hiçbir karşılık beklemeden! Ancak gerçek böyle midir? Gerçeği Rockefeller'in mektubundan öğreniyoruz. Rockefeller mektubunda konuyu şöyle dile getiriyor:
- "... yapılacak geniş iktisadi yardımlarda, ABD'nin karşılık beklemeden yardım ettiği ve işbirliği yapmak isteğinde samimi olduğu intiba yaratılmalıdır. Elimizdeki bütün propaganda olanaklarıyla durmaksızın, az gelişmiş ülkelere yapılan Amerikan yardımının karşılıksız bir yardım olduğunu, art niyet taşımadığını bütün kafalara sokmalı, bu konuda HİÇBİR MASRAFTAN ÇEKİNMEMELİYİZ. Bu arada ANTÎKOMÜNİST çalışmalarımıza, ideolojik çalışmalarımıza ara vermemeliyiz."
ABD, işte bu planı uygulamıştır. Bunun için, az gelişmiş ülkeler liderleri ve aydınları üzerinde kurulacak etkinliklerle, yardımın gerçek amacının öne çıkarılması önlenir. Bunun için hiçbir masraftan kaçınılmamalıdır. Gerekirse, karşı gruplar ya tasfiye edilirler ya da nötralize... Bu çalışmalarda güvenilecek olanlar, özel girişimcilerdir. Çünkü onlar, önce kendi çıkarlarını düşünürler. ABD'ye karşı çıkanlar, önce kendilerinin çıkarlarını engelleyeceklerdir. Bu nedenle az gelişmiş ülkelerin özel girişimcileri ile işbirliği ilkesine dayanarak, yardımın gerçek niteliği gizlenebilir. Kimlerin karşı çıktığı, kimlerin tasfiye ya da nötralize edileceği de onlar kanalıyla saptanır. ABD bu yolla da, aynı ülkenin insanlarını birbirleri için ajan olarak kullanmaktadır.
YARDIM VK EKONOMİNİN KİLİT NOKTALARI
ABD, ikinci Dünya Savaşı öncesi, Dünya'ya açılmada geç kaldığından, ekonomik sömürüye açık kapı siyasası ile başlamıştı. Açık kapı siyasası, bugün de ABD Dış politikasının önemli bir öğesidir. Çin'in Avrupalılarca sömürülmesinden kendisine pay isteyen ABD, Dışişleri Bakanı John Hay eliyle, 1899'da nüfuz bölgelerine ilişkin bir nota gönderir. Buna göre "Her ülke, öteki ülkelerin çıkarına saygı gösterecek. Avrupa'lı ve Amerika'lılar tarafından yönetilen bir komisyon Çin limanlarına girişte gümrük vergilerini alacak”tır. Avrupa buna yanaşmaz. Bu arada; Boxerler isyanı olur ve uluslararası bir ordu kurulması önerilir. Bunu fırsat sayan ABD, John May eliyle, 1900'de ikinci bir nota yollar. ABD, uluslararası Orduya, "... Çin'in toprak ve yönetim bütünlüğünü korumak ve bütün dünya için Çin İmparatorluğu'nun bütün bölgeleriyle tarafsız ve eşitliğe dayanan bir ticaret ilkesi sürdürülmesi..." koşullarıyla katılacaktır. ABD bu politikayla Çin'e girer ve bir Konsorsiyum kurulur. Çin Hükümeti, demiryolları yapımını bu konsorsiyuma bırakır. Başkan Taft, "Benim hükümetimin değişmeyen amacı, Amerikan sermayesini Çin'in kalkınmasında kullanılmasını teşvik etmek olmuştur," diyecektir. 13
ABD'nin Çin açık kapı politikası, 1949'da Çin Devrimi ile sona ermiştir. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası Dış yardımı, bu açık kapı politikası doğrultusunda sürdürmüştür. Ve böylece yardım alan ülkeye, yardımla birlikte kendi çıkarlarının bekçiliğini yaptırmayı kabul ettirmiştir.
Böylece,
- - Sömürgeleşmemiş bölgelerde ticaret ve yatırımların yollarım açmak;
- Sömürgeleştirilmiş bölgelerde, ABD sermayesine de eşit ticaret ve yatırım hakkı tanınması için sömürgeci ülkelere baskı yapmak;
olanağı sağlanmıştır.
ABD, bunu çok gizli de yapmamaktadır. Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'ne verilen bir raporda, "Ulusların kalkınmaları, kendi çıkarlarımıza uygun olduğunda desteklenir," söylemi bu gerçeği yansıtır. 14
Eisenhower, 1953'deki yıllık raporunda şunları söyler:
- "Dış politikamızın ciddi ve açık amacı, yabancı uluslardan yatırımlar için uygun bir ortam yaratılmasını sağlamaktır." 15
Uygun ortam, "ABD'nin çıkarlarına uygun koşulların varlığı"dır elbet.
Bu siyasanın nasıl uygulandığım ve yeni emperyalizmin ilkelerini, Dışişleri Bakanı Dean Rusk'un bir Kongre Komitesi'nde yaptığı 1962 tarihli konuşmadan izleyelim:
- "Biz, egemen bir hükümetin egemen olduğu topraklar üzerindeki mülkleri ve insanları kendi, tasarruf altında bulundurma hakkına tam manâsıyla el atmaya kalkışmıyoruz... Sadece uluslararası, özel yatırımcı için cazip şartlar yaratılmasının, onlar hesabına, akıllı ve basiretli bir politika olacağım düşünüyoruz. Dolayısıyla, yardım görüşmelerimizde ve doğrudan yardım müzakerelerimizde, özel yatırımın öneminin belirtilmesi için, her zaman ve mümkün olan her yerde elçiliklerimiz aracılığı ile yetkilileri etkilemeye çalışıyoruz." 16
Dünya, bu sözlerin uygulamasına tanık oldu son yıllarda. Emperyalizm değişik bir yöntemle de olsa, sömürü çarkım döndürmenin yollarım buluyor. Çarkın nasıl kurulduğunu ve işletildiğini Rockefeller'dan izleyelim.
- "Bunlarla (yani ABD'ye bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve ABD ye düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda yapılacak ekonomik yardımla /yazarın notu) bağıntılı olarak özel sermaye yatırımlarını da ayarlamak gereklidir,"
diyen Rockefeller’e göre:
- "Hükümet özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok politik amaca ulaşılabilir."
Mektuptaki sıraya göre bu politik amaçlar şunlardır:
- "-Bu tip özel sermaye yatırımları zamanla bütün gayri meşru muhalefeti ve Amerika'nın politikasına karşı mukavemeti ortadan kaldırabilmeli ve nötralize edebilmelidir.
- Ayrıca ABD'yi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün şahsî teşebbüs ve menfaat çevrelerini etkilemelidir.
- Aynı zamanda, ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardımı artırmalı ve böylece bu iş adamlarının, ilgili ülkenin ekonomisinde kilit noktalarını ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır."
Ekonominin kilit noktalarının ele geçirilme önerisi, yaratılacak çıkar gurupları kanalı ile politik etkinliği arttırma ve emperyalizmin çıkarlarına göre yönlendirme, çok uluslu şirketlerin çıkarlarını güvence altına alma amacı taşır. Çünkü kapitalist bir yapıda, sömürü ve emperyalizm bir tercih sorunu değildir. Sistemin doğal sonucudur. Bu nedenle sömürü çarkının dönmesi için, her türlü önlemi almak ve az gelişmiş ülkeler üzerindeki ağı iyi örmek gerekir. Rockefeller'in önerisi, bu ağın, sömürü ağının gerçekten beceri ve özenle gerilme yöntemlerini sergiliyor.
Ekonominin kilit noktalarını ele geçiren yerli işadamları kanalı ile, ekonomik yapı ve giderek üstyapı kurumları da ele geçirilmiş olacaktır. Öte yandan, bürokraside de köşe başları ele geçirilir. Örneğin, ABD'li AID uzmanı Podol'un Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan raporuna göre; "Türkiye'deki bürokratik kademeler ve önemli kilit noktaları, Amerikan eğitimi görmüş, güvenli bürokratlarca işgal edilmiştir." ABD, bunlarla da devlet bürokrasisini yönlendirme çabasındadır. İşte ahtapotun kollarıyla sarılmış azgelişmiş ülkeler!
Ancak, ABD işini sağlama almayı savsamaz. ClA Gizli Hizmetler Direktörü Richard BİSSEL bir raporunda azgelişmiş ülkelerdeki devinimlerim şöyle anlatır: "Birleşik Amerika doktrinine inandırılan ve eğitilen o ülkenin yurttaşlarından daha fazla yararlanılmalıdır... Yabana ülkelerin yurttaşlarına ideallerimiz anlatılarak, eğitilerek ve devamlı iş önerilerek, casusluğa atılmaları için özendirilmelidir... Ancak bunlar ülkelerinin çıkarına ters işlerde kullanılmamalıdır (Çünkü hainlikleri ortaya çıkar ve yararlanılamazlar/notumuz) Amerika’ya sadık kalmaları sağlanmalıdır. 17
Bir ülkenin insanını, kendi ülkesinde casus olarak kullanmak... İşte yeni emperyalizmin çirkin suratı. Sevr'i, Lozan'a yeğleyenler, İkinci Cumhuriyetçiler, Kemalizm öldü diyenler, Resmi Tarih ve Resmi İdeolojiye karşı çıkma savının ardında Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı çıkanlar; sivil toplum tartışması gibi sosyal ve bilimsel bir doğruya ve gerçeğe bürünerek giriştikleri tartışmada, kime ve neye hizmet ettiklerinin ayırdında mıdırlar? Eğer öyleyse yazık!.. Elbet Türkiye sivil toplum yapısına geçmek zorunda. Ancak bunun için var oluş, kurtuluş ve kuruluş felsefesinden kopması mı gerekir? O temelden kopunca toplumun boşlukta kalacağının bilincinde olanların oyunudur bu tartışmalar. Bu gerçeği, görebilecek yerde olanların görmemeleri, ya da görmezden gelmelerinin anlamı BİSSEL RAPORU'nda saklıdır.
ABD, koşullar gerektirdiğinde hükümetlere yardımı kesmesine karşın, emperyalizmin denetimindeki finans kapitalin evrensel organları (İMF, Dünya Bankası ve benzeri organlar) yardımı, özel girişimcilerden esirgememektedir. Maliye eski bakanlarından Cihat BİLGEHAN, 1977 Ekim ayında, Dünya Bankası ve İMF den eli boş dönerken, Koç Grubu, Dünya Bankası'ndan yirmi milyon dolarlık kredi alıyordu.
Yardımın özel kesime yapılmasının gerçek amacı, kapitalizmin ideolojik yayılması ve bu yolla, ideolojik kavganın az gelişmiş ülkelerde sürdürülmesidir.
Türkiye'nin, Truman Doktrini kapsamına girmesinden bu yana geçen, yarım yüzyıla yakın süreci dikkatle incelenirse, ABD'nin bu politikayı bizde aksatmadan uyguladığı görülür. Zaman zaman, bu politikaya karşı çıkışlar olmamış, bağımsızlık eğilimleri toplumun genel istencine dönüşmemiş değildir. Ama her keresinde, ABD önlem almayı başarmış ve "politikasına karsı oluşan direnişi ortadan kaldırabilmeyi" başarmıştır. Rockefeller’in "gayri meşru muhalefet" dediği, ABD çıkarma karşı gelen, o ülkenin ulusala birimleridir. Buradaki meşruluk ve gayri meşruluk ölçütü, ABD çıkarma uygun olmak ya da uygun olmamaktır.
YARDIM VE TARAFSIZ ÜLKELER
Rockefeller, ikinci grup ülkeleri, "tarafsız" bir politika güden ya da o eğilimde olan ülkeler olarak gösteriyor ve onlarla ilgili önerilerini şöyle sergiliyor:
- "İkinci grup, tarafsız bir politika güden veya o eğilimi gösteren ülkeleri kapsamaktadır. Bu durumda devlet yardımları ve kredilerin ağırlığı, bu ülkelerde bizim için gerekli ekonomik koşulların yaratılmasına kaydırılmalıdır. Bu koşullar, zamanla bizim için çalışmalı ve bu ülkelerin bize bağlı askeri pakt ve birliklere kendiliklerinden girmelerini sağlamalıdır. Bu politikanın TEMEL hedefi bu ülkelerle ekonomik ilişkilerimizin artırılması sonucunda yerli ekonominin kilit noktalarını ele geçirmektir."
Bu ülkelere yapılacak yardımın ağırlığı, ABD girişimcileri için ekonomik koşul yaratmaktır. Rockefeller’e göre burada da amaç: ekonominin kilit noktalarını ele geçirmektir. Böylece bu ülkelerde -de, ABD idealizmi ve politikasını benimseyen çevreler yaratılır.
Görülüyor ki, ekonomi herşeyin başıdır. Bir ülkeye hükmetmek, ancak ekonominin kilit noktalarını ele geçirmekle olanaklıdır...
Rockefeller’e göre;
- "Bu ülkelerdeki özel yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etmeyen hükümetlere karşı olan grup ve kişiler desteklenmelidir. Böylece bu ülkelerdeki yeni politikamızın temelini sağlam bir şekilde atabiliriz. Bu gruba giren ülkelerin en önemlisi Hindistan'dır."
The Economist Dergisi Hindistan'la ilgili uygulamaya şu örneği vermektedir:
- "Hindistan'ın kendi arzularıyla AID'nin arzuları birleştiği anda, ortaya herhangi bir mesele çıkmamaktadır. Örneğin daha fazla gıda yardımına karşılık Hindistan'ın hammadde ve yardımcı maddeler ithalatının liberalleşmesini kabul etmesi gibi." 18
Ancak ABD, her ülkeyle yaptığı sözleşmeye "egemen eşitlik ilkesine dayanarak" ya da "egemen eşitler olarak" gibi, sözleşmelerin eşitler arasında yapıldığı görüşünü yerleştirir. Bir yanda ekonomik, askersel ve politik olarak dünyayı yönettiğini ve Tanrı'nın ulusuna bu misyonu verdiğini söyleyen bir ülke; öte yanda "bana kalkınmam için yardım et" ya da "güvenliğim ve bağımsızlığım için yardımın gerekli" diyen ülkeler, ve egemen eşitlik... Bu eşitlik, Anatole France'ın Fransız Devrimi'nin eşitlik ilkesine karşı söylediği şu sözleri anımsatıyor:
- "Kanun, o muhteşem eşitliği ile köprü altında uyumayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı fakirler için olduğu kadar zenginler için de yasaklamıştır."
İsteyenin verenle eşitliği ne kadarsa, sözleşmelerdeki eşitlik de o kadardır.
ABD'nin emperyalist emelleri ve dünyayı ele geçirme, milliyetçiliği ve bağımsızlık eğilimlerini ezme politikasının özü, asıl üçüncü grup ülkelerle ilgili önerilerde vurgulanıyor:
- - Bu ülkelere yapılan özel sermaye yatırımları artırılmalı.
- Özel propagandalarla ekonomik yardımlar hızlandırılmalı. Ve dikkat edilsin, bu ülkelerden eski sömürgeci egemenlerin ilişkisini kesmek için:
- Sömürge idarelerine karşı savaşan yerli işadamları desteklenmeli...
ABD, bu ülkelerde başka sömürgeci ülkelere karşı oluşan yada gelişen anti - emperyalist politikaları, işadamları eliyle destekliyor. Böylece, o ülkelerde ekonominin kilit noktalarını daha başlangıçta ele geçirmeyi planlıyor.
- "... Bu tip ülkeleri desteklemememiz halinde, onları yumuşatıcı etkimizin tümünü kaybedebileceğimizi bilmeliyiz. Eğer bunlar yapılmazsa bu ülkelerde bağımsızlık işleğinden öyle kuvvetli bir milliyetçilik doğabilir ki, bu sömürge ülke yalnız eski sömürücü ülkenin kontrolünden çıkmakla kalmaz, bizim de kontrolümüzden çıkabilir."
Rockefeller buna bir de örnek veriyor, Belçika Kongosu. Rockefeller'in Kongo'yu örnek verişi rastlantı değildir. Kongo, sömürge Afrika'sında, bağımsızlık kavgasını bilinçle veren bir ülkedir. Belçika yönetimindeki Kongo'da, Kasawubu ve Lumumba gibi liderler, bağımsızlık bilincini geliştirdiler. Birleşik Cephe lideri Lumumba'yı uzun süren kavgalardan sonra, sömürgeciler işkenceyle öldürdü. Kongo'daki bağımsızlık kavgasının yayılmasından kaygı duyan ABD, seyirci kalamazdı. ABD Dışişleri Bakanlığı Afrika İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Suttertvvight şöyle der:
- "Birleşik Amerika için, Afrika'daki kilit niteliği taşıyan bölge ve mevkilerin olağanüstü bir önemi vardır... Bu bizim dünya çapındaki stratejimizin gerçekleşmesine hizmet eden yatırımlar olarak düşünülmelidir." 19
22 Temmuz 1960 tarihli sayısında Wall Street Journal şunları yazar:
- "Sam Amca'nın Afrika'ya yardım programı yepyeni bir döneme girildiğini göstermektedir. Şimdiye dek Amerika, Afrika'daki yeni devletlerle olan meselelerini Avrupalı müttefiklerinin kanalıyla çözmeyi uygun görmüştü. Bilindiği gibi Avrupalı müttefiklerin, bu yeni Afrika devletleriyle sıkı bağları vardır ve bu devletler düne kadar Avrupalı müttefikler tarafından idare edilmekteydi. Örneğin: Gana, İngiltere ile Mali Federasyonu Fransa ile Kongo Belçika ile bağlıydı vs.. Fakat artık Kongo olaylarıyla Birleşik Amerika Afrika işlerine ve doğrudan doğruya karışmak zorunluluğunu duymuştur..." 20
YARDIM VE POLİTİK ETKİNLİK
Rockefeller, birinci gruba ilişkin uygulama yöntemlerini şöyle özetliyor: Öncelikle, yardımın özel girişimci yatırımlarına verilmesini ve hükümetlerin özel girişimcileri desteklemeleri için çalışılmasını önerdikten sonra, önlemleri şöyle sıralıyor:
- - Bu tip özel sermaye yatırımları, zamanla bütün gayri meşru muhalefeti ve politikamıza karşı mukavemeti ortadan kaldırabilmen veya nötralize edebilmelidir.
- Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün şahsi teşebbüs ve menfaat çevrelerini etkilemelidir.
-Öte yandan, ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardımı artırmalı ve böylece bu işadamlarının, ilgili ülkenin ekonomisinde kilit noktalarını ele geçirmeleri buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır.
Bu, yeni emperyalizmin yerli işbirlikçileri eliyle, bir ülkenin politikasını eline geçirme yöntemidir... ABD, işte bu uygulamayı evrensel planda sürdürmüş ve etki alanındaki ülkeleri, gizlice işgal etme yöntemi geliştirmiştir. Çünkü bu yolla toplumları içten ele geçirmeyi başarmıştır. Bu uygulamanın bir adı da, "toplum desteğini kazanmak"tır.
ABD, bir ülkede hükümetleri etkileme güçlüğü çekerse, değişik yöntemler uygular. Önce hükümeti değiştirme yollarını arar. Kukla hükümetler kurdurmayı dener. Dr. Hıfzı Topuz, Afrika'da Nkrumaizm başlıklı bir yazısında: 21 "Çoğu yerde kukla hükümetler işbaşına getirilir," diyor. Vietnam'da Kao-Ki, İran'da Şah Rıza Pehlevi, Endonezya'da Suharto, Filipinler'de Marcos, bu tiplerin örnekleridir.
1960 sonrası, Türkiye'deki sosyal uyanış ve Johnson’un mektubu üzerine İsmet İnönü'nün, "Yeni bir dünya kurulur..." 22 mesajının huzursuzluğu, ABD'yi Türkiye'de de arayışlara yöneltti. Demirel’in ABD'nin güvendiği bir kişi olarak sahneye çıkışı, oyunun Türkiye'de de oynandığına kanıttır. Ancak, gizde kalmış kimi olaylar, Demirel'in, ABD politikasına tam uyum sağlayamadığını gösterir.
Böyle durumlarda ABD askeri yöntemleri de dener. Sisteminin aradığı sivil kişiyi buluncaya dek. Türkiye'de bu arayış, 1980'ler sonrası Turgut Özal'la somut örneğine
kavuşmuştur.
ABD'nin bir ülkede en çok istemediği, halkın gerçekleri görmesi ve sosyal uyanıştır. İşte yardımın bir başka amacı, bu sosyal uyanışı önlemek için, toplumun, ABD'ye yakın kesime dayanarak desteğini sağlamak, anti-emperyalist gelişmeleri böylece engellemektir.
Claude Julien, ABD'nin tüm iletişim araçlarını, Amerikan İdeolojisini yaymak amacıyla kullandığını; Amerika'nın insancıl, demokrat ve hür dünyanın lideri olduğu imgesini yaratmak için çabaladığını örnekleriyle sergiler.
Ayrıca ABD her ülkede, özellikle tutucu milliyetçi çevreleri kullanır. Gazete ve dergilere kaynak sağlar.
Julien'e göre: "Amerikan TV şirketlerinin hiçbir ülkenin ulaşamayacağı mali olanakları vardır. Röportajlar, seri programlar, çocuk yayınları yapılmakta ve bunlar da, bütün dünyada ikinci kez satılmaktadır. Amerikan karşıtı sanılan ülkelerde bile (örneğin Fransa'da) ulusal TV hergün, (1960'larda/notumuz) büyük oranda Amerikan imajları yayınlamaktadır." 23
1990 ve 1991 Körfez Krizi'nin savaşa giden yolları, aynı yöntemle, dünyaya ABD'nin haklılığını empoze etmiştir. Hele savaş sırası CNN TV sinin, savaşı her cepheden, dakika dakika yayınlaması ve olayların, dünyayı saran heyecan içinde yorumlarla sunulması, iletişim araçlarına egemen olanın gücünü gösterir. ABD, işte bu yöntemle dünyayı etkilemekte ve gücünün sınırsız olduğu imgesine dayanarak toplum desteğini sağlamaktadır.
Propagandayı yalnız kendisi yapmaz. Sözleşmelere koyduğu hükümle, yardım alan ülkeye, kendi propagandasını yaptırır. Nasıl mı? En somut örnek, bizimle yapılan 12 Temmuz 1947 Antlaşması'nın 3. maddesi 2. fıkrası hükmüdür. Bu hükme göre:
- "Türkiye hükümeti, bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve işleyişi hakkında Türkiye'de tam ve devamlı yayın yapacaktır."
Burada hemen Küba ile ilgili Platt Değiştirgesi'ni anımsayalım. ABD Kongresi'nin kabul ettiği yasayı, 12 Haziran 1902'de Küba Parlamentosu Anayasaya eklemişti. Biz de, Kongre Yasası hükmünü 5123 Sayılı Yasa ile kabul ettiğimizi unutmayalım. Bu olguya Türkiye'de bir kişi karşı çıkmıştır: Mehmet Ali Aybar!..
Bu hükmün, özellikle Demokrat Parti döneminde nasıl uygulandığı, 1950-1960 döneminin sosyal ve siyasal olayları incelendiğinde görülür. Celal Bayar'ın, "Türkiye Küçük Amerika olacaktır" sözleri, Turgut Özal'ın dilinde, "Amerika gibi Türkiye" söylemine dönüşür. Bu tür öykünmelerin kimlik bunalımından çıktığı açıktır. Bu öykünmelerin devlet başkanlarınca yapılması, ayrıca değerlendirilmesi gereken olgudur. Emperyalizmin nerelere kadar sızmayı başardığını gösterir. Türkiye halkı, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kazandığı ulusal kimliğini, Truman Doktrini ile girdiği ABD'nin koruyucu şemsiyesi altında yitirmiş, girdiği bir büyük bunalım içinde, o kimliği arama çabasındadır. O kimliği buluncaya değin de, emperyalizmin tuzaklarından çıkamayacaktır. Çünkü, gerçek ulusalcı bir dünya görüşü, tuzakları ve yanlışları görür, tuzaklardan kurtulmanın yollarını araştırır. Karşılıklı güvenlik ve işbirliği ya da yardım sözleşmelerinin nasıl bir bağımlılık yarattığım, toplumun kendine olan güvenini yıkan hüküm ve uygulamaların niteliklerini anlayabilir.
Emperyalizmle yapılan sözleşmelerin bağımsızlığımızı ipotek altına aldığını söyleyenler; geçmişte komünist olarak nitelenmiş ve yalnız mahkemelerce değil, topluma egemen güçlerin ve elbet ABD propagandasının (moda deyimiyle medyanın) etkisiyle halkın gözünde de küçük düşürülmeye çalışılmıştır. Yıllar sonra gerçekler toplumun büyük bir kesimince görülüp anlaşılmaya başladığında da, sistemin, yani emperyalizmin içimizde kurduğu sistemin kendini; müttefiki yerli iş birlikçileri eliyle savunmasıyla karşılaşılmıştır. Halkımıza, yitirdiği kimliği aramaya bile izin verilmiyor; toplum olarak ulusal kurtuluş bilincine o kimliğimizi bularak ulaşacağımız için, tuzaklardan çıkmamız önleniyordu. Öyle ki, İsmet Paşa bile, "Daha bağımsız, kişilikli Dış politika izleyemediğini" bir yüksek dereceli parti toplantısında yakınarak anlatır ve:
- "Peygamber edasıyla size dünyaları vaaderler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Ondan sonra sökebilirsen sök... Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdülür, havanda su döğersiniz. Fakat zannetmeyin ki, kolay iştir.... Teşebbüs ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem..." diyecektir. 24
Yardımın, "bağımsızlık ve özgürlüğümüzü, ABD olmadan koruyamayacağımız temeline oturtulduğu, 'yardımın amacı ve mahiyeti hakkında devamlı ve tam yayınla' emperyalizmin propagandası yaptırılarak, toplumun kendine olan güveninin yıkılmak istendiği ve böylece bağımlılaştırıldığımızın ayırdına varılması değişik yöntemlerle sürekli önlenmiştir. Düşünce suçu (TCY'nin 141, 142. maddeleri ile) yaratılması, örgütlenme hak ve özgürlüğünün sınırlanması, bunlardan sadece birkaçıdır. ABD bu yöntemle, bizim kendisi için yapacağımız propaganda ile Türk toplumunun desteğini sağlamakla kalmamış, gerçekleri görmemiz de engellenmiştir. ABD yararına propaganda yapanlar, söyleye söyleye kendi sözlerinin etkisi altına girerler. Bu, yeni emperyalizmin dahiyane buluşlarından biridir. Sözleşmelere uyulmaktan kaçınılmaz. Peki uyulmazsa ne olur? Cezalandırılırsınız. Yalnız uymadığınız için değil, İsmet Paşa gibi, tuzakların ayırdına vardığınızda da cezalandırılırsınız.
ANLAŞMAYA UYMAYAN CEZALANDIRILIR
Unutmamak gerekir ki, ABD bu gereğe uymayan ya da politikasını, ABD'nin çizdiği rotadan ayıran hükümetlere yaşama hakkı tanımaz. Çünkü, The American Journal Of International Law Nr.l. 1952 tarihli bir Kongre Yasası'nın 511 numaralı paragrafının (a) ve (b) hükmü bunu gerektirir. Okuyalım bu hükmü:
- "(a) Birleşik Amerika hükümetlerinin imzalamış olduğu ikili veya çok taraflı anlaşma ve sözleşmelerde, askeri taahhütleri yerine getirmekten şu veya bu sebeple kaçınan ülkelere hiçbir şekilde iktisadî yardım yapılmaz."
"(b) Birleşik Amerika Devletlerinin güvenliğini artırmaya hizmet etmeyen hiçbir iktisadî ve teknik yardım yapılmaz." 25
Bu hükmü gördükten sonra, bu tuzaktan kurtulmadan, ABD, Kıbrıs sorununda neden bizi yalnız bırakıyor, neden ambargo uygulandı diye yakınmanın ne kadar yersiz olduğu anlaşılmıyor mu? Oysa sızlanma yerine, sözleşmeler tuzağından kurtulmanın yolları aranmalı değil mi?
Rockefeller'in önerilerinin özetini anımsayalım. Deniliyordu ki; "Ekonominin kilit noktalarını ele geçirerek, politik etkinliği sağlamak gerekir." Ekonomi ve politika el ele, her ikisi de özel girişimin denetiminde olmalı...
1978'lere dek, yani CHP'nin hükümet kurmasına kadar, ABD'nin çizdiği ekonomik rotadan (kimi sanayi kuruluşları dışında) çıkılmadı. Ancak CHP, değişik bir ekonomik programla, ekonomiyi yeniden düzenleme 26 amacında olduğunu söyleyerek oy aldı. Halk Sektörü, KUP ve Köy-Kent Projeleri, kooperatifçilikle kalkınma gibi romantik planda kalacak bir ekonomik model amaçlıyordu. Bu elbet, ABD'nin Türkiye ile yaptığı anlaşmalara dayalı beklentilerine aykırı idi 27 . Çünkü bu tür bir model önerisi, öneri olarak kalsa bile, ABD'nin çıkarına karşı bir politika oluşturma çabası nedeniyle, CHP'nin hedefe alınması için yeterliydi. Ve gerçekten de öyle oldu...
ABD'li Profesör Boldwin bu konuda diyor ki: "... hükümetin, özel sermayenin karşıtı bir politikayı izlemesi durumunda, hükümeti izlediği politikadan caydırmak üzere Dünya Bankası'nın çözümü, (politikasını değiştirmesi için şantaj yaparak) borç vermeyi reddetmektir..." 28
Bu yöntem bizde de başarıyla uygulanmıştır. 1978'de ülkede daha bağımsız bir politika izlemek savıyla hükümet kuran CHP, bu uygulamanın sarmalında bitirilmek istenmiştir. ABD bu yöntemle, ekonomiye komuta edenlerden yararlanarak, toplum desteğini arkasına alan gücün önünde durulamayacağını göstermiştir bizlere... 1978-1979'da, bağımsızlığa adım atmanın değil, bağımsızlığı düşünmenin cezalandırıldığını yaşayarak gördük. Dünya finans örgütlerine verilen emirle, krediler kesildi. 70 sente muhtaç bir ekonomik düzen devralan Ecevit Hükümeti, kredi sağlamak için çırpındı durdu... Ama hangi kapıyı çaldıksa, bize emperyalizmin örgütlerine gitmemiz söyleniyordu. Kredi alınamadı. Terör kırlardan kentlere, sokaklara indi. Ve işte işadamları, ekonominin kilit noktalarını ellerinde tutanlar, ilanlarla örgütlerinin baskılarıyla, toplumun CHP'ye verdiği krediyi sıfıra indirmeyi başardılar. Ecevit Hükümeti 22 ayda bitirildi...
Bu tarihsel olay, yöntemin bizdeki en somut örneğidir. Bu kadarla da kalmadı. CHP'ye yönelik eleştiriler sürdü. 12 Eylül'den sonra Türkiye'de, Sosyal Demokrasi'nin bir türlü örgütlenemeyişi, 12 Eylül sisteminin sol görüşe açtığı savaşın da eseridir... Çünkü, 12 Eylül'ü yaratanlar, ABD'nin ideolojik eğitiminden geçmişlerdir.
Türkiye'de "sol" denilince tüyleri diken diken olanlar, ABD ideolojisiyle yetişmiş kafalardır.
Ama unutmayalım, yukarda gördük ki, ABD bu adam yetiştirme işinde bizi kullanmıştır. Hem de kendi Kongre Yasası'na göre yapılan sözleşme uyarınca çıkardığımız yasadan yararlanarak...