"Demokrasi" Destanı
Neresi demokrasi bu rejimin, kardeşim?
Siz kimi kandırıyorsunuz?
Neresinden tutsan dökülüyor;
“işte demokrasi bu…” diyebileceğimiz bir şey kalmıyor elde.
***
Seçim sistemi şu olunca başkadır, bu olunca başkadır:
Çoğunluk, nispî temsil, D’Hondt,…
Ve bir de cabası: seçim barajı… Düşür, yükselt.
Seç, beğen, al, hangisi işine geliyorsa.
Her birine göre seçim sonucu farklı:
Boş ver milleti, sen ne güne duruyorsun, belirle peşinen Millî İrade’yi,
Yüce meclise ne kadar adamını sokacağını!
***
Monarşi: 1 kişi 99 kişiye hükmeder.
Oligarşi: 10 kişi 90 kişiye hükmeder.
Peki demokrasi?
51 kişi 49 kişiye hükmeder.
Hani nerede halkın kendi kendini yönetmesi?
51 kişi adamdan sayılıyor da, 49 niye sayılmıyor,
Bu ne körlük, bu ne mantıksızlıktır!
Onca halk bir kalemde nasıl olur da dışlanır?
***
Seçmen yaşı mı? O da sana bağlı: İndir, bindir.
Hangisi geliyor partinin işine: 18 mi, 21 mi?
İktidardasın ya çıkar gitsin yasayı,
Hele bir de ana muhalefetin de işine geliyorsa,
keyifler kekâ, sürdür gitsin.
Paşa gönlünce küçült, büyüt yüce milleti,
sirk aynaları gibi.
Sen belirle yine Millî İrade’yi,
Meclise partinden kaç milletvekilinin gireceğini.
Ya yurt dışındaki vatandaşlar?
Anketlere göre çoğunluğu partine mi oy verecek?
Eeee, işin yine kolay…, çıkarıver onlar için de bir yasa.
Nasıl olsa, yüce mecliste çoğunluk senin partinde…
Emir yukardan, eller anında havada…
***
-“Demokrasi’de herkesin oyu eşittir.”
Haydi oradan, kim yemiş bu herzeyi?
Ayarlayıver şeyhi, şıhı, ağayı, patronu…
Gör bakalım eşit miymiş!
Garibanların elinde sadece 1 oy; o tuzu kuruların emrinde ise 1000’ler, 10 000’ler…
Sonra dahası var: De bakalım, falan ilde 1 milletvekilini kaç seçmen seçiyor,
filan ilde kaç seçmen?
-Birinde 15 bin, öbüründe 90 bin!...
Peki, her birinin değeri?
-Biri 6, öbürü 1…
Hani eşitti oylar?
***
Sonra, şu millî irade dediğin şey de nedir, millî egemenlik, halk egemenliği de nedir?
Halk yekpare…, homojen bir bütün değil ki!
Şöyle yakından bak, yapısal bak, göreceksin:
En tepede zenginler, yöneticiler…, bunlar az sayıda…
Aşağılarda yoksullar, yönetilen yığınlar, çok mu çok…
Şimdi söyle bana kimin iradesi, kimin isteği yerine geliyor, kimin elinde egemenlik?
O milyonlarca halkın mı, yoksa az sayıda zenginlerin, yöneticilerin mi?
Hele halk farklı bir şey istesin, hele dayattıkları sosyal düzende ufak bir değişiklik istesin:
Sen misin isteyen, “ben millî iradeyim” diyen,
Hem de kendi polisi, kendi askeri…
coplar, silahlar, tomalar, tutuklamalar, cezalar, … ânında karşılarında.
Nerde kaldı millî irade, kimde imiş millî egemenlik?
***
Yalnız bu kadarla kalsa iyi, halk egemenliği üzerindeki ipotek…
Bir de dışardan gelen müdahaleler, dayatmalar var:
Küresel tuzu kurulardan, uluslararası kuruluşlardan, IMF’den, NATO’dan, AB’den...
Unutmadınız herhalde, o “15 günde 15 yasa” talimatını.
Üyesi bile olmadığımız AB’nin yasalarının Meclis’te gık çıkmadan kabulünü,
hatta bazen meclise, egemen dedikleri millete bile söz hakkı tanınmadığını.
***
Ahh…, say say bitmiyor; uzaktan bakınca dünya güzeli demokrasi dedikleri dilberin kusurları…
İstemezdim bunları yazmayı ama her şeyden önemli olan, gerçektir, hakikattir.
Öyleyse devam edelim destanımıza.
Birileri de var ki, temelidir bu sistemin: Seçmenler!...
Onlar da kusursuz değiller, sütten çıkmış ak kaşık değiller.
İngiltere’de bile bir düşünür “10 kişiden dokuzu aptaldır” demiş.
Ve hemen yapıştırmış asıl diyeceğini: “Nasıl olur da, seçim sandığından keramet beklenir!”
Bir ünlü yazar da: 10 kişiden 6’sı aptaldır, demedi mi?
Gelin biz insaflı olalım “10 kişi de 1’i” diyelim,
Yani yüzde 10!...
Ki, bu bile 50 milyon seçmende 5 milyon eder.
Ve neler değiştirir bu neler, hangi seçim sistemi olursa olsun,
Hele bir de baraj heyulası varsa eğer.
Öyleyse, işine mi geliyor, tut halkı söz konusu durumda:
Sen de o halkın tuttuğu, değişmez iktidarsın ya!
***
-Halkın sesi hakkın sesi!...
Doğru da, her zaman değil.
Çünkü insan iki dünyada yaşar, biri mikro öbürü makro:
Mikro: kendi küçük dünyası; makro: onun dışında, toplum ölçeğinde olup bitenler…
Ve çoğunlukla, kendi küçük dünyasında yaşar o:
Ancak o dünyada olanları görür, duyar, ona göre düşünüp davranır, seçimini yapar.
“Makro” dünyada olanı ise doğrudan doğruya göremez, duyamaz; dolayısıyla o dünyaya göre düşünüp davranamaz;
Oysa o kadar çok ve çeşitli,
bütün bir milletin varlığını belirleyici etki ve tepkiler ortaya çıkar ki orada!...
Bilim adamları bile zorlanır olup biteni anlamada...
Kaldı ki, mütevazı yurttaşımız anlasın ve ona göre oyunu kullansın.
Bu ise eğitim düzeyine, dolayısıyla refah düzeyine bağlıdır.
***
Çok mu karışık oldu, öyleyse açayım, ancak biraz bilgiçlik taslayacağım burada:
Mikro dünyasında yaşayan insan…
Yalnızca fizyolojik ihtiyaçları ile güvenlik ihtiyaçlarının tatmini derdindedir.
Genel eğilim olarak davranışlarını, örneğin politik davranışını, parti tercihini bu ihtiyaçların tatminine göre ayarlar.
Önce karnı doysun, sırtı pek olsun ister. Güvenli bir yerde barınmak, sağlıklı olmak, geleceğe güvenle bakmak ister.
Eğer açsa, çıplaksa, barınacağı bir evi yoksa, sağlıksızsa, geleceğini karanlık görüyorsa; insan hakları, özgürlükler, düşünce özgürlüğü, ülke sorunları deyince bel bel bakar.
Birey makro dünyanın bilgisine; düşünce özgürlüğüne, haklarının bilincine, ülke sorunlarının varlığına ihtiyaç tatmininin üst basamaklarına tırmandıkça ulaşır.
Bu da eğitim ister, yeterli gelir ister.
Aç ve çıplak olan, evsiz, sağlıksız olan, özgür olamaz; haklarının farkına varamaz, yurt sorunlarıyla ilgilenemez.
Sen bunun dışında ne yapsan fayda etmez; istediğini vaat et, istediğin kadar uyar, ne bir tepki alırsın, ne bir sonuç.
Başka hiçbir şey etkilemez seçmenlerin büyük bir bölümünü: Ne vatan, ne millet, ne laiklik, ne egemenlik, ne bağımsızlık, ne bölünmez bütünlük, ne yolsuzluk, ne rüşvet...
İşte bu durumu bilen çıkarcı siyasetçiler, ne dolap çevireceğini hemen anlar:
Halk yığınlarını yoksul bırakır, cahil bırakır.
Bir yandan sadaka dağıtır, oy alırlar:
Yurttaşın zorunlu ihtiyaçlarını giderir görünür, oy toplarlar.
Bir yandan da ülkeyi nasıl soyuyorlar, nasıl peşkeş çekiyorlar, görülmemesini sağlarlar.
Sonuç?
“Halkın sesi hakkın sesi” olmaktan çıkar.
Halk yoksulluk şartlarında tutularak iktidar partisinin yardımlarına muhtaç bırakılır: Sadaka demokrasisi!…
***
Kardeşim, bu “demokrasi destanı” uzar da uzar, bitmek bilmez.
Yormayım sizi, geri kalandan bir özet yapıvereyim gayri:
-Seçimlerde hile de yapılır: Hile demokrasisi...
-Partiler milli iradeyi bir tarafa iterek, iç ve dış odakların hizmetine girer.
-Parti liderlerini ve iktidarı dış güçler belirler: güdümlü demokrasi.
-Milletvekili adaylarını, milletvekillerinin iradesini parti liderleri belirler; bu da lider demokrasisi: Rap kaldır parmak, rap indir parmak…
-Aydınlar ülke sorunları ile yeterince ilgilenmez, halkı aydınlatmaz.
-İktidar partisi seçime yönelik olarak devlet imkânlarını kullanır; bu; hem halkın gerçek iradesini çarpıtır, hem seçim yarışında eşitsizliğe yol açar.
-Dahası var, boşuna dememişler “demokraside çare tükenmez” diye: Çok mu sıkıntıdasın, dert etme, bir patlatırsın başkentin göbeğinde bombayı, götürürsün bir anda 100 kişiyi, bir de bakmışsın oyun yüzde 40 iken, yüzde 49 olmuş.
“Tek başına, iş başına” iktidardasın!
***
En başta dedim ya: Neresinden tutsan dökülüyor;
“işte demokrasi bu…” diyeceğimiz bir şey kalmıyor elde.
Millî İrade felç olmuş, çünkü Millî Egemenlik iç ve dış sömürücülerin eline geçmiş.
Milletin tüm kaynakları onların emrine verilmiş.
Desek ki, “oturun da şu sevgili demokrasinizi onarın, adam gibi bir demokrasiye benzetin.”
Yapmazlar!
Talihsiz halk yığınlarının kanını nasıl emecekler o zaman?
Bu yüzdendir ki, demokrasi der, başka bir şey demezler; övgülerin, methiyelerin sonu gelmez.
Çünkü onlar için önemli olan tek bir şey vardır: Servet yığmak, koltuk kapmak, yiyip içip boşaltmak….
Tevfik Fikret’in 100 yıl önce dediği gibi:
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Prof. Dr. Cihan DURA, 12 Kasım 2015