Tunus, Mısır ve diğerleri derken birdenbire savaşa dönüşen Libya olayı ve ardından Japonya’da onbinlerce insanın yaşam ve mutluluğuna mal olmuş nükleer felâket! Yazık ki daha da olacak! Çünkü patlayan, Başbakan Sayın Erdoğan’ın “mutfak tüpü” değil!
Sanırım pek çoğumuz gibi bendeniz de o sıralarda televizyonda görmüştüm. Muhabir, Taksim meydanında gelen geçene mikrofon uzatıyor ve iyi de yapıyordu Çünkü, açık seçik elim hâlimizi anladık sayesinde. Tabii o da anladıksa şayet!
Muhabir sormuştu: “Provokasyon nedir?” Şaka değil, çoğu yurtdaşımızdan ya cılız bir “hıııı?” sesi işitildi, ya “valla bilmiyorum”, ya da “işitmiştim ama unuttum” gibisinden abuk sabuk yanıtlar. Oysa sözcük “kışkırtma” anlamınadır. Biraz ilerledikten sonra bir başkasına soruldu: “İnteraktif ne demek?” Bilen yok! Ama Başbakan Sayın Erdoğan -sanki politik bir terimmiş gibi- konuşmalarında –ne demek istiyorsa?- partisi ve mensupları için sık sık kullanıyor. Oysa, İngilizce’de “etkileşimli” anlamında daha çok kimyadaki tepkimeler ile fizik biliminde kullanılan bir sözcüktür. İngilizceye gerçekten egemen olanlar bile politik ve sosyal anlamda enderden kullanırlar.
Karamanoğlu Mehmet Bey bundan 843 yıl önce, 13 Mayıs 1277 tarihinde meğer boşuna ferman buyurmamış:
- "Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır”
Daha birkaç gün önce de, bu kez bir hanım gazeteci-yazarımız Konya’da soruyordu. “Entelektüel nedir?”
Sıkılıp mikrofondan hızla uzaklaşanlar, “bilmiyorum, arkadaşıma sor” diyenler, kem küm edip olur olmaz yanıt verenler arasında nihayet makyajı abartılmış yüzünün yarısını kaplayan pahallısından kocaman bir güneş gözlüğü ve Chanel ya da Gucci eşarplı sıkma başı ve dahası, dar kot pantolonunun paçaları altından görünün ince, uzun topuklu ayakkabısıyla bir genç kızımız “parfüm süren ve kültürlü olduğunu sanan çok bilmiş adam” dedi, bir an durduktan sonra da ekledi: “Yani şehirli insan! Mesela Istanbullu gibi. Bana ters gelir.”
Durum maalesef bu merkezde iken bir okuyucum “Ders alalım” -başlıklı yazım üzerine gönderdiği bir yorumda “… biz yüce Turk milleti olarak bıktık yıllardır böyle başka milletlerden ders almamiz gerektiğini yazan yazıları okumaktan” diyor, bir başkası da “…biz Turk Milleti olarak kimseden ders almayiz, Bizler Kuran’dan ders alırız. Ben 11 yıldır Avustralya da yaşıyorum, hiç bu yabanci milletlerin üstün görülecek taraflariı yok. Bizim muhtaç olduğumuz kudret damarlarimizdaki asil kanda ve kutsal kitabımız kurandadir.” düşüncesini dile getiriyordu.
Dildeki yoksulluk ile senli benli laubalilik gibi öteki pek çok saçmalığı da haydi diyelim ki bir yana bıraktım. Ama bizim başkalarından değil de yazımın konusunu oluşturan Japonya’daki nükleer felâketten, atom enerjisine soyunan Türkiye’de kesinlikle ders almamız gerektiği keyfiyeti kadar yükümlülük ve zorunluluğu da belli ki anlaşılmamış!
Ya onbir yıldır Avusturalya’da yaşadığını ve “diğer milletlerin üstün görülecek bir tarafı olmadığı”nı söyleyen insanımız? Ekmeğini acaba neden ülkesinden 14 bin kilometre uzaklıktaki yad ellerde kazandığını, daha doğrusu kazanmak zorunda kaldığını şimdiye dek hiç düşünmedi mi? Ya da geriye doğru şöyle bir bakıp da bugün bile düşünmez mi? Dünya, okuyucumun koskoca Avusturalya kıtasında onbir yıldır yaşayıp çalıştığı sınırlı çevreden ibaret olmadığı gibi küçümser bir edâ ile “yabancı milletler” dediği ve tanımadığı şunca topluma karşı ayrımcılık yapması da doğru değil herhâlde!
Bendeniz de beş yıl A.B.D.’de, 1961 yılındaki siyâsî idamları ülkeme yakıştıramadığımdan yurt dışına çıkıp kırkiki yıl da Federal Almanya’da yaşadım. Radyo ve televizyon gazetecisi olarak oradan A.T., A.E.T. ve bugünkü A.B. hakkında Türk basınına da yazdığım için bir ayağım o zamanki Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinde idi. Adenauer’den, de Gaulle’den başlayarak obüs topu gibi nice ağır politikacılar, Erhardt gibi sıfırdan başlayarak yepyeni bir ülke yaratan ne başarılı iktisatçılar, ünlü bilim adamları ve sanatçılar tanıdım ve hâlâ da süren dostluklar kurdum.
O yıllarda bizdeki curcunaya dışarıdan baktığımda görüyordum ki politikacılarımız ne yapıp edip aş ve işi insanımıza bir türlü yurdunda sağlayamadıklarından trenler dolusu Türk göçüyor, gurbete çıkıyordu! Oysa Türk, tarihinde iki kez göçmüştür. Birincisinde yurt tutmak için Türkistan’dan Anadolu’ya, ikincisinde de tutulan yurdu inanılmaz olanaksızlıklara karşın son nefesine kadar savunmak için Anadolu’nun köyünden kentinden cephelere. Ne yazık ki ekmek parası için yapılan üçüncüsü ise yönetilenlerin, yani yurtdaşın değil, devleti, vatanı ve milleti yönetmek için seçilip de politikayı demagoji ve polemiğe çevirenlerin elli yıldır sürüp giden beceriksizliğindendir. Hâlâ mı “asil kan, vatan, millet, Sakarya” ve “Kur’an” edebiyâtı? Bendeniz o söylediklerinizi gerçeklik olarak yaşadığım için sanırım sizlerden iyi bilirim.
Biraz bu nedenle biraz da takdiriilahî yaklaştığından Anadolu’nun o tadına doyulmaz doğasına, Aşık Veysel’in yâri kara toprağa, yeğlediğim toprağımıza döndüm.
Atatürk’lü, İnönü’lü yıllarda başımızın dimdik durduğu, tüm dünyada saygınlıklı bir Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız olduğu günleri görmüş bizler artık gider olduk da çocuklarımız, torunlarımız nasıl bir Türkiye’de yaşayacak? Derdim o benim! Bu nedenle 12 Haziran fırsatını kaçırmayalım ve doğru kullanalım! Yoksa asgari ücretlinin, çiftçinin, işçinin, işsizin, emeklinin, esnafın, dar gelirlinin, kısacası çulsuz gelip de kısa zamanda köşeyi dönenler dışında bir de üstelik Silivri ile milletçe bunaldığımız, muhalif basının susturulmaya çalışılıp yayınlanmamış kitâbın yasaklandığı, düşünceye de neredeyse pranga vurulmak istenilen ülkemizde daha da çekeceğimiz var demektir! Hele bir de parlamentomuz olmasına karşın belki de yakında kanun gücünde kararnâmelerle yönetileceğimiz düşünülürse. Bunun da adı demokrasi oluyor, öyle mi? Sevsinler ustaları!
“Kur’anı Kerim”e gelince…
Üç semavi dini de Türkçe’den başka üç ayrı dilde yıllarca okudum ve hâlâ da okuyup birbirleriyle karşılaştırıyorum. Elhamdülillah, ancak olabildiğim kadarıyla Müslümanım. Fazlasında da bir iddiam yok! Ama anladım ki insanı mutlu edecek gerçek inanç ve imâna yalnızca bilim kapısından girilebiliyor. Ezberle ve zinhar inancı iktidar uğrunda kötüye kullanmakla değil!
Bu yazıyı izninizle yaşadığım bir olayı özetleyerek bitireyim:
Yıl 1968! Çalışma arkadaşlarımla beraber redaksiyonda akşam yayınına hazırlanıyordum. Telefondaki müracaat görevlisi bir vatandaşımın beni görmek istediği söyledi. Gelsin dedim. Ertesi gün Ramazan Bayramı olduğu için Köln'deki Ford fabrikasında çalışan 12 bin kadar Türk işçisi cemaat namazı kılmak istermiş. Acaba yer bulmakta yardımcı olabilirmiyimişim?
Dedim "burada ancak kiliseler var!"
“Olsun” dedi, “kilisede de kılarız. Orası da Allah’ın evi!”. Oturup beklemesini söyledim. Bir telefonla sekreteryasından hemen randevu alarak -toprağı bol olsun- Kardinal Frings'e gittim, konuyu anlattım. Bayramımızı bildiğini söyledi ve "Köln katedralini ister misin?" diye de sordu. 800 yüz küsur yıllık bir mimârî şaheseri! Sevinçten biraz da şaşırarak "ama" dedim, "içeride haçlar ve resimler var." Rönesans’tan kalma! Kaldıracaklarını söyledi. İki elini candan sıkarak teşekkür ettim. “Ben teşekkür ederim” dedi, “hem Tanrı adına hem de vatandaşların için hayırlı bir iş yaptın!” Radyoya dönüp Anadolu’nun neresinden kopup geldiğini bilmediğim insanımıza durumu anlattım. Sevinerek gitti. Akşam yayınında olayı aktardım ve ertesi sabah Bayram namazı kılmak isteyen Türk işçilerinin Katedral'e gelebileceklerini söyledim.
Namazda ben de oradaydım. Bir gecede bütün oturma sıraları, resimler ve haçlar kaldırılmıştı. 4000 kişi alan Katedral daha fazlasıyla tıklım tıklım dolmuş, seccadesini kapıp Köln cıvarından da gelen vatandaşlarımız Katedral Meydanı'na taşmışlardı. Bayram namazı kılındı ve kiminin gözü yaşlı binlerce gurbetçi Türk bayramlaşarak sessiz sedasız dağıldı.
Kardinal'in sekretaryası gibi bendeniz de bir akşam önce ulusal ve yerel basına haber vermiştim.
O gün sayısız televizyon kanalının üç ana haber bülteninde de Bayram namazımıza geniş yer verildi. Ertesi gün dünyanın beş büyük gazetesinden biri olan son derece ciddî "Frankfurter Allgemeine Zeitung" ki günlük tirajı 500 bin cıvarındadır, tam sahife başlık atmıştı: “Hristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki duvarlar yıkıldı!” Biz de ise aynı gün “amiral gemisi” olrak tanımlanan bir büyük gazetemiz “vatandaşlarımızı Hristiyanlaştırıyorlar” diye bas bas bağırıyordu.
Boş lâfı bırakalım da yurdumuz insanı gibi onlara da vatanlarında nasıl iş ve aş verebiliriz, onu düşünelim!
Gurbeti çeken bilir. Gidip de oralarda “özümsenmeyin” diye oy için nutuk atanlar değil!,
E. Fuat TEKÇE, 3 Nisan 2011 - Güncel Meydan