Devlet İşlerinde Ahlakın İzi Bile Kalmazsa…
Türkiye Cumhuriyeti Atatürkçü temellerden yoksun bırakılırsa ayakta duramaz.
Peki hangileridir bu temeller?
Atatürkçü temeller yani Atatürkçü Öğreti 4 ilke grubundan oluşur: Ana temel, “Millet” olgusudur. Millet birinci realite, dayanak ve başlangıçtır. Bu anlayış ana ilkede, “milliyetçilik ilkesi”nde yerini bulur.
Milletin varlığı ve korunması iki koşula bağlıdır: “Millî Egemenlik” ve “Tam Bağımsızlık”. Bunlar varoluş ilkeleridir ki, uygulama ilkeleriyle somutlaştırılır, işler hale getirilir: “Halkçılık”, “Cumhuriyetçilik”, “Devletçilik”... Geri kalan dört ilke ise Uyum ve Yöntem ilkeleridir. Uyum ilkeleri “Laiklik ve Devrimcilik”tir. Yöntem ilkeleri, “Bilimcilik ve Sosyal Ahlak”tır. En sonda yer almasına rağmen, bu son ilkeler gereğince uygulanmadıkça, diğer bütün ilkeler anlamını ve değerini yitirir, işlevlerini yerine getiremezler. Hele Sosyal Ahlak ilkesi uygulanmazsa, Bilimcilik İlkesi de işlevini yerine getiremez olur, çok geçmeden bütün bina çöker.
Şu son günlerde yaşayıp gördüklerimiz; Türkiye’de diğerleri gibi Sosyal Ahlak İlkesi’nin de esamesinin okunmadığını, devlet işlerinde izinin bile kalmadığını, hatta deyim yerindeyse bütün Türkiye’den sürülüp çıkarıldığını gösteriyor.
Oysa Atatürk bu alanda da bizi çok uyarmış, altın değerinde öğütler bırakmıştır. Aşağıda bazılarını sıralıyorum. Eğer bu esaslar yetişen kuşakların ruh ve vicdanına zamanında işlenmiş olsaydı, bu son günlerde olanlar başımıza gelir miydi? Koskoca adamlar, milletimizin binbir meşakkatle elde ettiği egemenliğine son verip onu bir şahsa devreder miydi? Böyle bir felaketi görme talihsizliğine uğrar mıydık?
* * *
Atatürk'ün Sosyal Ahlak’ın çeşitli yönleriyle ilgili olarak bize bıraktığı öğütlerden bir bölümü de devlet yönetimiyle ilgilidir. Aşağıda yalnızca bunlara yer veriyorum (Ayrıca, günümüzün gerçek Atatürkçülerine ait birkaç açıklık getirici metni de eklediğimi belirtmeliyim):
- Benim gözümde başka hiçbir şey yoktur, ben yalnızca liyakat âşığıyım. İşi hep ehline verdim, ehliyetsizi devlet görevinde tutmadım. Devletin çeşitli makamlarına liyakatli, yetenekli, namuslu elemanlar, müdürler, memurlar atanmasını tavsiye ettim.
-Arkadaşlarıma dedim ki, benden iltimas beklemeyin. Hepiniz benim gözümde değerli, yüksek kardeşlersiniz. Hanginiz daha güzel başarılarla oraya ulaşırsanız, onu, ellerimi çatlayıncaya kadar çarparak takdir edip alkışlayacağım. Benden iltimas ve taraf tutma beklemeyin! Adam olanlar, insan olanlar, fikirleri olanlar, yüksek ideali olanlar değerlerini göstersinler.
–İslam’ın, toplumsal görevlerin verilmesinde dindarlık diye bir ölçütü yoktur. Talebi tektir, o da ehliyetin, liyakatın öne çıkarılmasıdır. Ehliyet ve liyakatle dindarlık arasında tercih gerektiğinde, Kur’an ve Peygamber’in tercihi tereddütsüz ehliyettir, liyakattir. Eğer dindarlık veya daha fazla dindarlık insanlar arasında bir değer ölçüsü olursa, iyi bir toplum düzeni kurulamaz. Çünkü dindarlık bir avantaj olunca, daha dindar görünme yarışı başlar; ehliyetin yerini, üretkenliğin yerini dindarlık gösterisi alır.
-Millet hizmetine girecek olanlar güvenilir, görüş sahibi, yurtsever olmalıdır. Devlet hizmetine namuslu insanlar alınmalıdır, namuslu insanlar tavsiye edilmelidir. Bu sayede millî birliğimiz de sarsılmaz temeller üzerine oturur. Bir kurumun yaşaması, gelişmesi, başarılı olması; o kurumun başına geçenlerin iyi ahlaklı, dürüst kişiler olmasına bağlıdır. Bir millet ancak bu niteliklere sahip insanlar tarafından yönetilirse, geleceğinden emin olabilir. Yiyici, rüşvetçi, ahlaksız insanlar yüce ve kutsal gayeler için, ulusal hizmetler için bir lekedir.
-Biz Müdafaai Hukukçular, İstiklal mücadelesini sürdürürken bir kavram üzerinde çok yoğunlaşmıştık: Namuslu adam… Örneğin şöyle diyorduk: “Bu şahsı size gönderiyorum, ne istiyorsa yapın” ve iki kelimelik tek bir gerekçe gösteriyorduk: “Namuslu adamdır!” Veya şöyle diyorduk: “Bu adam bizimle olamaz, çünkü namuslu değildir.”
- Yurttaşlarım, namuslu olun. Namuslu insanları koruyun, savunun. Bilin ki, şimdiye kadar işlenen hataların en büyüğü; kimi insanımızın, özellikle aydınlarımızın, girişimcilerimizin ve bilim adamlarımızın en büyük günahı, namuslu olmamaktır. Milletin karşısında namuslu hareket edin, milleti aldatmayın. Daima ve daima gerçeği söyleyin.
-Ülkesine hizmet etmek isteyenlerin kalbi açık olmalıdır. Açık söylemelidirler. Milletle, milleti yöneten insanlar açık kalple görüşmelidir. Yapılacak şeyler olduğu gibi ifade edilmelidir. Yoksa safsatalarla milleti aldatmak, karışıklık çıkarmak demektir. Şiarımız daima millete karşı gerçekleri ifade etmek olmalıdır. Ve ancak bu yol, milleti aydınlatmanın başlangıcı olabilir. Millete gerçeği açıklayanlar, kendisinin de aldanmadığından emin olmalıdır.
-Ben, ülkeme hizmet için hep açık yürekli oldum, açık konuştum. Bir yöneten olarak, milletimle açık yüreklilikle görüştüm. Yapılacak şeyler neyse, olduğu gibi ifade ettim. Birtakım özel ve saklı maksatları gizleyerek, kalbimde, vicdanımda tutarak, olur olmaz şeyleri sebep diye göstermedim. Prensibim daima millete gerçekleri söylemek oldu.
-Evet, bir devlet adamı kamuoyuna, yurttaşlara gerçeği söylemeyi görev bilmelidir. Milleti, aklımızın ermediği veya yapmak kudret ve yeteneğini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında aldatarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmedik. Millete adi politikacılar gibi yalancı vaatlerde bulunmaktan uzak durduk. Halkı gerçek durumdan haberdar etmek son derecede önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın kafası çalışacak, iyi şeyler yapacaktır.
–Yurtsever odur ki, ülke sorunlarını öğrenir, bilir; hükümeti, ilgili makamları uyarır, yol gösterir. Benim hayatım bu tutumun örnekleriyle doludur. Doğru olduğuna inandığım ve sorumlulara bildirilmesini, ülkenin esenliği gereği kabul ettiğim görüşlerimden yaradılışım gereği asla vazgeçmedim. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin gidişi elbette, felakete, utanca doğru bir gidişti. Biz o zaman hükmümüzü vermiştik ve vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmekten bir an geri durmadık.
-Örneğin, Mondros Mütarekesi felaketi… Bu anlaşmanın maddelerini baştan sona inceledikten sonra bende oluşan kanaat şu olmuştu: Osmanlı Devleti bu mütareke ile kendini kayıtsız ve koşulsuz düşmanlara teslim etmeyi kabul etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti. İstedim ki, İstanbul Hükümeti’ni biraz aydınlatayım. Belgeleri okuduğum zaman, yapılan mütarekenin sakatlığını gördüm. Bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak gereğine kani olarak, ilgili makamlara söyledim. Mütareke maddelerinin olduğu gibi uygulanması hakkında ülkenin baştanbaşa işgal ve istilaya uğrayacağı kanaatini ileri sürdüm. Düşmanların her dediğine “baş üstüne” demekten doğacak sonucun, bütün Türkiye’ye istilacıların hâkim olmasını sağlayacağına şüphe edilmemesi lazım geldiğini ve bir gün Osmanlı kabinesinin de düşmanlar tarafından belirleneceğini anlattım.
–Ulusal işlerde yardımlaşma, işbirliği ve millet aşkı esastır. Bütün çalışma arkadaşlarının birbirine yardım etmesi, çalışmaların ortak hedefte toplanacak şekilde uzlaştırılması lazımdır. Birçok sıkıntı ve sorun olabilir. Bunların tamamı incelenerek, azim ve iman ile, millet aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birer birer halledilmeli ve sonuçlandılmalıdır. O millet aşkı ki, her şeye rağmen bağrımızda sönmez bir kuvvet, dayanıklılık ve ateş kaynağıdır.
–Bir devlet kişisel görüşlerle yönetilemez; hizmette hatıra, dostluğa bakılmaz, millet macera aracı yapılamaz. Ülkemiz bu yüzden buhranlar ve felaketler gördü. Kâh Avrupa’yı taklit etmek, kâh devlet işlerinin idaresini kişisel görüşlere göre düzenlemeye çalışmak, kâh Anayasa’yı bile kişisel ihtiraslara oyuncak etmek gibi pek acı sonuçları olan basiretsizliklere uğradı.
-Oysa, devlet işleri çocuk oyuncağı değildir. Bir devlet adamı; kendi insanî duygularının tutsağı olarak devlet sorunlarını halledemez, o yetkiye sahip de değildir. Çünkü ülke kimsenin malı, mülkü değildir. Ülke ve millet işlerinde, hakikî işlerde duygu olmaz; hatıra, dostluğa bakılmaz.
-Biz Türklerin büyük bir kusuru vardır. Ülke ve milletin yönetimini elimize aldığımız zaman, yetki ve sorumluluğumuza verilen yüksek devlet işlerini yabancılarla, kendi şahsî işlerimizde gösterdiğimiz cömertlikle halletmeyi kural kabul ediyoruz. Oysa aldanıyoruz, bir çocuk gibi aldanıyoruz. Büyük zararlar gördü ulusal varlığımız bu yanılgıdan, görüyor da...
-Kamu yararı söz konusu olunca, kişisel görüş ikinci plana geçer. Ben şahsen, Türkiye’nin çıkarlarına uyan her türlü çalışmanın sonucunu saygıyla karşıladım. Fikir alışverişiyle, görüşlerimden, genel gayelere faydalı olabilecek özveriyi yapmakta tereddüt etmedim. İnsanlarda kusur olabilir. Kusurları söylemek iyi ve yararlı bir şeydir. Geçmişte çok ve acı hatalar yapılmış, kusurlu işler olmuştur. Bu yüzden insanımız ve milletimiz zor durumlara düştü. Biz mümkün mertebe az kusurlu olmaya, buna karşılık çok dikkatli, gayretli, özverili ve çalışkan olmaya mecburuz.
- Şunu önemle vurgulamalıyım ki, bir ulusta, özellikle bir ulusun yöneticilerinde kişisel ihtiras ve tartışmaların, ulusal ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duyguların üzerine çıktığı ülkelerde dağılma ve batma kaçınılmazdır.
-Bizim hayatımız, bütün faaliyetimiz ülke işlerinde keyfi ve despotça hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Ülke ve millet işlerinde şahıslarıyla, fiilleriyle, düşünceleriyle zararlı olmak durumuna düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz olmuştur. Milleti gerçek kurtuluş yolunda yürümekten alıkoymaya çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz. Toplumsal düzenimizi –bilerek veya bilmeyerek- ihlal edici kimselere izin veremeyiz.
* * *
Liyakat, ehliyet, yüksek idealler, namusluluk, açık kalplilik, gerçekseverlik, millet aşkı, kamu yararı, devlet işlerinde ciddiyet, ülke sorunlarıyla ilgilenmek, işbirliği yapmak, milleti macera aracı yapmamak, kişisel ihtirasları bir yana bırakmak, keyfi ve despotça davrananlarla mücadele…
Bunların hangisi var bugünkü Türkiye’de?
Atatürkçü geçinenler dahil, bu kuralların devlet yönetiminde belirleyici olması için, 75 yıldır ne kadar çalıştık, ne kadar çaba gösterdik?
Tabii, göstermeyince de o yokluğun trajik sonuçlarına milletçe katlanmak zorunda kalırız.
Boşuna mı demiş atalarımız: Ne ekersen onu biçersin.
Prof. Dr. Cihan DURA, 23 Ocak 2017