DEVLET ULUS’A KARŞI (III)
‘Alman İdeolojisi’ ve siyaset idéolojisi
Geçen iki bölümde Hegel ve diğer Alman düşünürlerinden sözederken, onların genel olarak, Marksist bir tanımlama olan ‘Alman İdeolojisi’ kapsamında değerlendirilmediklerini belirtmek gerekir.
Çünkü Marksist anlamda ‘ideoloji’, bir toplumsal formasyonun sanat, felsefe, din dahil tüm ‘toplumsal bilinci’ ya da ‘üstyapı’sına karşılık gelmekte, dolayısıyla ‘Alman’ ulusuna ait düşünürler arasında bir ayırım gözetmemektedir.
O nedenle de, örneğin, yine bir Alman olan Marx, Hegel ile ‘felsefî’ olarak aynı ‘sistem’ içine sokulabilmesine karşılık ‘siyasî’ olarak tam karşıt bir konumda yeralmaktadır.
Bilinen deyimiyle, Marx, Hegel felsefesini ‘ayakları üzerine’ oturtmuş, Hegel sistemindeki ‘sivil toplum’ Marx’ta ‘proletarya’ olmuştur.
Oysa, romantikler ya da nasyonal-sosyalistler, Hegel’in ‘felsefî sistem’ini değil ama sadece ‘politik ideoloji’sini alarak, kendilerince değiştirmişlerdir.
Sivil Toplum
Latince societas civilis ya da Almanca Burgerliche Gessellschaft terimi, 19.yüzyıldan sonra derin bir anlam değişikliğine uğrayacaktır.
Öz olarak ise, Devlet’in karşısında yeralan ‘Halk’ anlamına gelen bir anlam yüklenecektir.
İşte Hegel’in ‘Doğal Hukuk ve Devlet Bilimi’, terim üzerindeki felsefî düşüncenin başlangıcı olarak kabul edilmektedir (1).
Hegel, toplumun ‘tarihsel bir ürün’ olarak diyalektik dönüşümünü ele alarak, bu anlamda ‘toplumbilim’in (sosyoloji) doğuşunun da başlangıcı olacaktır.
Ancak Hegel’e göre, sivil toplum, metinde Fransızca ‘burjuva’ olarak yazılarak Rousseau’dan alınan yurttaş (Staatsbürger) teriminden tamamen ayrılmakta ve ‘sivil toplum’, topluma kendi çıkar ve görüşünü dayatmak istemesine karşın, yurttaş ‘burjuva’ olmak hevesi taşımaktadır.
Hegel, toplumu oluşturan birimi, sadece ‘insan’ olarak ele aldığı daha sonraki çalışmalarında, onun ister ‘ilerlemeci’ (progressiste) isterse ‘tepkici’ (réactionnaire) olsun, evrensel yani ussal politik bir çevrene doğru yöneleceğini, o çevrenin (ufuk) sonlu ve hatta kutsal sonlu olmadığını ve sonuçta ‘karşılıklı bağımlı bir sistem’e (système de dépendance multilatérale) açılacağını ileri sürecektir: sentez.
Böylece Hegel’le birlikte, tüm 19.yy boyunca Aristo’dan gelen oikos ile polis ikilemi her boyutuyla tartışılmaya başlanmıştır.
Oikos’la bir yöreye ait insan ve tüm taşınır ve taşınmazlar (patrimoine), Polis ile de Devlet anlaşılmaktadır. Sivil toplum ve Devlet, Halk ve Devlet, Ulus ve Devlet vb.
Bir başka anlamda, oikos, maddî ve manevî her türlü ‘üretim’ ve ‘yeniden-üretim’in merkezi olarak ‘ekonomi’ (oiko-nomia) teriminin de yeniden düşünülmesine yol açacaktır.
Böylece, Ekonomi ve Politik’ten giderek Ekonomi Politik’in farklı anlayışlarına yönelinecektir.
Ekonomi, en yalın anlamıyla, ‘geçim’ ve Devlet-altı (infra-étatique) ‘varoluş’ koşullarının üretim ve yeniden-üretimi demek olacaktır.
Grotius ve Hobbes’un Doğal Hukuk anlayışlarındaki oikos/polis karşıtlığı, böylece Sivil Toplum/Devlet karşıtlığına yönelecek; ya da diyalektik sistem içinde ‘zıtların birliği’ biçiminde tasarlanacaktır.
Hegel’ci ‘sivil toplum’ kavramı, daha sonraki dönemde ‘halkın doğal tarihi’, ‘sosyal antropoloji’, ‘toplumsal bilim’ (science sociale) ya da ‘toplum-bilim’ (science de la société) disiplinlerinin ‘nesnesi’ olup, aralarındaki farklılık ise düşünürünün ‘öğretisi’ne bağlı kalacaktır.
Total Devlet’in Hukuksal-İdeolojik Kuruluşu
‘Hukuk Devleti’nin ilk kuramcılarından Kant, ‘Evrensel barış projesi’ne dayalı bir Cumhuriyet Kuruluşu’nu (aynı anlama gelmek üzere Anayasası’nı), Ussal Devlet’in tasım (Kıyas- syllogisme) biçimi almasına bağlıyordu.
Bu biçim içinde, evrensel yasa yani ‘genel irade’ ve ‘cumhuriyet’ ile kişisel etkinlik biribirlerinden ayrılıyorlar, ama bu ikisi bir ‘karar’ alınmasına yolaçıyordu.
Yani biçimsel olarak, bir ‘istenç’in (volonté) kamusal ya da özel olarak ayrılması, kurucu (constitutive) ya da temsilî (représantative) olarak ayrılmasını da veriyordu.
Oysa, Alman (Nazi) milliyetçiliği, tecessüm (somutlaşma- incarnation) mantığına dayanmakta olup, Marx’ın ‘Alman ideolojisi’ diye nitelendirdiği düşünce okulundan herhangi bir düşünürün ‘felsefesî’yle bağdaşmamaktadır.
Nitekim Kant, “Temsilî olmayan tüm anayasalar, diyecektir, bir biçimsizlik (Unforme)tir”. « Toute Constitution qui n’est pas représentative est une Unform » (2).
Hegel’in de, daha önce belirttiğimiz üzere, “biçimsiz kitleden Devlet çıkmaz” (la masse informe qui n’est plus aucun Etat) dediği anımsanırsa, Anayasası olmayan bir Devlet’in olamayacağı söylenebilecektir.
Kuşkusuz Kant ve Hegel’den, deyim yerindeyse daha akıllı olan Nazizm kuramcıları, Olivier Jouanjan’ın deyimiyle, kanıtlanamazı kanıtlama (justifier l’injustifiable) başarısı göstererek hukuksal-ideolojik bir ‘Total Devlet’ ve kuramını kurabileceklerdir.
Çok daha ilginci, Nazi Almanyası gibi ‘organisist’ olmasa da, Türkiye’de de, alelacele halkoylamasından geçirilmek istenen, ‘Yeni Anayasa’ ve ‘Türk Tipi’ denilen ama özde ‘Tipsiz’ başkanlık sistemine dayanacak olan ‘Devlet’, modern anlamda bir ‘Devlet’ bile olmayacaktır.
Nazi Almanyası’ndan da ‘tipsiz’..
Çünkü, en azından onda bir ‘Alman ulusu’ kuramı vardır.
Burhanettin Oğlak’ınkinde o da yok..
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem
(1) Catherine Colliot-Thélène/Jean-François Kergévan, De la ‘société civile’ à la ‘sociologie’, ENS Editions 2002
(2) Olivier Jouanjan, « Justifier l’injustifiable », Astérion [En ligne], 4 | 2006, mis en ligne le 24 avril 2006, consulté le 04 avril 2017. URL : http://asterion.revues.org/643