DEVLET, ULUS, KÜRESELLEŞME (II)
Türkiye’de çok tartışılan bir ‘Batılılaşma’ kavramı vardı.
Şimdi de Avrupalılar kendi aralarında bir ‘Avrupalılaşma’ kavramı türettiler (1).
Daha ‘Avrupalılaşma’ kavramı yer etmeden ‘Avrupaplılaşmamak’ gibi bir kavram daha türedi. Avrupalılaşmaktan vazgeçmek de denilebilir.
Grexit ve Brexit terimleri de böylece doğmuş oldu (*).
Avrupalılaşmak kavramı, Avrupa Birliği içinde ‘işbirliği yetisi’nin gelişmini ‘ölçme’ye yarayacaktı: Üye ülkeler arasında normlar, değerler ve ortak politikalar ne denli başarılı oluyordu; üye ülkeler kolayca avrupalılaşabiliyorlar mıydı yoksa avrupalılaşamıyorlar mıydı?
Maxime Leferbvre’in sunumunda dediği gibi, Birlik içinde ağırlığı olan Alman ‘Milleti’nin [Ulus değil de, şu ‘Alman milleti’ anlamında..] yasa-kural-ilke ‘alışkanlığı’, öncelikle Birlik içinde ‘demokrasi’nin gelişmesine engel oluyordu.
Oysa Avrupa Birliği, üye ülkeler arasında bir ‘uzlaşı’ temelinde kurulmak istenmişti.
Nasıl bir uzlaşı?
Ülke halklarının, ‘ulus’ların diyelim, hem ‘ulusal niteliklerine saygı’ ve hem de ‘ulusal çıkarlar’ına zarar vermeyecek bir ‘uzlaşı’, adı üzerinde bir model ortaklık (modèle communautaire).
Ne var ki, Avrupa Birliği, ‘kurumlaşıyoruz’, ‘normlarımız oluyor’, ‘Birlik kuralları’, ‘ilkelerimiz’ falan derken; ‘Devlet’lerin onayını kolayca bulabilseler bile, halkların sabırlarını zorlar oldular.
Böylece kimi kuramcıların ‘daha demokratik’ yöntemler önermelerine karşın; Avrupa Birliği içinde çoğu ‘ülke’nin henüz ‘avrupalılaşamadığı’ da bir somut gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktı.
Demek ki, ‘Avrupa’ gibi bir ‘coğrafya’da, o uzun ‘tarihsel’ geçmişe, o ‘dinsel’ benzerliğe, o ‘kültürel’ ortaklığa, o ‘ekonomik’ uyuma, o ‘politik’ uzlaşıya karşın ‘avrupalılaşmak’ kolay olmamaktaydı.
Burada, Türkiye’deki ‘Batılılaşma’ üzerinde duracak değiliz.
Ancak, Türkiye’nin, her şeye karşın, batılılaştığını sanan, aydın ya da yazar-konuşur takımının ‘Avrupalılaşma’sı şöyle dursun, doğrudan ‘küreselleşme’si ya da ‘globalleşme’si ve bu bağlamda kuramlar, modeller geliştirmesine şaşmamak olmaz.
Oysa, üzerinde düşünülmeden, çoğunlukla İngilizce’ceden [ya da Amerikanca’dan] çevrilen sözcük, deyim ve terimlerle ‘Devlet’ gibi, ‘Ulus’ gibi, ‘Devlet-Ulus’ gibi kavramları çözümlemeye kalkmanın, kavram kargaşası yaratmanın ötesinde, bir yarar sağlamadığı da ortadadır.
‘Yeni-yetme’ Doğululaşma yanlıları da, en az İngilizce kadar uzak oldukları, Farsça ya da Arapça [daha da beteri, bu ikisinin karması olan Osmanlıca] ile çağdaş olguları açıklamaya çalışmaktadırlar ki, bu da başka ‘garabet’lere yol açmaktadır.
Oysa, buraya kadar anlatılanlardan kolayca çıkarılacağı üzere, ‘Küreselleşme’ gibi bir kavramı çözümleyebilmek için, onun haydi ‘tarih’ini bir yana koyalım, ama ‘disiplinlerarası’ bir süzgeçten geçirilme zorunluluğu kendisini dayatmaktadır.
Tam da bu nedenle, ‘Ulus’ kavramı da, başta tarihsel yönü olmak üzere, coğrafî, ekonomik, politik, dilsel, dinsel, kültürel, psikolojik ve toplumsal (sosyolojik) boyutlarıyla ele alınmak durumundadır.
Ben böyle tanımlıyorum, dedem de şöyle tanımlardı gibi ‘gevezelik’lere yer olmaması gerekir.
Kaldı ki Napolyon’un dediği gibi, “her ülkenin kendi coğrafyasına göre bir politikası vardır”. Demek ki, ‘ulus’ aynı zamanda ‘jeopolitik’ etmenlere de doğrudan bağlıdır.
Fransız Devrimi’nden buyana, ‘Egemenlik’in kayıtsız koşulsuz ulusa ait olduğunu da biliyoruz.
Demek ki, ‘ulus’, ‘egemenlik’ isteği yani ‘bağımsızlık’ talebiyle de gündeme gelecektir.
Bir ulusun bağımsızlık talebi, ‘jeopolitik’ konumu nedeniyle kardeş uluslar tarafından görmezlikten gelinebilecektir.
Ve hepsinden önemlisi, tarihsel, coğrafî, ekonomik, politik, jeopolitik, dilsel, dinsel, kültürel, psikolojik ve sosyolojik koşulların hepsinin biraraya geldiğini varsayalım; kendi egemenliğine sahip olmayan bir ‘ulus’tan sözedilebilinir mi?
Edilemez. En azından edilmemelidir.
Bir ‘ulus’un kendi egemenliğine sahip olması demek, ‘Bağımsız’ bir ‘Devlet’ olması demek olduğuna göre, ‘Devlet’siz ‘ulus’ olmaz denilebilecektir.
Demek ki, ‘ulus’ olabilmek, öncelikle ‘Devlet-Ulus’ olmak demektir.
Ancak, ‘çok modern’ düşünürlerden Jürgen Habermas, ayrı bir ‘Devlet’ kurulmadan, gerekli tüm koşulları sağlayan bir ‘Devlet’ içinde, ‘anaysal yurttaşlık’la bu sorunu aşmaya çalışmak istemektedir.
İşte, dedem de şöyle tanımlardı ve ne güzel tanımdı o demek yerine, ‘ulus’u tanımlamanın ‘gerekli’ ve ‘yeterli’ koşullarını sırasıyla ele almamız gerekmektedir.
Gelecek sayımızda Jean-Pierre Chevenement’ın ‘Demokrasinin uygulama çerçevesi’ olarak ‘Ulus’ tanımı üzerinde duracağız.
Demokrasi denir de ‘Cumhuriyet’siz bir demokrasi olur mu diye de sorulabilir.
İşte bu tür ‘daha derin’ sorunlara da yeri geldikçe değineceğiz. [Ta ki, eksik ve yanlış bilgiye dayanılarak konuşup yazmaya bir son verile.. ]
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem
(1) Michel E. Smith, The Europenization of European Political Cooperation, Berkeley, Center for European Studies,1996 anan Bastien Nivet, “Penser la déseuropéanisation”, RIS n°102, pp:51-59
(*) Yeri gelmişken İngilizcenin bir gak-guk dili olduğunu anımsatmakta yarar olabilir. Yunanistan Avrupa Birliği’nden çıkmak mı istiyor, buna Grexit diyorlar; Büyük Britanyalılar çıkmak mı istiyorlar; o zaman Brexit; yarın Türkiye halkoylaması yapar mı, terimi hazır; Trexit. Toplamda, 28 ‘exit’, oluyor dilin zenginleşmesi...