DEVLET ULUSA KARŞI
(Tersi de doğru)
‘Devlet’in tartışılması zorunluluğunun apaçık ortaya çıktığı Türkiye’de, genel olarak ve olanağı olduğu ölçüde ‘Devlet’ üstüne söylenilenlere dönüp bakılsa diyorum.
O arada, ‘Ulus’ ve/ya da dillerden düşmeyen ‘Millet’ konusuna da değinilmiş olur, değil mi ama?
Devlet ile Ulus’u ilk ilişkilendiren ise Hegel’den başkası değildir örneğin.
Jean-Louis Vieillard-Baron, Politika Düşünürü Olarak Hegel başlıklı çalışmasında, Hegel’in büyüklüğü diyor, politika, sanat, din ve felsefeyi olağanüstü bir tutarlılık içinde bir bütünlük olarak ele almasından gelir.
Öte yandan Karl Popper türü düşünürler de, Platon’dan Hegel’e bir ‘totalitarizm’ türetmeye çalışmışlardır.
O da bir ‘bütünsellik’ aslında.
Bütünsel ya da değil, bir ucundan gireceğiz sonuçta..
Hukuk Felsefesinin İlkeleri
Hegel’i Hegel yapan Hukuk Felsefesinin İlkeleri, sıradan bir siyaset felsefesi tarihinden çok, kendi döneminin, daha doğrusu Fransız Devrimi ve Napolyon Bonapart ve sonrası dönemin somut politik olaylarına dayanmaktadır.
Hegel için tarihin ‘anlam’ı, onu yapan insanların kişiliklerinden ayrılamaz.
O nedenle, Fransa’da Napolyon Bonapart ve Almanya’da da Klemens von Metternich’in tarihi belirlemede birer yerleri olacaktır.
Ancak, ne felsefe ve ne de politikanın, ‘herhangi bir halkın kendisine layık bir hükûmete sahip olması’yla bir ilgisi olmayacaktır.
Politik olaylar üzerine düşünmek, ancak felsefe sistemi içinde kalındığında ‘felsefî’ olabilecektir. Ya da ‘felsefî ussallık’ ancak böylece kurulabilecektir.
Hegel’de ‘Hukuk’ ise, yasalar ya da hukuksal düzenlemeler değil, ama toplumsal alanda insana ilişkin tüm kurumlar bütünüdür.
Öte yandan, karşımıza ‘otorite’ olarak çıkan ‘çıplak gerçeklik’ (réalité effective) vardır ki, o da politik düşüncenin ‘özgür irade’ aracılığıyla gerçekleşmesidir: Devlet.
Böylece, Hegel gibi liberal bir düşünür, yurttaşların politik uzlaşısından, organik bir bütün olarak ‘Devlet’e varıp, ardından ‘devletçi’ olarak değerlendirilecektir.
‘Felsefî Bilimler Ansiklopedisi’ne gelindikte..
Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nden önce, felsefeyi, Fichte gibi ‘bilim öğretisi’ olarak ele alan Felsefî Bilimler Ansiklopedisi biçiminde anlatmaktadır (1817).
Çünkü, o dönemde ‘bilim’, bugünkü anlamında ‘özgül’ bilimler olarak değil ama ‘kesin bilgiler’ veren bir ‘ansiklopedi’ olarak anlaşılmaktaydı.
Mantık, arı düşünce bilimi, diyalektik de öznel mantık olarak ele alınmaktadır.
Ancak, konu ‘Hukuk’ olunca, salt öznel mantık alanında kalınamayacağı açıktır.
Ve böylece Hegel, kendi hukuk anlayışını mülkiyet, kişilik, aile, sözleşme ve Devlet gibi ‘nesnel geçeklikler’ (empiriques) alanına taşıyacaktır.
Devlet bilimi ve Doğal Hukuk
Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri kitabına Devlet Bilimi ve Doğal Hukuk gibi bir başka başlık da konulabilir denilmektedir.
Çünkü ilk başlık sanki ‘hukuk felsefesi’ne gönderme yapıyormuş gibi olsa da, yukarıda işaret edildiği üzere, bunun bugünkü ‘Hukuk Felsefesi’yle ilgisi yoktur. Yine yukarıda değinildiği üzere, Hegel, burada hukukla, ‘nesnel Espri’yi, anlatmaktadır.
Ancak ve ne var ki, ikinci başlıktaki ‘Doğal Hukuk’ da, yine döneminden çok öncelere dayanan ‘Doğal Hukuk’ kuramcılarının kullandığı anlama gelmemektedir.
Çünkü Hegel doğrudan ‘siyaset felsefesi’ yapmamaktadır.
Gelenek-göreneklere, etik ve ‘hukuk’a ilgi duyduğu kesindir.
Ancak, onun ‘Doğal Hukuk’tan anladığı, ‘özgür irade’nin gerçekleşmesidir.
Oysa, bugünkü anlamındaki ‘Pozitif Hukuk’, onun için doğrudan toplumsal deneyimin ‘soyut’ ele alınışından başka bir şey değildir.
Hegel, ‘doğal hukuk’un ‘bilimsel öğreti’ olarak ele alınışını, arı düşünün (İdée pur) devinimi/gelişmesinin ‘bilimsel ögreti’si biçiminde ele almıştır.
“Hukukun temeli, diyecektir, genel olarak tinsel gerçekliktir; onun başlangıç yeri ve hareket noktası özgür istençtir (volonté); öyle ki özgürlük de istencin hem özü ve hem de belirleyicisidir”.
‘Doğal hukuk’, gerçekliğini şeylerin doğasından değil, fakat düşüncenin doğasından alır.
Şu koşulla ki, düşünce de Tarih'e uymak zorundadır.
Demek ki hukukun doğallığı onun tarihselliğidir. Tarihselliği onun doğasıdır da denilebilir.
Hegel’in, hukuk alanında, bir ‘ütopik model’ kurmak istediği söylenemez.
O, ‘doğal hukuk’un ‘hukuk düşüncesi’ olarak belirlendiğini göstermek istemektedir. Yani, ona göre doğal hukuk, özgür istenç tarafından yaratılan toplumsal kurumlardaki hukukun felsefesi olmaktadır.
Ona göre hukukun ‘doğallığı’ ‘esas’ olmasından gelmektedir ve bu hukuk ‘özgürlük’ün ta kendisidir.
Genel olarak yapıldığı gibi, ‘Doğal hukuk’la ‘Devlet’in ayrılmasına karşı çıkan Hegel, bu yüzeysel ayırım yerine, ‘özgürlük’ün Devlet’te, ve sadece ‘Devlet’te gerçekleşmesi halinde, gerçek konumuna ulaşabileceğini ileri sürecektir.
Felsefe, felsefecik ve felsefecilik
Hegel’in kendi felsefesini, kendi içinde tamamen eklemlenmiş bir ‘sistem’ olarak betimler.
Kendi dönemindeki felsefeleri ise, az ileride değineceğimiz ‘romantik’ felsefeler türü, acınacak olarak görüp, her önüne gelenin kendi ‘düşüncesi’ olduğuna inandığı, sözde ‘felsefe yapmak’ olarak anılan öznel kanılar diye nitelemektedir.
Yani ‘öznel kendiliğindencilik’in, gerçek bir ‘sistem’, bir ‘felsefî bilim’ olduğu söylenemez, demektedir.
Çünkü, Hegel’e göre;
- Ussal olan gerçek olandır ve gerçek olan da ussal olan..
- Düşün (idée) başka düşünce (pensée) başka olup, birincisiyle felsefe ikincisiyle ‘sözde felsefe’ yapılabilir
- Güncel deneyimler vücud ise, us da onun ruhudur (rose/croix benzetmesi) ve felsefenin görevi de o ruhu ortaya koymaktır
- Felsefe dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda hep sonradan gelmektedir.
Tam da bu nedenle, Marx, Hegel’in felsefî sistemini bir ‘soyut idealizm’ modeli olarak görmektedir.
Güncelin arayışlarından uzak..
İncelediğimiz konuyla ilgili olarak da, Hegel’ci Devlet’in insanlar tarafından gerçekleştirilecek bir ‘ideal’ olmadığı sonucuna varılabilir.
Çünkü Hegel felsefesi, insanların yönelecekleri bir ‘ideal’i belirlemek amacı taşımamaktadır.
Peki ama nasıl oluyor da gerek Devlet ve gerekse Ulus, özellikle de Alman Ulusallığı konusunda Hegel temel koyan bir düşünür olarak anılmaktadır?
Devlet ve Organisizm
Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nde “Devlet örgütü, diyecektir Hegel, onun kendisiyle ilişkide olan organik yaşam süreci olup, ilk planda politik Anayasası gelir”.
Devlet bir organizmadır; ide’nin, kendi farklı dönemlerine (moments) göre farklılaşma sürecinin gelişmesi yani.
Bu noktada, Hegel, romantik organisizmden ayrılıp kendi ussal ve diyalektik organisizmini kurmaya yönelecektir. Ki, birincisi Devlet otoritesini geleneksel hukuk otoritesinin yasaları ve soyzinciri duygusallığına dayandıran usdışı bir romantizm iken, Hegel’in organisizmi, biribirine organik olarak bağlı iktidarlarda diyalog halindeki us’a dayandığı için hem ussal ve hem de diyalektiktir.
Ne var ki, her iki organisizmin ortak özelliği, Rousseau, Kant ve Fichte’nin Toplumsal Sözleşmesi’ne karşı olmalarıdır.
Ne A. Müller ve ne de Hegel, Devlet’i, bireysel çıkarlar ve özgürlüklerin garantisi olacak bir yapay oluşuma ve dolayısıyla bir sözleşmeye dayandırmazlar.
A. Müller’e göre, Devlet, yurttaşların yarar ve zevklerine yönelik ve insanların keşfettiği yapay bir örgütlenme olamaz.
Ve benzer biçimde Hegel; “eğer Devlet’in amacı mülkiyet ve kişisel özgürlüklerin güvenlik ve korunmasına yönelik olursa, diyecektir, tekil-bireysel çıkarlar nihaî amaçlar olarak belirlenmiş olacaklardır”.
Oysa ne kadar ‘liberal’ olursa olsun, Hegel, Platon ve Aristo’nun ‘Etik’ anlayışından uzaklaşmayacaktır.
İnsan, son çözümlemede, toplumsal ve politik tutkularını ‘Us’uyla denetim altına alamadığı sürece Hegelci ‘Doğal’lığını gerçekleştirmiş olmayacaktır da denilebilir.
Politik zorunluluk, kişisel morallik (moralität) içeren bir ‘moral zorunluluk’ değil, tersine toplumsal morallik (moral collective) ya da Etiklik (Sittlichkeit) içeren bir zorunluluktur.
Kuşkusuz Hegel de liberaldir, ancak onun liberalliği son çözümlemede ‘etik’ bir yapıya dayanmaktadır.
Burada Devlet’i ‘zor’a dayandıran görüşlere de karşı çıkacak olan Hegel, ‘zor’un ya da ‘halkın gücü’nün gelişmesi ve politik duyguyu yasamsal gören duygusallığın da, son çözümlemede ‘usdışı’ olacağını ileri sürecektir.
O da, Ch. L. De Haller gibi, “Tanrısal, değişmez, ebedî düzen”den yana olacaktır. [Haller, cité par Hegel, Principes..]
Oysa Haller, romantik de değil ama ‘toplumsal darvincilik’ de denilen biyolojik doğallık’tan yanadır.
Böylece, daha ileride değinileceği üzere, Hegel’i nazizme temel alan görüşler, özde işte bu biyolojik doğallığa gönderme yapacaklardır.
Fransız Devrimi ve Hegel
Hegel’e göre, 1789 devrimcileri, sivil toplum’un [buradaki sivil toplum, günümüzdeki sivil toplumculukla kesinlikle karıştırılmamalıdır] organik eklemlenmesi ve toplumsal canlılığına, yasalarla giydirilen bir türdeşlik ve durağanlık (morte) vermek istemişlerdir.
Phénoménologie de l’Esprit’de, bu yasal soyutluk diyecektir, “bu evrensellik, (toplumun) organik eklemlenmesinin somut gerçekleşmesine engel olmakta ve onun bölünmez sürekliliğini nihaî amaç olarak belirlemektedir”.
Böylece Hegel ve romantikler, kuramsal olarak Rousseau ve pratik olarak da Robespierre’i eleştireceklerdir.
Bununla birlikte Hegel ve romantikler arasındaki temel ayırım, gelişmekte olan ‘ulusallık’ düşüncesinin belirlenmesinde ortaya çıkacaktır.
Tarihsel Hukuk Okulu olarak bilinen akımın önde gelenlerinden F.K von Savigny, G. Von Hugo ve J.Görres’e göre, yasamanın doğası, eskilik ve alışkanlığa dayanan geleneklerden ayrı bir ‘yapı’ oluşturmaktadır.
Oysa Tarihsel Hukuk Okulu’nun temel uğraşı alanı, Ulus’un geçmişinin bütünü tarafından belirlenen Hukuktur ( durch die gesammte Vergangenheit der Nation).
Demek ki, Ulusal Politika’nın ilk belirleyici yönü, o halkın tarihsel geleneklerine bağlılığı olup, geleneksel hukuk da ulusun temel niteliklerinden birini oluşturmaktadır.
Bu da, toplum karşısında ‘Devlet’e herhangi bir özerklik tanımamak, onu (liberal) ekonomik sivil toplum yönüyle değil ama (romantik) tarihsel ulus toplum yönüyle tanımlamak demektir.
İşte romantiklerin bu anti-devletçiliği onların ulusalcılığının (burada milliyetçilik demek daha doğru olabilir) temelini oluşturacaktır.
Oysa Hegel’in tilmizlerinden E.Gans, romantiklerin bu anti-devletçiliğini, “Devlet’e karşıtlığın kökeninde, yasaya ve yasayla iligili her şeye karşıtlık (haine) yatmaktadır” biçiminde dillendirmektedir.
Hegel de, bir halk’ı (ein Volk) ulus (eine Nation) yapan onun özgül (particulières) doğal ve kültürel belirleyicilikleridir, diyecektir.
Bilinen tümcesiyle, bir ‘Ulus’ diyecektir Hegel, doğduğu haliyle bir halktır. « une « nation », c’est un peuple en tant qu’il est né ».
Yani Hegel, bir yönüyle romantiklere ya da tarihselcilere yaklaşıyorsa da, onların modern sivil toplumun doğuşuna yol açacak temel yasalar çıkarılmasına karşı olmalarını benimsemez.
“Gelişkin bir toplumu (einer gebildeten Nation), ya da onun bağrındaki hukuçuların konumunu yadsımak” diyecektir; hukukçuların yasama yetisini küçümsemek demek ve onları bir Anayasa yapmak için yeterli olgunluğa (mûrs) erişmeyip hâlâ ‘çocuk’ (mineurs) bir halk olarak görmek demektir.
Burada bir parantez açarak, Türkiye’de halkoylamasına sunulan ‘Anayasa değişikliği’nin, Hegelci ‘olgun halk’ bağlamında değerlendirilemeyeceğini belirtelim.
Çünkü Hegel, yurttaşların örgütlenmemiş bütünü için bir ‘halk egemenliği’nin sözkonusu olamayacağını düşünmekte ve “biçimsiz kitleden Devlet çıkmaz” (la masse informe qui n’est plus aucun Etat) demektedir.
Ne de, “‘tekil-birey’lerin dağınıklığının (atomisée) sonucu olacak bir genel seçim”in, halk egemenliğinin göstergesi olduğu söylenebilecektir.
Egemenliğin kayıtsız koşulsuz milletin olabilmesi, sadece ve ancak o milletin bütününü kapsaması halinde sözkonusu olabilecektir. « … de la souveraineté vers l’intérieur qu’elle réside dans le peuple, si l’on ne parle de manière générale que du tout… »
Her ne kadar Hegel’in ‘halkın bütünü’ ile kastettiği, Devlet olarak örgütlenmiş halklar ise de, kendisinden ikiyüzyıl sonra Devlet olarak örgütlenmiş bir halkın Devlet’inden vazgeçmesini halkoylamasına sunması kadar bir ‘saçmalık’ı tasarlaması beklenmemelidir.
Türkiye’deki halkoylaması, kim ne derse desin, Devlet’in feshini öngören, çünkü halkın oluşturduğu ‘ulus’un bütünlüğünü bozan, milleti parçalayan, milleti millet olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir oylamadır.
Yer yarılıp gök patlasa, bu değişikliğe ‘Evet’ denilemeyeceğini, eninde sonunda o öneriyi getirenler de öğreneceklerdir.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem