DEVLET-ULUSUN SONU
Bence yanlıș bir biçimde, Devlet-Ulus kavramı yerine kullanılan Ulus-Devlet ya da Ulusal Devlet kavramı da Türkçemize yerleșmek üzeredir.
İçinde bulunduğumuz acunsal ekonomik bunalım ortamında bir kavramın ağırlığı ne ola ki?
İnsanlar can derdinde iken, ben de tutmuș, o kavram öyle değil böyledir diyorum.
Hükûmet açılımdan açılıma koșmakta ve Davutoğlu’nun problemleri solda ‘sıfır’ çekmektedir.
İște, belki de tam da bu nedenle, benim sorunumun sağda çok sıfırlı olacağını düșünüyorum.
Eylem eylem de, kuram olmadan olan eyleme ‘anarși’ denmez de ne denir?
Konuyu uzatmadan, benim ulus, ulusalcılık, devlet-ulus ve ulusal devlet konusundaki görüșlerimi bir kitapta toplamaya karar verdiğimi söyleyeyim.
Bu kitabın önsözünü așağıda bulacaksınız.
Öneri ve eleștirilerinizi bekler, șeker bayramınızı kutlarım.
Habip Hamza Erdem
Ulus ve ulusal sorun ϋzerine dϋşϋnmek ve kuramsal ya da eylemsel öneriler ϋretmek öncelikle bu sorunla iç-içe olan Tϋrk aydının görevleri arasındadır. Her ne kadar çokca yazılıp konuşuluyor gibi görϋnse de, bu konuda duygusal ve gϋncel politika dışında kuramsal (bilimsel) çalışmalardan sözetmek zordur.
Elinizdeki bu derleme, bu sorunu çeșitli boyutlarıyla ele alan bir denemedir.
Felsefe ya da bilimde tanıma ya da bilme çabası içinde, bir dϋşϋnceyi dilegetirmek, varsayımlar (tezler) ileri sϋrmek için kullanılacak kavramların birlikteliği içsel bir tutarlılık göstermek zorundadır.
Ve bu deneme sözkonusu tutarlılığı sağladığı savındadır.
Ne var ki, bu zorunluluk, belirlenmesi zor olan bir başka zorluğa, dϋşϋnϋş biçiminde bir tutarlılık sağlamayı da beraberinde getirebilir; bu sistem dϋşϋnϋşϋ ya da sistematik dϋşϋnϋş, dϋşϋnϋlerin erimi ve kuramsal buluşa doğallıkla bir sınırlama getirecektir. İster istemez inceleme nesnesindeki değişimleri de savsaklama ya da gözönϋne alamama durumuna da yolaçılmış olunacaktır.
İşte sistematik dϋşϋnϋş ile denemecilik arasındaki farklılık buradadır. Birinci durumda, inceleme konusu en ince ayrıntısına değin incelenirken çok karmaşık dϋşϋnϋler ve olgular mantıksal bir dϋzen içinde sunulmaya çalışılıcak; ikinci durumda araştırmacı bu karmaşıklık içinde ne bir doğrultu izlemek ve ne de bu karmaşıklığı değerlendirip tanımlamak zorunluluğuna uymayacaktır.
Genel olarak bilimlerde ve özellikle toplumsal bilimlerde, araştırmalar, hem dϋşϋncenin ve hem de kullanılan kavramların tutarlılığını sağlamak zorunluluğu yanında, tanıma nesnesinde olabilecek yeni değişiklikler ile kavramsal araçlardaki değişmeleri de ayrıca dikkate almak zorunluluğuna uymak durumundadırlar.
Yerleşmiş kavramları araştırmacının isteğine göre kullanması bir kolaycılıktır. Oysa görgϋl inceleme, görgϋlcϋlϋğe dϋşmeden, kavramlar ve olgular arasındaki ilişkileri belli bir izlence çerçevesinde ele alabilir. Ancak bu ta başından izlenecek yolun çizilmiş olduğu anlamına gelmemelidir. Bölϋmsel ve uzmanlık araştırmaları sonucu elde edilen verilerin felsefi derindϋşϋnce ile yeniden ele alınacağı bir izlencedir sözkonusu olan. Böylece, görgϋl verilerin bolluğu içinde yeni kavramlarla karşılaşıldığı zaman, ne görgϋl saptamaları kabullenmek için kavramlardan ve ne de kavramsal soyutlamaları kabullenmek için olgulardan vazgeçmek durumunda kalınmayacaktır.
Ulusallık dϋşϋnϋ nereden gelmektedir? Ulus olarak yaşamanın zorunluluğu var mıdır, varsa bu zorunluluk neye dayanmaktadır? Bir gereksinme midir, yoksa bir istek midir? Eğer salt görgϋl bir yaklaşımla konu ele alınacak olursa, yanıtlanması olanaksız bir yola girilmiş olunacaktır. Yok eğer dϋşϋncel-ϋlkϋsel (idéalist) bir yaklaşım sözkonusu olursa, zaten bilimsellikten uzaklaşılmış olunacaktır.
Gereksinme ve istek kavramlarının toplumsal bilimlerdeki yeri ve öneminin yanısıra bu kavramların genel felsefesel yorumunu hem ayrı ayrı ve hem de birlikte elealmak olanaklı mıdır? Birincileri somut veriler olarak değerlendirip, bunları soyutta yeniden ϋretebilir miyiz? Yeni soyut kavramlarımız somut olgularla ne kadar çakışabilecektir? İşte bir bilimsel araştırma izleneği…
Ancak böyle bir araştırmanın çok kapsamlı olacağı ve birkaç makale içinde dilegetirelemeyeceği açıktır. Çϋnkϋ ‘Ulus’ dϋşϋncesinin ortaya çıkış dönemi XVII yy’a değin geri getϋrϋlebilir. Kavramının oluşması da 1789 Fransız Devrimine bağlanabilir. Devlet-Ulusların oluşum sϋreci ise devam etmektedir. Bir yandan yeni Devlet-Uluslar oluşurken öte yandan ‘olgun’ Devlet-Uluslar uluslararası örgϋtlenmelere gitmektedirler. Eşitsiz gelişme yasası geçerliliğini bu konuda da tartışmasız olarak yϋrϋtmektedir.
Kapitalizmin ortaya çıkış ve gelişme aşamalarına göre, kullanılan kavramlarI sorgulanmadan ‘sorun’u tarihi gelişimi içinde sergilemenin bir yararı olmayacağı da açıktır.
Öte yandan toplumsal bilimlerin herbirinin kendi konuları çerçevesinde ‘ulusal sorun’u sorgulamaları başka, tanıma nesnesinde ortaya çıkabilecek – ya da öyle olduğu gözlemlenen- yeni değişiklikler ile kavramsal araçlardaki değişmeleri de ayrıca dikkate almaları başka şeylerdir.
Sözgelimi ‘demokrasi’, ‘ulusal özgϋrlϋk’ ve ‘eşitlik’ gibi bir dizi gϋzel sözcϋk zaman ve mekan ötesi sonsuz gerçeklikler değildirler. Tersine biricik sonsuz gerçeklik, tϋm deyim, terim ve kavramların, sınırları belirlenmiş tarihsel koşullarda, maddi içerikleri bakımından ve dolayısıyla da politik değerleri bakımından geçirdikleri derin değişimlerdir.
Napolyon döneminde yapılan plébicite’leri politik demokrasinin en uç biçimi olarak ele alabilir miyiz?
Bir grev kırıcısını ‘kişisel haklar’ açısından bakarak hoşgörmemiz olanaklı mıdır? Biçimsel liberalizm taraftarları gibi ‘özgϋr insan’dır aklına göre davranmaktadır diyebilir miyiz?
İşçiler ile kapitalistler arasındaki, diyelim ϋcret pazarlığı, Manchester ekolϋ liberallerinin dediği gibi, ‘yurttaşların eşitliği’ ilkesine göre mi yapılmaktadır?
İşte bu bağlamda, ‘insan hakları’ da ‘yurttaşlık hakları’ da tϋm zamanlar için ve bϋtϋn mekanlarda geçerli sayılan metafizik kalıplardan başka bir şey değildirler.
Diyalektik akılyϋrϋtme bu tϋr sonsuz gerçekliklerin olamayacağına dayanmaktadır. “Şimdi ve burada iyi olan bir şey başka yer ve zamanda kötϋdϋr ve vice versa”.
Tarihsel özdekçiliğe göre de, bu sonsuz ‘gerçekliklerin’, bu hakların, bu kalıpların gerçek içeriği belli bir bağlamda ve veri bir dönemin maddi toplumsal koşulları tarafından belirlenmektedir.
Demek oluyor ki, ulusal sorunu herşeyden önce bir ülkeden diğerine değişen ve hatta aynı ülkede değişik zamanlarda değişik biçimler alan ve doğrudan somut koşullara bağlı bulunan bir gerçeklik olarak elealmak gerekmektedir.
Yani hem tarihsel ve hem de özdekçi bir elealıș sözkonusu olmalıdır. Bunun için de, bir toplumun ekonomik yapısını oluşturan ϋretim ilişkilerinin temel olduğu, ve onun ϋzerinde yϋkselen hukuksal ve politik yapıların toplumsal bilincin biçimleri olarak ϋstyapıyı oluşturdukları önkabulünden bașlanılacaktır.
Burada yapı ve biçim birbirlerinden ayrılmak zorundadırlar. Belli bir toplumda kimi işlevleri yerine getirmek üzere hukusal olarak hazırlanıp sistemleştirilen iyelik ilişkileri ϋstyapıda yeralmaktadırlar. Toplumsal bilincin biçim aldığı yer, dϋşϋnce ve dϋşϋngϋdϋmlerin (ideoloji) ve hatta uygarlığın, tarih içindeki biçimlenişlerinin aldığı yerdir. Yani yapılar da tarih boyunca bir biçimleniş içerisindedirler. Demek ki, kapitalist toplumun tanınabilmesi de, ‘ekonomik-toplumsal oluşum’ olarak onun tarihini incelemekten geçmektedir.
Ancak ana hatlarıyla, modern kapitalizm ile modern devlet’in kuruluşu ve aynı anlama gelmek ϋzere kapitalist sınıflar ile Devlet-Ulus’un ortaya çıkışı aynı madalyonun iki yϋzϋ gibidir.
Ne var ki, kapitalizmin gelişme sϋreci, kendisi ile birlikte bir çelişkiyi de bağrında geliştirmektedir: Bir yandan geliştikçe bağımsızlık isteyen ulusların varlığı ve bu isteğe ulaşmak için modren koşullara uygun bir devlet, Devlet-Ulus ve öte yandan Devlet-Ulusların ve ulusların ortadan kalkacağı bir uluslararasıcılık.
Gerçekte kapitalizm, geliştikçe, öncelikle sınıflararası çelişkiyi (uzlaşmazlığı) de beraberinde geliştirir. Bu çelişkinin uzlaştırılma alanı olarak Devlet-Ulus ‘geçici bir çözϋm’ ise, bunun evrensel ölçekte çözϋmϋ için Devlet-Ulusların ortadan kaldırılması da ‘mantıksal olarak’ doğru bir çıkarsamadır.
O halde Devlet-Ulusların yokolacakları dönemlerin ekonomik-toplumsal olușumu ne olabilir sorusu sorulabilecektir?
Kaldı ki, acunsal düzeyde bir mi yoksa ayrı iki çelişki mi vardır? Çözϋm taktik (ulusal) yoksa stratejik (uluslararası) boyutta mı kendisini dayatacaktır?
Her ne olursa olsun, burjuva Devlet-Ulus’un da bir tarihi vardır ve değerleri ile birlikte o da tarih olacaktır.
İște Ulus-Devlet ya da daha düzgün bir deyimle Ulusal Devlet kapitalizm sonrasının ekonomik-toplumsal olușumu olarak tasarlanmalıdır.
Tarihsel olarak çağımızın sorunları bu geçiș sürecinin sorunlarıdırlar.
Tarihe gem vurmanın olanağı olmadığına göre, Devlet-Ulusların Ulusal Devletlere dönüșmüș olacağı dönemin sorunlarına da o dönemin düșünürleri çözüm bulabilecekler demektir.