DEVLET ÜSTÜNE (XXI): LİBERALİZM ve ELEŞTİRİLERİ

DEVLET ÜSTÜNE (XXI): LİBERALİZM ve ELEŞTİRİLERİ

İletigönderen Habip Hamza Erdem » Prş Oca 21, 2016 4:12

DEVLET ÜSTÜNE (XXI): LİBERALİZM ve ELEŞTİRİLERİ
17nci yüzyılda, İngiliz ‘sivil savaş’ı döneminde, Hobbes ve Harrington, liberal ve cumhuriyetçi ‘hukuk devleti’ önerileri geliştiriken, Winstanley ‘radikal demokratik’ bir söylem geliştirecektir: “İngiltere’nin en iyi yasaları, diyecektir, halkın bir kesimini diğer kesime mahkûm eden boyunduruk ve zincir yasalarıdır” .
Sanki, ‘demokrasi’ sürekli olarak ‘hukuk devleti’yle savaş halinde olup, hiç de onun ‘yasa’larına uymak istememektedir. Kaldı ki, bu durum, Eski Yunan kent demokrasilerinden buyana böyledir.
Aristo’ya göre, hak, yasal adalete, yasalara saygıya dayandırılmamalı, özgün bir adalet incelemesiyle ortaya konulmalıdır.
Aristo’nun ‘politik hak’ kavramını açıklamak için ‘pozitif hukuk’ ile ‘doğal hukuk’ arasında bir ayrırım yaptığı ileri sürülmektedir. Her ne kadar her iki terim, Roma hukukuna ‘ius civile’ diye girmişse de, eski yunancada ‘to dikaion’ olarak kullanılmakta idi.
Daha sonra Thomas d’Aquin bu ayırıma dikkat çekecek ve ‘politik hak’ kavramının, yazılı yasaların ötesinde, bir ‘hukuk yöntemi’ ve giderek ‘hukuk felsefesi’nin konusu olduğu söyleyecekti. Böylece hukukçuların ‘dili’ ile filozofların ‘dili’nde, iki ayrı ‘hak ve hukuk’ terimi yerleşmiş oluyordu. Ne var ki, sözkonusu ‘felsefe’ de ‘belli bir topluma özgü’ olmanın ötesine geçemeyecekti.
O nedenle, içinde yaşanılan toplumun ‘somut koşulları’nın ötesinde, ‘insanlık’ için genel ve soyut ‘insan hakları’nın ‘felsefesi’ her zaman yapılabilmesine karşın, önce, hem de yazılı yasaların ötesinde, o topluma özgü ve hatta o toplumun belli bir zaman dilimindeki koşullarına göre, ‘hak ve adalet’ anlayışının uygulanabilirliği sorgulanmalıdır.
Tarihsel akışı içinde doğup gelişen kimi politik ve hukuksal kavram ve anlayışlara kısaca gözatarak, son tümcede ileri sürülenlerle bir karşılaştırma olanağı sağlanabilir.
Klasik Liberalizm’de Hak ve Hukuk
Hobbes ve Locke, kendi dönemlerine özgü olarak, ‘kişisel doğal hak’ kavramına ulaşmak için, doğal yasaların ‘kutsal’lığına gönderme yaparken, insan doğasına içkin ‘ahlâksal’ etkileri ayıkladıklarını düşünüyorlardı.
“Adalet ya da adaletsizlik, insan vücûd ya da esprisiyle ilişkili değildir” (Léviathan).
Öznel hukukun temeli olan bu ‘ilkel’ yorum, her türlü yasayı aşan, ‘sınırsız özgürlük’ anlayışının da kaynağı olacaktır.
“Doğa’nın hukuku, herkesin ..kendi özel yaşamı sürdürebilmesi için kendi öz gücünü istediği yerde kullanmasına dayanan .. özgürlüktür” (Léviathan)
Görüldüğü üzere, Hobbes, ‘kişisel güvenlik’ arzusu uğruna ‘hiçbir yasal engel’ tanımaktan yana değildir.
Hobbes’un bu sınırsız ‘güvenlik’ arzusu, sınırsız ‘birikim’ arzusuyla birlikte yürümektedir: “Amerika’nın, diyecektir, geniş ve verimli kimi bölgelerindeki krallar bile İngiltere’deki bir gündelikçi kadar iyi beslenememekte, barınamakata ve giyinememektedir”.
Peki ama bu ‘eşitsizlik’in temelinde yatan nedir?
Hobbes bunu ‘Devlet’e ve onun niteliğine bağlayacaktır.
‘Homo homini lupus’- İnsan insanın kurdudur
Sorun, ‘insanın doğası’ ya da ‘doğal insan’ ile onun politik örgütlenmesi olan ‘Devlet’in doğasındadır.
‘İnsan denilen şu hayvanoğlu hayvan’, kendi haline bırakılınca, doğal güdüleri gereği saldırgan ve ‘savaşçı’ olmaktadır.
O nedenle olsa gerek, insanlar belli bir ‘Sözleşme’yle tüm haklarını bir monark ya da bir parlemontoya devrederek, kendilerini genel huzura kavuşturacak olan ‘Devlet’i kurmuş olmalılardır.
Demek ki, Devlet de bir insan ‘yapısı’, bir ‘sanat’ eseridir. Bununla birlikte, bireyin öznel doğal haklarının devredilmesiyle ortaya çıksa da, o artık bir ‘mutlak doğal hak’ka dönüşmüş bulunmaktadır.
Bu yapıda, ‘egemen’, genel ‘güvenlik’ ve ‘göneç’i sağlayacak, halk da ‘egemen’in ‘uyruğu’ olacaktır: (sujet- reaya). Böylece, insan, barbarlıktan uygarlığa geçmiş olacaktır.
‘Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir”
Ne var ki, insanın uygarlığa geçmiş olduğu ileri sürülse de, Clausewitz’in dediği üzere ‘politika’ varolduğu sürece, ‘savaş’ da devam edecektir. Çünkü, ‘savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir”.
O zaman, sorun, ‘egemen’liğin biçimi ne olursa olsun, bireysel haklar ve denildiği üzere ‘sivil toplum’un haklarının nasıl güvencede tutulacağı konusunda odaklaşmaktadır. Bunun için de, yine yoruma açık, ‘Hukuk Devleti’ terimi ileri sürülmektedir.
Liberal ‘sivil toplum’ anlayışı, ideal bir ‘hukuk devleti’yle temellendirilmek istenmekte; birey de, bu hukuk devletinin sıradan ‘hukuksal öznesi’ olmaktadır.
Ne var ki, bir ‘kaos’ durumunda ne ‘hukuk’ ve ne de ‘devlet’ kalacağı için, herhangi bir ‘politka’dan da sözedilemeyecektir. O halde, ‘kaos’ durumu hiçbir biçimde ‘savaş’la karıştırılamayacağı gibi, ‘kaos politikası’ndan da sözedilemeyecektir.
Sonuç olarak, eninde sonunda bir ‘toplumsal sözleşme’de uzlaşılıyor olacaktır.
Ancak Foucault’ya göre, Wistanlay’le birlikte, ‘egemenlik’, Eski Yunan Kent’lerinin, Ulusun ve Devlet’in ‘birliği’ni gözetmeyebilecektir. Onun için, birincil öncelik ‘hak’, ‘ödev’ ya da kısaca ‘hukuk’tur. Egemenin karşısında yer alındığı zaman ise, o, haksız, yoz ve zalim olarak görülmektedir.
Hukuk Devleti
Hukuk devleti, temel olarak, yurttaşları ‘yasa önünde eşit’ görmek ilkesine dayanıyor. Ancak bu ‘politik’ bir eşitliktir.
İşte bu yasa karşısındaki ‘sivil eşitlik’, ‘politik eşitlik’ alanına sıkıştırılmış gibidir. Onun denetim ve gözetimindedir. Yani ‘politika yapmak’, ‘yasaların yapım süreci’ne dayanan ‘politik oyun’a, ‘oyunun kuralları’ çerçevesinde katılmaya, dolayısıyla ‘yasa öncesi dönem’in tüm verilerinin silindiği bir alanda yürütülecektir.
O nedenle, Foucault, her ‘politik eşitlik için savaş’ın ‘çokkültürel’ nitelikte olmasını, yani yasaların sildiği halk, ırk ve sınıf vb ‘talep’lerin gözardı edilmemesiyle başlayabileceğini ileri sürmektedir.
Bu yaklaşım, dolayısıyla ‘halk’ kavramının ‘yeniden tanımlanması’nı da gerektirmektedir. Böylece, ‘halk’, evrensel olarak, ‘özgürlük’ için meşru hükûmet’ de olsa, ‘yasal aygıt’a direnen herkesi kapsayacaktır. (Wistanley)
O zaman ‘halk hükûmeti’, halk adına verilen ‘demokratik’ savaşım sonucunda kurulacak ‘hükûmet’leri de kapsamayacak mıdır? Hayır, ‘hukuk devleti’ne direnen güçler, ‘yeni hukuk’u kurdukları zaman, eskisi ‘kadük’ kalacaktır. Bu yeni ‘hukuka göre’ kurulacak ‘meşru hükûmet’te ‘yönetilmeme’ (non-gouvernance) ‘hak’kı ağır basacak (Hannah Arendt), dolayısla ‘meşru hükûmet’ kavramına gerek kalmayacaktır: Demokrasi için savaş yeni ‘yöneticiler’ için değil, ‘yöneticisiz’ bir toplum içindir. Böylece yöneten/yönetilen ayırımı da ortadan kalkmış olacaktır.
Buraya kadar özetlenenler, bir tabloya dökülecek olursa, aşağıda sunulduğu gibi bir karşılaştırma olanağı elde edebiliriz:



Toplumsal Sözleşme Kuramları Karşılaştırmalı Tablosu
Doğallık Anlayışı Sözleşmenin Mantığı Öncelikli Değerler
Hobbes
(Léviathan) Herkes herkese karşıdır Güvenlikçilik
(Doğallıktan çıkış)
Güvenlik,
herkese yaşam hakkı
Locke
(Second Traité du gouvernement civil) Herkes doğal haklarından yararlanır
Liberallik
(Doğallığın korunması) Özgürlük ve Özel mülkiyet

Rousseau
(Du contrat social) İnsan ne iyi ve ne de kötüdür

Demokratlık
(Doğallıktan çıkış : halk ve egemenlik)
Genel Çıkarlar

Karl Marx
(Manifeste)

Sınıfsal Çelişki Ortakçılık Özgürlük ve
Ortak Mülkiyet
Carl Schimitt &
( Concept du Politique)
Michel Foucault
(Il faut défendre la société) Dost/Düşman Sözleşme Yok
Non-gouvernece
(Yönetilmeme)
ve
Çokkültürlülük

Klasik liberalizm ve eleştirisi
Klasik liberal düşüncede ‘sivil toplum’, ideal bir ‘hukuk devleti’ öngörmektedir. Orada, birey, ancak ‘hukuksal’ olarak politikanın nesnesi olabilmektedir. Yani ‘politika’yı bir savaş olarak görmeyip onun ancak ‘hukuk içinde’ yapılmasını önermektedir. Oysa, politikayı ‘bir savaşım’ olarak gören anlayış, politikayı ‘hukuk’la sınırlandırmaktan yana değildir, ‘hukuk’u aşmak peşindedir.
Değil mi ki, Batı tarihi, hep halkların demokratik özlemlerinin savaşım tarihi olmuştur.
Politikanın bir savaş biçiminde anlaşılması, iki farklı yaklaşımın temsilcisi olan Michel Foucault ve Carl Schimitt tarafından eleştirilmiştir. Her ikisi de ‘Hukuk Devleti’nin, ‘hukuk öncesi’ (anté-légale) konumuna dikkat çekmektedirler.
Öncelikle Foucault ve Scmitt’e göre, kendi liberalizmlerinin karşı olduğu şey, bir ‘politika-karşıtlığı’ değil ama politikanın bir ‘savaş’ biçiminde anlaşılmasıdır. Burada yazarların temel amaçlarının ‘sınıf savaşı’ tezlerine karşı çıkmak olduğu ileri sürülebilir.
Benzer biçimde, ‘yeni tip’ liberalizm demokrasiye de karşıdır, çünkü klasik tip liberalizmin savunduğu ‘ideal sivil toplum’ yine ‘ideal hukuk devleti’ni öngörmekte ve orada demokrasi, yasaların öznesi olan ‘halk’ tarafından doğrudan yönetim öngörmektedir.
‘Düzen’ ile ‘düzensizlik’ arasında, hukuksal olarak, hukuk-öncesi ya da hukuk-altı bir durum sözkonusu olabilir. Ne var ki, bu durum geçici ‘stratejik’ bir konum olarak dağerlendirilebilmektedir.
Liberal ‘Bireycilik’in çıkmazı
Hobbes’tan başlayarak Aydınlanma düsünürlerince savunulan ‘klasik liberalizm’ kavramı, kimi açmazları ileri sürülerek, ‘modern politik liberalizm’ ve/ ya da ‘post-modern politik liberalizm’ tarafından dönüştürülmek istenmektedir.
Klasik liberalizme göre ‘sivil toplum’, potansiyel olarak ‘savaşçıl’ olan ‘doğal durum’dan ussal bir durum olan ‘kültürel’ ya da ‘uygar’ duruma geçiş olarak düşünülmekteydi. Barışa da ‘özgür insanlık’a da böylece ulaşılmış olunacaktı.
Bu ‘geçiş’ sürecinin Kant, Hegel veya Marx’ca değişik ‘diyalektik’ biçimleri olsa da, sonuçta bir ‘insalık’ ideali taşımaktadır. Yani, başlangıçta ‘kendisi’ ve ‘öteki’ arasındaki savaşım, ‘biz’ olunacak bir eşitliğe götürecekti.
Ne ki, bu geçiş, şu ya da bu biçimde, bireylerin ‘yasa’lara tanıyacağı ‘hakemlik’le gerçekleşecektir. Böylece, ‘yasa önünde’ herkes ‘eşit’ olacaktır.
Aydınlanma düşüncesinde, sadece Marx’ın, özgürlüğün ‘mülkiyet hakkı’ için de geçerli olmaması halinde ‘eşitlik’in sağlanamayacağı üzerinde yoğunlaştığı ve böylece tüm liberal yaklaşımlardan ayrıldığını söylemek bile fazla. Bu kavrayışta, ‘kendisi’ ve ‘başkası’nı ayıran ölçüt, din, kültür, etni değil ama ‘özel mülkiyet’ hakkıdır.
Modern liberal düşüncede ise, insanın ‘özgür’ değil ama ‘özerk’liğini öne çıkaran anlayışlar ileri sürülecek; ‘hukuk’un evrensel kavrayışına bir ‘moral’ düzey eklenilmeye çalışılacaktır (Rawls). Böylece, bireyin ‘özgüllüğü’ne evrensellik tanımak yerine, onun evrensel ‘etik’le kurduğu ‘düzey’e bakılacaktır. Dinsel, ırksal, etnik ya da cinsel farklılıklar ‘politik kimlik’ olarak ‘savaş alanı’na sürülebilecek ve bu ‘modern liberal’ yaklaşım, karşıt görüşler tarafından ‘kökdencilik’ (fondamentalisme) olarak adlandırılacaktır.
Böylece ‘dinsel’, ‘ırksal’, ‘etnik’ ya da ‘cinsel’ ‘modern ya da post-modern liberal’ akımlar, ‘kimlik politikaları’ olarak boy boy, sıra sıra ‘demokratik alan’ı dolduracaklardır. Ne var ki, önce bu ‘demokratik alan’ı ‘özel’ ve ‘kamu’ diye ayırarak, ‘kültürel gelişme’lerini tamamlamış olmaları gerekmektedir. O nedenle de, ‘demokratik’ savaşım ile ‘kültürel’ savaşım biribirleri içine geçmiş olacaklardır.
Yazgı olarak politika
Carl Schimtt, kalsik liberalizmden ayrılarak, insanlığın ‘doğal konumu’nu (status naturalis) en iyi ‘savaş durumu’nun (status belli) açıklaklayabileceğini ileri sürmektedir. Çünkü “İnsan ancak politik katılımı içinde bütünsel olarak kavranabilir” ve sadece biyolojik yaşamı tehlikeye düştüğü zaman kendisini feda edebilecek işlere girişebilir. Böylece, tinsel yaşamla güncel yaşamın ‘bütünsellik’liği ortaya konulmuş olmaktadır.
Ne var ki, insanın ‘varoluş tipi’ önceden verili olmayıp, kültürel olarak ‘düşman tipi’ belirlendikten sonra ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, ‘kendi tipimiz’ ancak ‘düşman tipi’ne göre biçimlenmektedir.
O arada, çoğu kez Scmitt’e atfedilen ‘dost/düşman ayırımının ‘geleneksel kültürel kimlik’lerce belirlendiği savının doğru olmayıp, ampirik verilere dayanan politik ve sosyal kimliklerce belirlendiği söylenmelidir.
Tam tersine, Schmitt, politik liberalizmin kimliklerin ‘kültürel ürün’ olmalarını eleştirmekte ve usavurmasında ‘kültürel alanı’ parenteze almaktadır. Çünkü ‘kültürün evrenselliği’ savı bir ‘önyargı’dan başka birşey değildir.
Oysa her bireyin ‘tekilliği’ ya da ‘özgüllüğü’ Tanrısaldır. Sonradan, sözgelimi etnik ya da ulusal ‘evrensel kimlik’ler, beni başkalarından ayırabilir ama ‘özgüllüğüm’ ve ‘tekil’liğim’ bana ancak Tanrı tarafından verilmiş olandır.
Böylece Scmitt’in ‘Teolojik politika’sının özü de ortaya çıkmış olmaktadır.
O halde ‘özel ben’, ‘kamusal ben’, ‘yöneten/yönetilen’ ayırımı ortadan kalkmadığı sürece ‘mutlak ben’e, ‘bütüncül ben’e ulaşılamayacaktır demektir.
O nedenledir ki, Scmitt, klasik liberalizmi, iyi/kötü, Tanrı/şeytan, doğru/yanlış ikilemini aşıp, bir ‘üçüncü terim’ bulamadığı için eleştirecek; onun ‘ahlâksal gerekliklerini’ (impératifs moraux) kadük olarak ilan edecektir.
Kendi önerisi ise, ‘bütüncül insan’a varmak için, ‘gerçek’ inaçla bir tür ‘Kutsal Savaş’ olacaktır.
Foucault’ya göre
Klasik liberalizme, Foucault’nun eleştirisi ise ‘éthik’ değil ‘éthos’ açısındandır. Burada (éthos) terimini, alışkanlıkların ötesindeki bir ‘varoluş tarzı’ olarak alabiliriz.
Klasik Liberalliğin sorunu, diyor, bireyin ‘başka’lık ve ‘tekil’liğini, ben ve ötekinin karşılıklı tanışmasına ‘engel’ olarak koymasıdır. ‘Ben’in dönüşmesinin önündeki en büyük engel de önerdiği evrensel ‘İnsanlık değerleri’dir.
Oysa ‘Aydınlanma’yı, Kant’ın ‘Aufklärung’ kavramı çerçevesinde ele almak gerekmektedir.
“Aydınlanma (Aufklârung), diyordu Kant, insanın kendisinin sorumlu olduğu azınlık durumundan çıkmasıdır. Azınlık durumu ise kendi anlayışına başvuramama yetersizliğidir. Oysa bundan kendimiz sorumlu olup, sorun anlayışımızın yetersizliğinde değil ama başkasının desteğine gerek duymaksızın onu kullanma cesaretimizin olmayışındadır. O halde, Aydınlammanın dövizi ‘ha gayret!’tir”.
Foucault da, Schimitt gibi, ‘evrensel değerler’ karşısında, ‘özgüllük’ ya da ‘tekillik’i öne çıkarmakta, hatta ona ‘karşı’ koymaktadır.
Liberalizm için tüm ‘temel haklar’ evrensel ‘insanlık değerleri’nden türetilmiştir ama henüz ‘yönetilmeme’ (non-gouvernance) türü bir ‘demokratik’ (éthos) döneminin sınamasına sunulmamıştır.
Bu ‘tip’ demokrasi, salt yasa önünde ‘eşitlik’ ilkesine indirgenmeyip; yasaları ‘yapmak’ ya da ‘bozmak’ yetisi açısından ‘eşitlik’tir. Dolayısıyla salt ‘hukuksal’ biçimle açıklanamaz. Çünkü, henüz yasanın bilmediği ya da dışladığı alanları da kapsamaktadır.
Schmitt gibi Foucault da, ‘kültür’ün liberalizmde bir ‘önyargı’ işlevi gördügünü ileri sürecektir. O nedenle de, ‘kültürel hak’tan herhangi bir ‘veri kültür’den çok, öngörülebilecek ‘herhangi bir’ kültür ya da doğrudan ‘çokkültürlülük’ kuramına geçilecektir.
Böylece, hiç anlaşılmadan kullanılan ‘kültürel hak’ terimi de, Hannah Arendt’ın ‘hak sahibi olmak hakkı’ (le droit d’avoir des droits) dediği bir ‘hak’ olacaktır.
O halde, dünyanın herhangi bir bölgesinde, halkın desteğini almış her etkin hak arayışı, kültürünün ‘kökenine’ bakılmaksızın, ‘hak sahibi olmak hakkı’ çerçevesinde değerlendirilip, ‘post modern liberal’lerce desteklenebilecektir.
Haklı ile haksızı ayırdetmek ise, ‘köhne’(!) 19.yy ‘aydınlanmacı’larının uğraştığı ‘boş uğraş’lardan sayılabilecektir.
Kullanıcı küçük betizi
Habip Hamza Erdem
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1664
Kayıt: Cum Haz 26, 2009 20:01

Şu dizine dön: Habip Hamza ERDEM

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x