DEVLET ÜZERİNE (XIV)-ULUSAL EKONOMİ
‘Ülke Ekonomisi’ (économie de la nation) teriminin aceleci bir tutumla, Keynes’in uydurduğu ‘Ulusal Ekonomi’ terimiyle karıştırılmaması gerektiği belirtilmelidir.
Bilindiği üzere, bilindiği kadar kuşkusuz, Keynezyen ‘ulusal ekonomi’ terimi, kimi makro bütünlüklere ‘agregat’ dayanmaktadır. Ülke halkının ‘ekonomik yaşam’ının yaşanmışlıktan sonraki ‘ex post’ fotoğrafını verir.
Oysa yine ileride değinileceği üzere, salt ‘devrimci pratiği’yle bilinen Robespierre’in ‘Halkçı Ekonomi Politik’ olarak adlandırılan (Economie Politique Populaire) kavramı, ne önceki deneyimler (ex ante) ve ne yaşandıktan sonraki (ex post) değerlere değil, doğrudan ‘güncel yaşam’a ilişkin olup ; deyim yerinde ise bir ‘teorik-pratik’, bir ‘eylem-kuram’ bütünselliği gösterir.
Çok daha ilginci, aradan 210 yıl geçmiş olmasına karşın, hala ‘güncelliği’ni korumakta olup, günümüz ‘moda’ kuramlarından çok daha ‘gerçekçi’dir.
İşte bu bağlamda, Büyük Fransız Devrimi’nin ‘devrimci dönemi’ (1789-1794)ndeki kimi ekonomik uygulamalara değineceğiz.
Kuşkusuz, Devrim yıllarına özgü ‘kıtlık’lara bir çare olarak düşünülen, ‘maksimum’ önlemi, zaten ‘geçici’ bir önlem olarak düşünülmekte ve ‘uygulama dönemleri’ni de belirlemekteydi.
Minimum ve Maksimum(*)
Devrim yıllarında Fransa’da ‘bolluk içinde kıtlıklar’ yaşandığı gibi, bölgeler arası çekişmeler de yok değildi. Örneğin Rouen’a gidecek gıda maddelerine Le Havre’daki tüccarlar engel olabiliyor, ülke genelinde buğday üretimi yeterli olmasına karşın Lyon’da ‘açlık tehlikesi’ başgösterebiliyordu.
İşte bu koşullarda, belki de tarihte ilk kez ‘mülkiyet hakkı’ tartışmaya açılmıştı denilebilir. Çünkü gıda maddelerindeki aşırı ‘fiyat artışları’, spekülatörler tarafından yaratılmakta olup, bir piyasa anarşisi doğmuş bulunmaktaydı.
Bu durumda, Devrim Hükumeti ‘maximum’ yasasını çıkarmak zorunda kaldı.
Acaba bu ‘serbest ticaret’ ilkesine aykırı olmayacak mıydı ?
Aisne milletvekili Beffory, serbest ticarette ‘sınırsızlık’ karaborsacılığa yol açmaktadır diyecekti.
Ve ilk ‘kamulaştırma’ (expropriation) önersini yapacaktı, ki (sosyalizasyon) uygulamasının embriyonu olarak kabul edilebilir.
Mecliste Beffory’nin yaptığı konuşma ise, doğrudan ‘tarımsal kapitalizm’e ‘savaş’ olarak yorumlanabilir.
Tahıl fiyatlarının sınırlandırılması konusundaki ‘delegasyon’ şu açıklamayı yapıyordu: “Yurttaşlar, tahıl alanındaki ‘serbest ticaret’ Cumhuriyet’in varlığıyla çelişmektedir. Cumhuriyet bir avuç tüccara karşın geniş halk kesimlerinden oluşmaktadır. Tahıl fiyatlarında olduğu gibi işçi ücretlerini de bu bir avuç tüccar belirlemektedir. Örneğin bir işçi ücretiyle ancak bir kilogram buğday alınabilmektedir. Bu durumda işçinin yaşamını sürdürmesi olanaklı mıdır?”
Kaldı ki ‘Devlet’in biricik gücü bu halk kesimleridir. O halde Devlet’in kendisini koruması demek bu halk kesimlerinin korunması demek olup, bir avuç tüccarın korunması değildir.
Demek ki, ‘ücret’lerde ‘minimum’ ve tahıl fiyatlarında bir ‘maximum’ sınırının belirlenmesi zorunluluktur.
Böylece 29 Ekim 1792’de, Konvansiyon Hükumeti, et,süt, tahıl ve yağların ‘maximum’ fiyatlarını belirleyen bir yasa çıkarır.
Ne var ki, 1793 yılı başında, şiddetlenen ekonomik bunalım, bir halk hareketinin doğmasına yol açacaktır.
Jacques Roux ve Varlet bu hareketi disipline ederek, bir partiye dönüştürmeye çalışırlar. Varlet henüz 20 yaşında olup, henüz seçilebilecek bir yaşta değildir. O nedenle Tuileries meydanında halka konuşmalar yapıp, kimi broşür ve bildiriler dağıtmaktadır. Kendi İnsan Hakları Deklarasyonu broşuründe, mülkiyet bir ‘hak’ olarak görülmekte ama ‘sınırlandırılması’ gereğine vurgu yapılmaktadır.
Dilenciliği kökünden kazımak ve servet eşitsizliğindeki derin uçurumu aşamalı olarak ortadan kaldırmak istemektedir.
Ancak spekülasyon ya da cesur girişimcilik sonucu edinilmiş büyük toprak mülkiyetinden hiç sözetmemektedir. Bu durum, ona göre, tamamen ‘meşru’dur.
Jacques Roux ise 40lı yaşlarda bir papaz. 25 Şubat ayaklanmasında ‘etkin’ olduğu söyleniyor. Ki Paris’te kimi dükkanların ‘yağmalanması’na yol açmıştır. Hatta Robespierre bunun bir ‘karşı-devrim’ olduğunu bile söyleyecektir.
Jacques Roux, Jaurès’in deyimiyle « Devrimin dilini kullanmıyordu ama onun gerçek anlamını dile getiriyor ve büyük yankı uyandırıyordu ». Oysa tam analamıyla ‘taban’dan gelen bu sesin devrimciler tarafından dinlenmesi gerekiyordu. Tersine, kimi zaman konuşmaları kesilip, salondan dışarı çıkarıldığı bile olmuştu.
Paranın ‘hikmet’i
1793 yılı 9 Mart’ında Gravilliers seksiyonu Meclis’i eleştirirken, « para, diyordu, toplumu ayrıştıran ‘borsa oyunları’nın, karaborsa ve vurgunların ve her türlü pahalılığın nesnesi olarak kamusal kötülüklerin ana kaynağı olan bir ‘mal’ oldu.
O nedenle, Meclisteki vekillerimizden, Cumhuriyetin selameti açısından, borsacılık ve karaborsacılığı yasaklayan yasalar çıkarmasını istiyoruz ».
25 Haziran’da Jacques Roux Convention’da şöyle konuşacaktı :
« Özgürlük, belli bir sınıfa ait insanların açlıktan ölürken diğerlerinin tınmadığı boş bir hayalden başkası değildir ; eşitlik, zenginlerin, halkın geri kalanı gibi yaşam ve ölüm haklarını kullandıkları boş bir hayalden başkası değildir ; cumhuriyet, yurttaşların dörtte üçünün gözyaşı dökmeden ulaşmadıkları gıda maddelerinin, gün geçtikçe artan fiyatları biçiminde gelişen karşı-devrim sürecinde, boş bir hayalden başkası değildir »
26 Haziran’da ‘Karaborsacılık’, ölümle cezalandırılacak bir kırım (crime capital) olarak tanımlanarak yasaklanacaktır. Temel gıda maddelerini bilinçli olarak çürüten ya da çürümeye terkedenler de, bu madde kapsamında değerlendirilecektir.
Halk, gıda maddeleri (zahire) fiyatlarına ‘narh’ konulmasını konusunda Meclis’e baskı yapmaktadır. Meclis ise bu ‘önlem’ üzerinde yoğunlaşmak yerine, Condorcet’nin mal fiyatları ile işçi ücretleri arasında ‘denge’ arayan kuramsal görüşlerine ağırlık vermektedir.
Oysa ‘asgarî ücret’ ya da ‘minimum’ ücret ile gıda maddelerinin ‘maksimum’ fiyatı arasında mantıksal bir zorunluluk vardır. Eğer bir işçi, akşam evine döndüğü zaman hane halkının ‘yaşamını sürdürecek miktarda’ gıda maddesi kazanmamışsa, çalışmasına ne gerek vardır ? İşte bu koşullarda, onu çalışmaya zorlamanın da ‘doğal’ insan hakları ile ilgisi kalmayacaktır.
Meclis bu konuda ne yapacağını bilemez durumdadır. İşte bu ortamda bir ‘halk hareketi’ Meclis’e cesaret verecek ve onun ‘karar’ almasına yardımcı olacaktır.
Terör günleri
4 Eylül 1793 gecesi işçi ve zanaatkardan oluşan kalabalık bir grup Belediye binasının önüne toplanır ve toplantı salonunu basar. Söz alan Chaumette « Burada zenginlerin yoksullara bir savaşı yürütülmekte.. Bunlar bizim herşeyimizi aldıkları gibi, alın terimizi de içmek istemekteler » diyecektir. Daha da coşarak, « Giyotinler ne güne duruyor ? » demekten çekinmeyecektir.
Hebert ise kalablığa dönerek, halkımız 10 Ağustos, 2 Eylül ve 3 Mayıs’ta yaptığı gibi, yarın Meclis’i basmalıdır önerisini getirecektir.
Halkın bu ‘aşırı’ istekleri Jakobenleri de tedirgin etmeyecek değildir. Robespierre, bu tür anarşik eylemlerden rahatsız olsa da ‘çiftlik sahipleri’nin sülük gibi halkın kanını emmeye çalıştıklarını söyleyecektir.
İleride Robespierre’in giderek nasıl ‘Devrim’in kuramını yaptığını göreceğiz. Pratik içinde, halk hareketinin ‘sürüklemesi’ değilse bile ‘desteği’yle ‘Devrim kuramı’ o arada ‘İnsan ve Yurttaş Hakları’nın ‘felsefî’ temellerini döşeyecektir.
3 Mayıs 1793’de sadece tahıl ve una getirilen ‘maksimum’ fiyat sınırlaması, zamanla diğer gıda maddelerine ve giderek tütün gibi ‘gereksinme’lere de yaygınlaştırılacaktır.
Ve başlangıçta Paris ve kimi vilayetlerde (departman) uygulamaya konulan bu önlemler giderek ‘ülke geneli’ne yaygınlaştırılacaktır (11 Eylül 1793). Burada ‘Devrim’lerin, bir gecede ve ülke genelinde yapılmadığı ve kabaran dalga örneği, giderek güçlenen ve ‘şiddetlenen’ bir gelişim gösterdiğinin altı çizilmelidir.
29 Eylül 1793’e gelindiğinde tüm ‘ülke ekonomisi’ Meclis’in koyduğu kurallara bağlanmış bulunmaktadır.
Ulusallaştırma kavramının öncülleri
‘Kavram kargaşası’ olarak sunulan ancak ‘kavram’ların kendileriyle ilgili olmayıp, doğrudan kullanılan kavramlar hakkında bilgi sahibi olmamaya dayan örneklerden biri de, ‘millîleştirme’, ‘Devletleştirme’ (Etatisation), ‘Kamulaştırma’ (Collectivisation), ‘Toplumsallaştırma’ (Socialisation) ve ‘Ulusallaştırma’ (Nationalisation) konusudur.
‘Millet’ ve ‘Ulus’ kavramlarının biribirleri yerine kullanılabileceklerini kabul etsek bile, zaman zaman ‘millileştirme’ adı altında yapılan ‘devletleştirme’lerin hiçbirinin ‘ulusallaştırma’ anlamlımına gelmediğini söyleyebiliriz.
Çünkü yeryüzünde henüz ‘Ulusal Devlet’ aşamasına gelinmemiştir de ondan. [‘Ulusal Devlet’ teriminin büyüsüne kapılan tüm yazar-çizer, filozof, akademisyen ve bilim adamının, en azından dillendirme yönünden yanılgı içinde oldukları apaçıktır].
Öncelikle, Fransız Devrimi’ne değin, ‘halk’ (Peuple) ve ‘ulus’ (nation) terimlerinin ‘eşanlamlı’ olarak kullanıldığını belirtelim.
O nedenle Robespierre’in ‘Halkçı Ekonomi Politik’ini de ‘Ulusal Ekonomi Politik’ olarak adlandırmanın ‘akademik’ bakımdan bir sakıncası olmayabilir.
Ancak Fransız Devrimi yıllarında (1789-1795), özellikle kuramsal bir temeli olmadan ve salt güncel yaşamın sıkıntılarının sorumluları olarak görülen istifçi, borsacı ve karaborsacılara yönelik, ‘Mallara Meclis’ce el koyma’ talebi, ‘Üretim araçlarının kamulaştırılması’ savının ‘ilk biçimi’ olarak değerlendirilebilir.
Bu Owen’lerin, Babeuf ve Fourier’lerin kavramsallaştırmasından çok günlük yaşamın gerçekliğinden çıkarılan bir ‘ortakçılık’ anlayışıdır.
Sözgelimi, Baudot’nun ‘halk ekmek fabrikası’ önerisi, bir ‘kamu kuruluşu’ndan çok, ‘halkın malı’ olarak düşünülmüş ve somut ‘güncel yaşam’ın bir gereği olarak önerilmişti.
Bankaların ‘ulusallaştırılması’ da ‘bankerleri’ halktan ayıran ‘ayrıcalığın’ ortadan kaldırılmasının yanında, diğer ülkelerle yapılacak tüm banka işlemlerinin kazanç ya da zararın da ‘ulusça’ üstlenilmesi demekti.
‘Millet Meclisi’ (Convention) Cumhuriyet’le bir tutulmakta, Cumhuriyet Devrim’le eşanlamlı olarak kullanılmakta ve Halk (ya da Ulus) ile Cumhuriyet ‘özdeş’ olarak görülmekteydi.
Sözgelimi Meclis’te milletvekilleri kadar halk temsilcilerinin de söz alıp önerge verme hakları vardı. Konuşmacılardan (Chaumette) karaborsacıların altınları varsa ‘Cumhuriyetin de kolları var’ derken, çalışanların kollarından sözediyordu kuşkusuz.
Bir an için, T.C’nin ‘Millet Meclis’indeki otomobiller şöyle dursun, içilen çorbaya, herhangi bir yurttaşımızın kendi çocuğuna içirdiği çorbadan sonraki rahatlıkla ‘yarasın’ diyebileceğini söyleyebilir miyiz? İşte fark buradadır: Devrim yıllarındaki Fransız işçisi Meclis’ce el konulacak herhangi bir şeyi ‘kendi malı’ olarak görmekteydi. O nedenle, toplumsallaştırma, kamulaştırma, devletleştirme gibi herbirinin değişik yer ve mekanda alacağı anlamlar ile ‘ulusallaştırma’ kavramını karıştırmamak gerekmektedir. Ulusallık, sıradan bir ‘etiket’ değil, ruhen ve vicdanen, bireyin kendisini devletiyle özdeşleştirmesidir. Öyle, geligüzel ‘Ulusal Devlet’ten sözedenlerin, önce kendi ‘içtenlik’lerini sorgulamaları gerekmektedir.
Fransa’ya dönüldükte, 4 Ağustos’ta Toulon’un İngilizler’e teslim olduğu haberi gelir.
24 Aralık 1794’de ise tüm ‘maximum’ kararları yürürlükten kalkar. O yılın 27 Temmuz’undan buyana Termidor Konvansiyonu iktidardadır artık. Birkaç ay sonra da Büyük Fransız Devrimi ‘sönmeye’ başlayacak ve ‘Burjuva’ niteliği tamamen bakın gelecektir.
Jaurès’in sözleriyle bitirilecek olursa ; « Biz, geçmişimize bakıp, Robespierre’ler ve Babeuf’lerin ‘devrim ve demokrasi anlayışı’nın derin anlamını kavramaya çalışırken onu dondurmamalıyız. 1789-95 arası dönemi yüceltip, onların ekonomik ve soysal formüllerini de mutlaklaştıramayız. Burjuva demokratik partiler, çoğunlukla patlamış bir volkanın eteklerindeki sönmüş küllere sarılırlar, oysa aranan maden sönmemiş lavlardadır ».
Benzer bir akılyürütmeyi Kemalist volkana uygulamak da, artık kime düşüyorsa, onlar da kendilerini biliyor olmalıdırlar.
Habip Hamza Erdem
__________
(*)F. le Botry, « Le ‘Maximum’ sous la Révolution », yazı dizisi I-XIII, L’Humanité, 5 Temmuz – 4 Ekim 1915