DEVLET ÜZERİNE (XX): SAVAŞ ve STRATEJİ
« Tartışmanın en ateşli anında, karşındakinin gerçeği aramaya çalıştığınız arkadaşın olduğunu unutma » Gazalî
" Au cours de la chaleur de la discussion, n'oublie jamais que ton adversaire est ton ami dans la recherche de la vérité. "
‘Devlet Üzerine’ olan ‘düşünmelerimize devam ediyoruz.
Her iki terim de, yani hem ‘savaş’ ve hem de ‘strateji’ terimleri, ‘Devlet’ kavramıyla içiçe; biribirlerini doğurmakta.
Çok üst perdeden kurulmuş bir tümce belki bu.
Ama, evet, tarihin belli bir düzeyinde, Devlet, ‘strateji’den doğmuştur diyenler de var.
‘Doğa ile savaş’ bir ‘strateji’ gerektirmekte örneğin; pusu bunların başında geliyor.
Stratejiler, insanların kendi aralarındaki ‘anlaşmazlıklar’ın ‘savaş’ biçimini almasından ‘Devlet’lerin kuruluşuna değin geliştirilebiliyor.
Kuşkusuz, insanlık tarihinde ‘tekdoğrusal’ biçimde değil.
Burada, ‘Devlet’in doğuş süreçlerine ilişkin iki ‘tez’i anımsatmakta yarar olabilir.
Ama, öyle değil, ‘Savaş’ın doğuş süreçlerine ilişkin iki tez de diyebiliriz.
‘Savaş’ tarihine kuşbakışı
İnsanlık tarihinin son 8000 yıllık tarihine bakıldığında, ‘Savaş Anlayışı’nın, göçebe ve yerleşik toplumlarda farklı farklı geliştiğini görüyoruz.
Son 3000 yılından itibaren de, göçebe toplumlar ile yerleşik toplumlar ‘arasında’ geliştiğine tanıklık ediyoruz.
Bugün yaşadığımız ‘savaş’ların tarihi ise taş çatlasa 300 yıl.
Fazıl Füsnü Dağlarca ne diyordu; “daha üçyüzyıl önce, omuzlarımızda gök yarısı bayraklar, eğilirdi bu ülke(ler)in burçları uygarlığımıza...”
‘Burç’, ‘Bourg’, ‘Burjuva’, derken yeni ‘tip’, ‘sınıf savaş’larına ulaşılıyor.
‘Devletler arası’ savaşlar ‘Devlet-ulus’lararası savaşlara, yani ‘topyekûn’ denilen ‘uluslar’ arası ve giderek ‘emperyalist’ denilen ‘uluslarüstü’ savaşlara evriliyor.
İçinde yaşadığımız ‘savaş’lar ise, savaş olmaktan çok insanlığın bugünkü ‘bunalım dönemi’nin ‘it dalaşı’ olarak nitelendirilebilir.
Ve o nedenledir ki, ‘strateji’ sıkıntısı çekilmektedir denilebilir; ya da her aklı esenin, kendine özgü bir ‘strateji’ tanımı ileri sürülebilmekte (1).
Göçebe ve yerleşik toplumlar
Daha 500 yıl önce bilmediğimiz bir Anakarada, İnka ve Maya’ların neden ve nasıl savaştıkları konusu, şimdilik bir yana konulursa; bildiğimiz karalarda Milattan 3000-2500 yıl önce, Hint-Avrupa göçebelerinin büyük göçlerine tanıklık edebiliyoruz.
İnsanlık henüz ‘Bakır Çağı’ndadır.
Giderek tunç ve demir çağları gelecek ve ‘Yer demir gök bakır’a kesecektir.
İzleyen binyılda, bu kez kendi atalarımız olan Altay göçebelerinin göçlerine tanıklık ediyor ve böylece, Hun, Avar, Uygur, Hazar, Macar, Peçenek, Tatar, Mogol halklarının adlarını duyuyoruz (2).
Sonuç olarak, 8 000 yıllık insanlık tarihinin ilk 5 000 yılının ardından, insanlar bulundukları yerleri terketmek zorunda kalmakta ve bu göçler biribirlerini ‘kesintisiz’ olarak izlemektedir.
İlk gelen henüz doğru dürüst ‘yerleşme’den, bir başka ‘göçmen’ gelip yerleşmektedir denilebilir.
‘Bitkisiz diyarlarda duman tüttüremeyenler’ ile ‘susuz derelerde kavak yetiştiremeyenler’, o dağlar ve ovaların ‘sahibi’ olmaya koşturmaktadırlar.
Aynı dönemde, Akdeniz’in güneyinde Semitik göçmenlerin Arap çöllerinden Orta-Doğu ve kuzeyinden başlayarak Afrika’nın içlerine doğru göç ettiklerini görüyoruz (3).
Böylece, Akat, Asur, Yahudi, Ermeni halklarının adları da duyulur olmaktadır.
Göçebe Toplumlarda Savaş
Göçebe toplumlarda savaş konusunda, Pierre Clastres ile René Grousset’ın savundukları iki ‘karşıt tez’den sözedilebilir.
P. Clastres’a göre göçebe toplumların ‘özgür’ olmaları, onların bir Devlet kurmalarına engel olmakta; René Grousset’ye göre ise, tersine, onların ‘savaşçı’ olmak zorunlulukları aynı zamanda ‘Askerî İmparatorluklar’ kurmalarına da yolaçmaktadır.
Clactres, Kuzey Amerika yerlileri üzerine yaptığı araştırmalara dayanarak, bu göçebe toplumların ‘ekonomik büyüme’ hevesleri olmadığına göre Devlet’in zorlayıcılığına gereksinmeleri de yok sonucuna varmaktadır.
O’na göre;
-‘Büyük Şef’, ‘barış çubuğu’ içmeyi başarandır
- aynı zamanda ‘yılanı deliğinden çıkaracak’ bir ‘tatlı dile’ sahip olandır
- ‘Eli açık’ olan ve kişisel mallarını isteyenden esirgemeyendir
Bu son maddeden de anlaşılacağı üzere, kimseden esirgeyemeyeceği kadar çok mal edinmek yerine, dağıtabileceği büyüklükte bir ‘toplum’la yetinmek durumunda olup, ‘büyüme’ye karşı olacaktır.
Oysa neolitik dönemden itibaren, yerleşik toplumlarda, işbölümü ve ardından usta/çırak ya da ‘buyurgan/buyurulan’ ilişkisi gelişmektedir. Ve bu ilişki, giderek ‘zorlayıcı’ bir Devlet’in ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Böylece iki toplumsal ‘kültür’, iki karşıt ‘uygarlık’ ortaya çıkmış olmaktadır.
Göçmen toplumlar arasındaki ‘savaş’lara gelince; kuşkusuz her birey bir ‘savaşçı’ (gerilla) olmak durumundadır ama, komşu topluluğu tümden ortadan kaldırmayı amaçlamamaktadırlar.
Böylece, ‘sürekli düşman’larla çevrili olmak ve sürekli çatışma ortamı, ‘merkezî’ bir çatı (Devlet) altında toplanmayı da engellemiş olmaktadır. Su uyur düşman uyumaz, denilecek; hatta düşman yoksa bile ‘varmış gibi’ uyanık kalınacaktır.
Clastres’a göre, bu toplumların ‘Devlet’e karşı olmalarının nedeni, özde ‘boyun eğmeye’ karşı olmalarındandır. Savaşı da bir boyun eğdirme bir aracı olarak gördüklerinden, boyun eğmemek için çok daha ‘savaşçı’ olmakta, ve sürekli savaş ortamında, merkezî bir Devlet kurul (a)mamaktadır.
Asyatik Göçmenlerde Savaş
Kuzey Amerika göçebe toplumları gibi, Asyatik göçmen toplumları da ‘savaşçı’ toplumlardır.
Ne var ki, birincileri, tükenmez ‘doğal zenginlikler’e sahipken, ikinciler, aynı zamanda ‘kıt kaynaklar’la da savaşmak durumundadırlar.
O nedenle ‘düşman’ın toptan ‘ortadan kaldırılması’ gerekmektedir.
‘Etkisiz hale getirmek’ değil ama ortadan kaldırmaktır sözkonusu olan.
Ancak insanlık tarihinin son 2500 yılına, yani Milattan 500 yıl öncesine gelindiğinde, artık bir Yunan Uygarlığı ortaya çıkacaktır.
Yunanlıların ‘Dünya’sı ise, şekilde görüldüğü biçim ve büyüklükte idi.
Dünya bu kadarcık olduğunda, ona hükmetmek de Makedonyalı Büyük İskender’e düşüyor ve Büyük Büyük İskender ilk kez ‘Dünya Barışı’nı kuruyordu.
(Daha sonraki gelişmeler için ekte sunulan haritalara bakınız)
Böylece insanlık ‘Barış’ kavramını dünya genelinde düşünmeye başladı denilebilir: Pax
Büyük İskender’den yaklaşık 800 yıl sonra Hun İmparatoru Atilla, Orta ve Doğu Avrupa’da bir ‘barış havzası’ kurarken, Orta ve Doğu Asya’da ‘Göktürk İmparatorluğu’ yeralıyordu.
"Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş.
“Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış. başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda demir kapıya kadar kondurmuş."'' (Kültigin)
Asyatik göçmen toplumlarının, ‘Ulus’ kurup ‘Yasa’ koymaları için bir 7-8 Yüzyıl daha geçecektir.
Gök Tanrı’nın Koruması altında
Görüldüğü üzere, dört yanı müfreze kollarıyla sarılı olmalarına karşın, Asyatik göçebe toplumları, düşmanlarını toptan ortadan kaldırma aşamasından ‘boyun eğdirme’ aşmasına gelmiş olmaktadırlar.
İzleyen 800 yüzyıl sonuda ise, Moğol İmparatoru Cengiz’le birlikte, Başket’te (Karakurum), müslümanların camisi, budistlerin tapınağı ile nestoriyen hristiyanların kilisesi birarada, ‘barış içinde’ bulunabilecektir.
Tanrı (Tengri), yukarıda Yüce Gök (le ciel très haut) olarak herşeyi bilip gözetse de, burnunu dünya işlerine sokmasına gerek kalmayacaktı.
Dünya işleri, ‘Devlet’e, onun koyduğu ‘yasa’lara göre yürüyecekti.
Ve ‘Devlet’, dünya işlerini yürütebilmek, dünya barışını sağlayabilmek için, savaşkan ve disiplinli bir orduya sahip olurken, strateji ustası ‘devlet adamaları’nın yönetiminde olacaktı.
Her toplumun içinde, iktidar gücünün değişmesiyle, stratejik karar alıcıların istenci de değişip onların jeopolitik anlayışlarına göre stratejiler biçimlenecekti. Ama, gün gelecek, jeopolitik, çoğu kez ve belki de hiç bir biçimde, ekonomik güçler ve ideolojik ayrılıklar ile toplumsal katmanlaşmanın tanım ve evrimiyle ilişkisini kuramayacak duruma düşecekti.
Cengiz’den 800 yıl sonra, ‘jeo-politik’ten, ‘geo-stratejiye’ ve oradan da ‘jeo-sosyoloji’ye gelinmiş olması gerekecekti.
Çünkü artık, dünya barışı, dünyaya egemen olmaktan değil, kendi ‘Devlet’ ve ‘Ulus’una, en doğru adlandırılmasıyla ‘Devlet-Ulus’ta barışın sağlanmasından geçecekti.
Açıktır ki, bilim sözkonusu olduğunda din cami avlusunu atlayıp geçemeyecekti.
Geçerse eğer, gök kubbe de yıkılacak ve Yüce Gök’ten yardım kesilecekti.
Habip Hamza Erdem
_________________________
(1)Konuyla ilgilenenlere, Jean-Paul Charnay (1928-2013)’in Sorbonne’da kurduğu, Strateji Felsefesi Merkezi (Centre de philosophie de la stratégie) ve yayınları önerilebilir. Böylece, stratejinin ‘felsefe’si, ‘jeopolitik’i ve denildiği üzere ‘bilim’i (géososyologie) öğrenilebilir
(2) Bu konuda, René Grousset, L’empire des steppes, 1938.
(3)Bu konuda, Benoist-Méchin’in Bozkurt (Musta Kemal) ve Pars (İbn Suud) çalışmasının birinci cildi olan Suudi Krallığının Doğuşu (Ibn Séoud ou la naissance d’un royaume)’nda özet bir tarih verilmektedir.
Ekler :
Büyük İskender (M.Ö : 356-323) İmparatorluğu
450’lilerde Akdeniz Dünyası (Hun İmparatorluğu)
MS 500 lerde Orta-Asya
Moğol İmparatorluğu (1207-1227)