DEVLET ÜZERİNE (XXV)-
OTUZ YIL SAVAŞLARI ve WESTFALYA MODELİ
Tarihte ‘Otuz Yıl Savaşları’ olarak bilinen dönemde, bugünkü dille tam bir ‘uluslararası savaş’ olmuş ve 15-20 milyon nüfuslu Roma-Germen İmparatorlığunun 4-5 milyonluk kesimi savaş, açlık ve hastalıktan kırılmıştı.
Polonya ve Almanya’nın kuzeyinde nüfusun yarıdan fazlası, kimi yerde % 65’lere varan oranda yitirilmişti.
Bugün Orta-Doğu’da yaşanan ‘mezhep savaşları’nı da ‘Otuz Yıl Savaşları’na benzetmek abartı sayılmayabilir.
Oysa, hep yinelenen, ‘büyük resim’e bakıldığında, yani olaylar ‘tarihsel açıdan’ ele alındığında, ‘Aylan bebek’ ya da batan bot, sıradan bir ‘polisiye’ olayı; Cerablus-Azez hattı ise bir kurmay albayın ‘görev alanı sorumluluğu’nu geçmeyebilir.
Şu koşulla ki, Devlet’in ‘devlet adamları’, Ordu’nun da ‘Genel Kurmay Başkanlığı’ tarafından yönetildiği; üniversitelerde ‘akademisyenler’in olduğu, basında ‘gazeteciler’in yazdığı, televizyonlarda halkın bilgilendirildiği bir ‘ülke’ olunabilsin.
İçinden geçmekte olduğumuz dönem ise, en azından Türkiye açısından, A’dan Z’ye, tam tersi bir görünüm sunmaktadır.
Son otuz yılı ‘mezhep savaşları’ biçiminde gelişen Devletlerarası çekişmeler, seksen yıllık İspanyol-Hollanda savaşlarının olduğu kadar Orta-Çağ düzenin kesin olarak ‘yıkılış’ döneminin sonucuydu.
Bir yanda; 150 000 İsveç’li, 150 000 Fransız, 100-150 000 Alman, 75 000 Hollandalı, 50 000 Danimarka ve Norveçli, 20-30 000 Macar, 6000 Transilvanyalı (Erdel) ile 660 000’lik bir askerî güç oluştururken; karşı tarafta 300 000 İspanyol, 100-150 000 Alman ile 20 000 kadar Macar ve Hırvat güçleri vardı.
Avrupa’nın göbeğinde 100-150 000 Alman yine 100-150 000 Alman’a karşı savaşıyordu da denilebilir.
Çok daha önemlisi, bu dönemde ‘paralı asker’ kullanımı ‘kural’, ‘düzenli ordu’ istisna idi. Bu paralı askerlerin maaşları ödenmediği ya da yetmediği zaman, bulundukları yörenin insanlarına ‘düşman’ muamelesi yapmaktaydılar.
Ekonomi politik açısından, ‘savaşın savaşı finanse etmesi’ kuralı geçerliydi.
Tam da bu nedenle, günümüzde yoğunlukla Orta-Doğu’da sürdürülen ama çok daha yaygın olan ‘islamî ve etnik terör’ eylemlerine benzetilebilir.
Bir başka benzerlik, o günlerde olduğu gibi bugünkü ‘süreç’in de belli bir ‘dönem’in ‘yıkılış’ına işaret ettiğidir. O nedenle, ya insanların zekâ düzeylerine göre, cami, medrese, nizamiye, üniversite veya ‘Meclis’ duvarları dibinde Mehdi beklemeleri ya da ‘Tarih’ten çıkarılması gereken dersleri çıkarmaları gerekmektedir.
Avrupa’da değişen güç dengeleri
Otuz yıl savaşları sonunda;
- İsveç Baltık Denizi ve Kuzey Avrupa’da üstünlük sağlamış, Danimarka önemli bir güç olma niteliğini yitirmiştir
- Avusturya ve Bohemya’da Habsbourg’ların denetimi artmış, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu 439 küçük ‘Devletçik’ olarak parçalanmış, bunların 350 tanesi Alman kökenli bağımsız ‘prenslik’lerini (principautés) oluşturmuşlardır.
- İspanyol Hollanda’sı (Pays-Bas) ve İsviçre bağımsızlıklarını kazanmışlardır
- Fransa savaşın toprak ve egemenlik açısından en çok ‘kazananı’ olmuştur
- İngiltere ve Rusya savaşlardan ‘en az’ etkilenen ülkeler olarak ekonomik açıdan ‘en çok’ yararlanan ‘yeni güçler’ olmuşlardır.
Savaş’ın getirdikleri
Otuz yıl savaşlarının toplumsal düzeyde çok önemli ‘değişim’lere yol açtığı söylenebilir.
Öncelikle, düşünürlerin ‘ulusallık’ düşüncesini ‘keşfettikleri’ söylenmelidir. Andreas Gryphius’un ‘Vatanın gözyaşları –Les larmes de la patrie’ (1636) adlı şiiri, savaşın dehşetinden bir ‘vatan’ kavramı çıkarmaya yönelecektir.
Ancak henüz ‘barok’ bir bakışla.. Eğreltilmeli (metaforik) ve istiareli (allegorik) olarak.
Askerlikte ‘meslek’ anlayışı yerleşecek, ‘muvazzaf’ askerlik ve giderek ‘ulusal ordu’lara yönelinecektir.
Devlet yönetiminde ‘ekonomi’nin yönetimi önem kazanacak ve ilk kez ‘ekonomi politik’ terimi kullanılmaya başlanacaktır: Fransız Antoine de Montchestien, “Traité d’économie politique”, (1615). Bir ‘ülke’ nüfusunun geçim kaynakları için ‘korumacı’, o ülkede bulunmayan mallar için de ‘serbest ticaret’çi görüşler geliştirecektir. İngiliz Adam Smith’e tam yüzelli yıl vardır henüz.
İspanya, Fransa ve İsveç’lilerin haydan gelen (Amerika) altın ve gümüşleri de savaşların hayhuyu içinde eriyip gidecektir.
Westfalya Antlaşmaları ve Barışın Getirdikleri
Westfalya anlaşmalarından biri Osnabürk’te, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu ile İsveç arasında; diğeri Münster’de İmparatorlukla Fransa ve diğer katolik güçler arasında imzalanmıştır: 24 Ekim 1648
Westfalya Barışı’nın evrensel kabul gören kimi getirileri de şöyle sıralanabilir:
- Modern Devlet-Ulusların özelliklerinden olan ‘şiddet tekeli’ Devlet’e tanınmış olmaktadır: Ordu ya da polis kullanma yetkisi Devlet’indir.
- Devletlerin belirli coğrafi sınırları olduğu tanınacaktır.
- Devlet bu sınırlar içinde ‘yönetimi’ni iç ya da dış güçlerle paylaşmayacağı gibi, ‘iç işlerine karışmama’ ilkesi de dış güçlerce tanınmış olacaktır.
- Devletler arası anlaşmalar ‘Antlaşma’ (Traité) biçiminde olup, imzacı Devletleri bağlayacaktır.
- Devletler arası savaşlar önce bir ‘savaş ilanı’ ile yapılacak, böylece ‘keyfî’ değil ama üçüncü tarflarca ‘jeopoloitik’ gerekçelerin olup olmadığına bakılacaktır.
- Her Devlet uluslararası alanda ‘eşit’ sayılacak, ‘küçük devlet/büyük devlet’ ayırımı yapılmayacaktır.
Böylece Avrupa’da bir Devletler ‘orkestrası’ndan sözedilecek, kimi ilkleri günümüze değin gelecektir.
Ne var ki, Napolyon Bonapart ‘köstebek topağı’ olarak gördüğü Alman prensliklerini 1808’den itibaren darmadığın edecek, bu kez Almanya’da ‘ulusal birlik’in önünü açacaktır. Böylece günümüze değin gelecek olan ‘Devlet-Ulus’ aşamasına geçilmiş olacaktır.
Westfalya ‘Model’i
‘Westlafya Barış’ı Devletlerarasında kendi egemenlik sınırlarını (ülke) ve egemenlik haklarını (bağımsızlık) tanıyordu: (Rex est imperator en regno suo).
Ülke sınırlarının ‘belirlenmiş olması’, ‘ulusallık’ bilincinin gelişmesine de yol açtı denilebilir.
Rousseau bunu “toplumların kendi aralarındaki doğal bağımsızlık” olarak değerlendirilecekti.
Bu ‘doğal denge modeli’nin, uluslararası bağlamda, 1919 yılında yapılan Versailles Antlaşması’na değin geldiğini ileri süren hukukçular da olmuştur.
‘Birleşmiş Milletler’ örgütünün kuruluşuna giden süreçte, günümüze değin yapılan tüm ‘devletlerarası’ savaşlar ve hatta dünya savaşları, son ‘İslamî Terör’ kadar bu ‘doğal denge’yi bozucu olmamıştır diyenler de vardır.
Çünkü, savaş, yine Rousseau’nun belirttiği gibi, “Devletten devlete olup, kesinlikle ‘insan’a yönelik olmamıştır”.
Clausewitz’in ‘politikanın başka araçlarla sürdürülmesi’ biçiminde tanımladığı savaşın da ‘insan’ın kendisine yönelttiği bir ‘savaş’ olduğu söylenemez.
Bununla birlikte, hiçbir terör eylemine benzemeyen günümüz ‘islamî terör’ eylemlerini, ‘insanın kendisine’ ve giderek ‘insanlığa’ karşı yürütülen bir savaş olarak nitelendirmek için bir dizi kanıt ileri sürülebilir.
Demeki ki, Westfalya ‘model’i, korunduğu kadarıyla, Devletler arası ilişkilerde azımsanmayacak kimi ‘ilk’ler ve ‘ilkeler’ getirmiş olmaktaydı.
Aydınlanma ve Westfalya
Fransa’da Voltaire (1751), Rousseau (1752) ve Mably (1765), yaklaşan ‘Büyük Devrim’in gürültüleri arasında 1648 Devrimi (İngiliz değil, Westfalya)’nın ‘somut katkıları’nı öveceklerdir.
Almanya’da Friedrich Schiller (1790-92) Otuz Yıl Savaşlarının ‘avrupaî’ özelliğine dikkat çekecek, Modern Avusturya Ordusunun kurucusu Wallenstein üzerine yazacaktır. O arada, savaş boyunca Fransız, İspanyol ve İsveçlilerin Almanları nasıl soyduğu anlatılacaktır.
Alman birliğini ve oradan Avrupa’nın birliğini savunan düşünürlerce, Westfalya ‘model’i, doğal olarak, bu birliğin önündeki en büyük ‘engel’ olarak görülecektir. Gerçekten de güçlü bir Fransa karşısında, bağımsız ‘devletçik’ler biçiminde kalmaya zorlanmış bir Almanya vardır.
1850’lerden sonra Alman prensleri için, “Almanca konuşmadan önce Almanca düşünmeyi öğrenmeleri gerektiği” önerilecek, böylece bir ‘Ulusalcılık’ programı, düşünsel planda ortaya konulmuş olacaktır.
1871’den itibaren de Alman ‘Devlet-Ulus’unun kuruluşuna yönelinecektir.
Almanya ile ilgili parentezi kapatmadan önce, günümüz Alman Modeli’ne de değinilebilir:
Westfalya Antlaşmasının 350nci yıldönümünde, 1998’de, Alman tarihinde 1871-1945 dönemi bir parentez olarak görülmüş, Almanyanın 1648’deki gibi ‘mükemmel’ bir ‘federe’ devletler topluluğu olmasına vurgu yapılmıştır. Ve bu ‘Federal Alman Modeli’nin Avrupa’nın temel taşı olduğu ileri sürülmüştür.
Ne var ki, uluslararası bürokrat/teknokrat takımının, düşünsel temeli olmayan kurallarıyla yaşama geçirilmeye çalışılan Avrupa Birliği on-onbeş yıllık bir zaman diliminde ‘ayrışma’ya yönelmiştir.
Sonuç olarak, 1850’lerden sonra Alman prensleri için önerilen “Almanca konuşmadan önce Almanca düşünmeyi öğrenmeleri gerektiği” sözü, Arapça İbranice konuşmaya özenenler için şöyle de söylenebilir:
İleri-geri konuşmayı kim olsa yapabilir, önemli olan hangi dilden konuşulacaksa önce o dilde ‘düşünme’yi becerebilmektir.
Habip Hamza Erdem