DEVLET ve SERMAYE (IX)
Üretim ekonomisi palavrası
Sermaye, kişisel, ulusal ve uluslararası sermaye olarak tanımlanabilir.
Ve çoğumuz, çoğu kötülüğün ‘sermaye’ ya da ‘sermaye düzeni’nden kaynaklandığını düşünmüyor değilizdir.
Ama sermayenin ‘ne’ olduğu konusunda yeterince düşünmediğimiz açıktır.
Kuşku yok ki, para ve para benzerleri, yani ekonomik anlamda ‘para’ edebilecek her şey sermaye olarak tanımlanabilir.
Oysa sermaye, ekonomik anlamda para edebilecek şeylerin ötesinde, ekonomik anlamda para edebilecek ‘herşey’e dönüşmüş bir “toplumsal ilişki” ve daha doğrusu, “belirli bir üretim tarzına ait toplumsal ilişki”dir.
İlkel, feodal, kapitalist ya da gelecekte nasıl olacağını bilmediğimiz bir ‘üretim tarzı’ ve bu tarzlara göre biçimlenmiş ‘toplum’ların herbirinde ‘kenidine özgü’ bir ‘sermaye’ tanımı vardır.
Kapitalist toplumda ise, toplumun ‘belirli bir kesim’inin elinde tekelleşmiş olarak bulunmakta ve elinde sermayesi olmayanlara karşı belirleyici bir ‘güç’ olarak kullanılmaktadır.
Basitten karmaşığa gidilecek olursa, günümüzdeki ‘sermaye’ye ilişkin şu örnek verilebilir: bu satırları yazan bilgisayar ile herhangi bir holdingin bilgisayarı aynı tip, aynı model ve aynı marka olabilir. Ancak bu satırları yazan bilgisayar bir ‘sermaye’ olmayıp sadece bir ‘ürün’ iken, holdingin bilgisayarı üretim ve kârın aracılığını yaptığı ve ondan başka bir işe yaramadığı için ‘sermaye’dir.
‘Üretim ekonomisi üretim ekonomisi diyen, çokbilmiş yazar ve politikacılara göre ise, ‘herkesin son model bilgisayar’a sahip olmasını sağlamak için ‘üretmek’, en insancıl ve erdemli bir ‘politika’dır.
Kaldı ki, ‘üretim ekonomisi’ terimi ‘uydurma’ ve ‘boş’ bir terimdir.
Bir başına ‘üretim’, ekonomi politik diliyle, ‘üretim biçimi’ ya da ‘üretim tarzı’ dışında ele alınacak bir konu değildir.
Bugün dünya genelinde geçerli olan ‘üretim biçimi’ de ‘gizli el ekonomisi’ne dayanmaktadır.
Demek ki, gelişigüzel ‘üretim ekonomisi’ne geçeceğiz demek, gizli el ekonomisi içinde ‘gizli el ekonomisine geçeceğiz’ demek kadar boş bir deyimdir.
Ancak ‘gizli el ekonomisi’nden bir başka ‘üretim biçimi’ne geçeceğiz demek pek âlâ mümkündür.
Ne var ki, ‘üretim ekonomisi’ çığırtkanlarının ne böyle bir niyetleri vardır, ne de ‘olanak’ları..
‘Üretim ekonomisi’ teriminin, sözde ‘tüketim ekonomisi’nin karşıtı olarak kullanıldığını varsayalım.
O da yanlıştır, oraya da geleceğiz, ama ‘tüketicinin kral’ olduğunu ileri süren ‘ekonomistler’ bile, özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Yeni Sanayi Devleti [Nouvel Etat İndustriel- John Kenneth Galbraith (1908-2006)]’yle birlikte, üretimin olduğu kadar ‘tüketimin’ de ‘Uluslarüstü Şirketler’in tekeline geçtiğini kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Öyle ki; önce uluslararası ve ardından ‘uluslarüstü’ olan ve ‘ekonomi sektörü’nü karakterize eden ‘Büyük İşletme’ler, ekonomiyi olduğu kadar Devlet’i ve orada tüm toplumu ‘belirlemekte’dirler.
Bugün dünyanın en ücra köşesinde yemeye ekmek bulamayan insanlar, cep telefonu taşımakla kalmayıp, onun da en son modelini kullanmaya özendirilmektedirler.
Ne ki, Uganda’lı çobanın telefonunun işleviyle, Cargıll ya da Danon’un yöneticilerinin aynı marka telefonlarının işlevi aynı değildir.
Kaldı ki, bu ABD ya da Fransız ‘İşletme’ yöneticileri salt kendi Devlet’lerini değil, Türkiye ve Uganda’yı olduğu kadar, dünya üzerindeki ‘tüm’ Devletleri de yönlendirmektedirler.
Yani günümüzde, ‘Sermaye’ ve ‘Devlet’ bütünleşmiş bulunmakta, ‘Devlet-Ulus’ların Devlet’leri isteseler bile kendi uluslarının ‘çıkar’larına yönelik ‘üretim’ yapamamaktadırlar.
Dahası yapacakları ‘üretim’, ‘tüketim’e yönelik olmaktan çok, uluslararası sermayenin ‘hizmet’ine yönelik olmaktadır.
Burada, dünyanın ‘en büyük havaalanı’, ‘en uzun köprüsü’, ‘en geniş barajı’, ‘en duble yolları’nın salt en aptalca ‘savurganlık’ olmasının yanısıra, halkın gelecekteki ‘üretim’ine ‘el konulması’dan başka bir şey olmadığının da altı çizilmelidir.
Bu bölümü sonlandırırken, emperyalizmi sağda/solda arayanların, öncelikle ‘kendi Devlet’lerine bakmalarında yarar vardır diyelim.
Tam da bu nedenle, emperyalizmle mücadelenin, kendi Devlet’iyle ‘mücadele’den ayrılmaması ve gerçekten mücadele edebilmek içinse, önce kendi ‘Devlet’inin ‘feth’edilmesiyle mümkün olacağının altını çizelim.
Oysa, hep yapıldığı üzere, arabayı atların önüne koşmak misali, Devlet’in arkasında durarak emperyalizmle ‘mücadele’ edilebileceği savunulagelmiştir.
Bu konu, ‘kuramsal’ olarak, tarihin belli dönemlerinde ‘doğru’ olabilir; ancak yirmibirinci yüzyılda artık geçerliliğini yitirmiştir.
Bu gelişmeyi dikkate almadan, yine otuzlu yıllardaki ‘Devlet’in niteliğiyle günümüzdeki ‘değişim’i görmeden, ‘otuzlu yıllar’ özlemiyle yanıp tutuşmanın yarardan çok zarar verdiği bile ileri sürülebilir.
Burada, 27 Mayıs Devrimi’nin, Devlet’teki yozlaşmaya karşı yapılmış bir ‘girişim’ olduğu, ancak ‘nefesinin yetmediği’ üzerinde de durulabilir.
Oysa erken kalkan, ‘Darbe’lere karşı olmak hevesiyle, Devlet’teki ‘yozlaşma’yı görmezden gelebilmektedir. ‘Sermaye’nin Devlet’i ‘feth’etmeye başladığının da denilebilir..
‘Sermaye’ ve ‘Devlet’ ilişkisi, demek ki alabildiğine ‘karmaşık’ bir ilişki olup, tarihsel temeline oturtulmadan anlaşılamaz.
Ve ‘üretim ekonomisi’ gibi boş sloganların, bu ‘anlaşılmaz’lığı daha da derinleştirmekten başka bir işlevi olmamaktadır.
Habip Hamza Erdem