Devleti Deneme Tahtasına Çevirdiler
Epeydir duruyorum üzerinde, yazıyorum; yazılmayacak gibi değil çünkü. Türkiye özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dış İşleri Bakanlığı’na getirilmesiyle, dış politikada çok tehlikeli bir yola sapmış bulunuyor.
I) Bir devletin hedefleri, politikaları bu kadar mı değişken olur? İktidardaki partinin değişmesi ile, iç ve dış politikalar böylesine mi ters yüz edilir? Oysa bir devletin –eğer gerçekten devletse- kolay kolay değişmeyen ilkeleri, yönelişleri olmalıdır; özde değişmeyen bir dünya görüşü, bir stratejisi olmalıdır.
İktidardaki parti; “bizi millet seçti” diyerek her şeyi yapabileceğini, aklına geleni uygulayabileceğini sanıyor. Bir zatın o ünlü lafı çok iyi anlatacaktır ne demek istediğimi: “İşte başbakan oldun, istediğini asar, istediğini kesersin.”
Oysa bu tutum doğru değildir, meşru değildir, neden? Çünkü demokraside irade ve egemenlik ancak milletindir. TBMM de, hükümet de, başbakan da yalnızca milletin emrine itaat etmekle yükümlüdür. Egemenlik yetkisi asla tek bir şahsa verilmemiştir. Kendilerine milletin kaderi emanet edilmiş olanlar, iktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, yalnız millete hizmet için getirilmişlerdir. Halk bir kadroyu “ülkeyi yönet” diye seçtiyse, birini devletin yüksek bir makamına getirdiyse, “istediğini yap” diye değil, “benim irademi uygula” diye getirmiştir. Eline egemenliği, “sana gücümü emanet olarak verdim, ama kendi tutkularını değil, benim tutkularımı, eğilimlerimi, benim arzularımı gerçekleştireceksin” diyerek vermiştir. “Bir iş yaparken hep bu ölçütü esas al, kendi veya başka birinin ihtiraslarını değil” demiştir.
Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özellikle son 10 yıldır, iktidara gelen partiye göre, hatta onun liderinin keyfine göre yönetiliyor. Oysa Türkiye’nin, bugünü ve geleceği ile ilgili ana hedef ve yöntemleri belirleyen bir devlet politikası olmalıydı. İktidara gelen bir parti bu ana modele uymalı, farklı uygulamalara yalnızca ayrıntılarda, üslupta gidebilmeliydi. Batıda, ABD gibi ülkelerde bu böyledir. Demokrasi olacak diye devlet şunun, bunun, şu veya bu partinin oyuncağı yapılmamalı, “kapasitesi belirli” şu veya bu şahsın deneme tahtasına çevrilmemeliydi.
II) Yukarda belirttim, özellikle Davutoğlu’nun gelişiyle dış politikamız tamamen değişti. Bakın, en son sarf ettiği şu sözlere: “Suriye'yi ayağa kaldırın... İnşallah bir gün yeni bir Suriye'nin doğuşuna hep beraber şahit olacağız. Aramızdaki vize duvarlarını kaldırdığımız gibi, bütün duvarları kaldıracağız. Şam'dan kalkan biri barış ve emniyet içinde İstanbul'a hiçbir engelle karşılaşmadan gelebilecek. Halep'le Antep arasındaki, Resulayn'la Ceylanpınar arasındaki, Akçakale'yle Telabyad arasındaki, Bayırbucak'la Yayladağ arasındaki engelleri tümüyle kaldıracağız.”
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu sözleri, öncekiler gibi dış politikada esaslı bir dönüşümü, yani federalizmi, “Yeni Osmanlıcılık” planını, Amerika’nın “Osmanlı Milletleri Topluluğu” planını ima etmiyor mu? Yanıtınızı kolaylaştıracak başka kanıtlar da var; işte Davutoğlu’nun daha önceki ifadelerinden en çarpıcı olanlar, özetleyerek veriyorum 1 :
• 2012 "Ortadoğu'dan çıkışımızın 100. Yılıdır. Yüzyıl sonra öyle bir dönem yaşıyoruz ki bütün Ortadoğu coğrafyasında Türkiye'den tekrar büyük beklentiler var. Türk bayrağının görüldüğü yerlerde bir beklenti dalgası oluşuyor.
• Türkiye AKP eliyle dünyaya liderlik örneği sergiliyor. Bir kriz dönemindeyiz. Böyle dönemlerde, bir milletin kültürel kodlarına sahip çıkan temsilcileri varsa, bu temsilciler özgüven ve kararlılık içinde kendi topraklarında savundukları değerleri dünyanın her yerinde savunuyorlarsa, o milletin yükselmesi kaçınılmazdır.
• AK Parti kadroları olarak 100 yıl önce kaybettiğimiz topraklardaki kardeşlerimizle yeniden buluşacağız. Osmanlı Devleti'nin kaybettiği topraklara yeniden açılacağız.
• Biz Ortadoğu halklarının talepleri yanında yer aldık, yanında yer almaya da devam edeceğiz. İnşallah bu taleplerin hayata geçmesiyle birlikte, yeni bir Ortadoğu'nun kurulmasıyla birlikte, sadece Türkiye'nin yükselişi değil, bütün bu bölgenin yükselişi olacak. Bütün bu coğrafya yeniden şekillenirken, tarihî coğrafyamız tekrar ayağa kalkarken, bu kardeş halklarla birlikte sadece bölgemizi yeniden inşa etmekle kalmayacağız, uluslararası düzeni de yeniden inşa edeceğiz.
Ve Usta…,Tayyip Erdoğan, o da geri kalmıyor: Biz Domaniç’te Osmanlı’yı kuran ruhun anlayışı ile hareket ediyoruz. Biz ecdadımızın gittiği her yere gitmek zorundayız.”
III) Durum bu, ne yazık ki … Ancak işin çok daha trajik başka bir yönü var: Söz konusu politika değişikliğinin, Türkiye’nin çıkarları ile, halkımızın arzuları ve eğilimleri ile hiçbir ilgisi yok. Türkiye’nin çıkarları öyle gerektiriyor diye, halkımız öyle istiyor diye yapılmamıştır bu keskin değişiklik. Öyle olsa amenna…, ancak değil. Halk bu şahısları “haydi gidin, Suriye’de devlete karşı ayaklanan teröristlere destek olun, ülkenin parçalanmasına Amerikan planı hesabına katkıda bulunun” diye seçmedi ki… Apaçık ortadadır, emperyalizmin çıkarları, onun dev küresel şirketlerinin çıkarları söz konusudur burada, esas itibariyle Amerikan çıkarlarının hizmetinde olan bir dış politika söz konusudur. ABD’nin küresel politikaları hakkında biraz bilgi sahibi olan herkes, bunun BOP denen Amerikan projesinin bir parçası olduğunu kolaylıkla fark edebilir. “Bir planı olmayan başkasının planının parçası olur” diye boşuna dememişler.
Oysa, büyük güçlerle, özellikle Amerika ile ortaklık bize hayır getirmez. Sonunda kaybedecek olan Türkiye olacaktır. İsmet İnönü’nün bir sözü bu bakımdan uyarıcıdır, ders vericidir: ''Büyük devletlerle ilişkiye girmek, ayıyla yatağa girmeye benzer.” Bir de aslanla “stratejik ortaklık” yapmaya kalkışan yaban eşeğinin öyküsü var, o da öğreticidir: Avlanma bitince, sıra kurbanı paylaşmaya gelmiş. Almış sözü aslan: “Biliyorsun, ben kralım, en büyük pay benim. Aynı zamanda aslanım, ikinci büyük pay da benim. Sonra senden daha güçlüyüm, üçüncü pay da benim.” Yaban eşeği ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, Aslan “dördüncü payım da sensin” diyecekmiş gibi olunca, yaban eşeği oradan nasıl kaçtığını bilememiş.
Milletin hakiki ihtiyaçlarını göz ardı ederek, keyiflerine göre ülke yönetenlerin, milletin başına ne felaketler getirdiğine de örnekler vermek isterim. Bunlar, aynı zamanda “ibret almayanlar” için tarihin tekerrür ettiğinin de kanıtıdır. Örnekler kendi tarihimizden… Milletimiz, bugün AKP hükümetinin yaptığının bir benzerini geçmişte yaşadı, Atatürk’ten dinleyelim:
“Türk Milleti kendi iradesini, kendi vicdanının eğilimini yerine getirmek, uygulamak istiyorsa, egemenliğini mutlaka kendi elinde tutmalıdır. Geçmişte milletimizin başına hangi felaket gelmişse, kendi talihini ve geleceğini hep başka birinin eline bırakmasından gelmiştir. İrade ve egemenliğinden vazgeçen bir ulusun sonu elbette felakettir, elbette musibettir.
Tarihimizden en yakın bir örneği hatırlayalım: Birinci Dünya Savaşı… Bu savaşa girilmesi milletin iradesi ile mi olmuştur? Milletin, Birinci Dünya Savaşı’na girmek için yürekten bir arzusu mu vardı? Ben sanıyorum ki yoktu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’na girmeden önceki zamanlar felaketle sonuçlanan safhalarla doluydu. Kesin zorunluluk olmadıkça millet istemezdi ki savaş olsun. Bununla birlikte savaşa girilmiş ise, kabahat kendisinin değildir, diyebilir miyiz? Hayır diyemeyiz, kabahat ne yazık ki kendisinindir. Çünkü egemenliğini başka ellere vermiştir. Savaşa girdikten sonra da ordularımızın Romanya’da, Makedonya’da uğraştırılmasının, İran vahalarında ve Kafkas dağlarında perişan edilmesinin milletin iradesi ile bir ilgisi var mıydı? Kesinlikle yoktu. Fakat bunlar hep oluyordu. Çünkü millet, egemenliğini kendi elinde bulundurmuyordu.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyi kötü bir mütareke yapıldı. Millî onur bu şekilde az çok kurtarıldı sanılıyordu. Fakat sonra Kilikya düşman tarafından işgal edildi. Çanakkale ve İstanbul’a düşman girdi. İzmir Yunanlıların hücumuna uğradı. Peki, bunlar nasıl oldu? Şu şekilde oldu: Millet, egemenliğine sahip değildi ve milletin egemenliğini gasp edenler milletin iradesini değil, kendi iradelerini uyguluyorlardı, düşmanla birlikte hareket ediyorlardı.”
***
Temelleri sağlam olan ve özenle korunan bir devlet, en az demokrasi rejimi kadar gereklidir. Demokraside seçim sonuçları devletin ana yapısını bozmaya imkân vermemelidir. Halkın yarısının oyunu almış olsa bile bir parti, devleti, temel ideolojisinden ayırma lüksüne sahip bulunmamalıdır. Türkiye gibi bir ülkede ne devlet ne de toplum bunu kaldırabilir.
Bugün Türkiye’de seçim kazanan bir partinin lideri, istediği her şeyi yapabileceğini sanıyor. Daha kötüsü fikirleri halkın ruhundan almadığı gibi, kararları veren de kendisi değildir. Uygulanan, Amerikan iradesidir, dev Amerikan şirketlerinin planıdır. Devletimizin bu zayıflığından istifade edenlerle yapılan işbirliği, milletimizi büyük bir felakete sürüklüyor. Sağduyu bu gidişe bir an önce dur demelidir.
Bütün sorun, halkımızın, irade ve egemenliğine yeterince sahip çıkmamasıdır. Ne yazık ki bu bilinci hâlâ tam olarak kazanmış değil. Dolayısıyla millî egemenliği eline geçiren, halkın iradesini istediği gibi saptırabilmekte, istediği şekilde, istediği güçlerin hizmetinde kullanabilmektedir.
1 Cihan Dura, “Binmişiz Bir Alamete Gidiyoruz Kıyamete”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/151-bnmz-br-alamete-gdyoruz-kiyamete.html
Prof. Dr. Cihan DURA, 30 Aralık 2012