''Salat'' sözcüğü ''salv'' kökünden türemiştir ve ''salv'' kelimesinin mastarıdır. Bunun gibi, emir kipi olan ''salli'' ve çoğulu ''sallu'', geçmiş zaman belirten ''salla'' hep ''salv'' kökünden türemişlerdir.
Bugüne kadar yapılan Kur’an çevirilerinde ''salv'' kökünden türeyen yukarıda belirttiğimiz kelimelerin tümü ''namaz'' ve ''dua'' anlamlarında çevrilmiştir. Kur’an çevirmenlerinin kullandığı Arap dilinin güvenilir kaynağı olarak bilinen Kur’an Terimleri Sözlüğü’nde Ragıp El İsfahani, “din bilginlerinin bildirdiğine göre salat, namaz ve duadır” demiştir. Açıklamasında ne din bilgini ismi vermiş ne de bir kaynak eser belirtmiştir. Ragıp El İsfahani salat kelimesini neredeyse bir geçiştirmeyle açıklamıştır.
''(salv) sözcüğü, isim olarak ''uyluk'', fiil olarak da ''uylukları hareket ettirmek'' demektir. Bir kimsenin herhangi bir yüke destek vermek istediği zaman, uyluğunu (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümünü) yatay hale getirip yükün altına sokarak destek sağlaması da bu sözcük ile ifade edilir. Emir kipi olarak (salv) kökünden türediği kabul edildiğinde (salli) sözcüğü, ''uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap'' anlamındadır''.91 ''salv'' sözcüğünün mastarı ''salat''tır. Aynı bizde ''yürü'' fiilinin mastarı ''yürümek'', ''git'' fiilinin mastarı ''gitmek''de olduğu gibi. Bu anlamda salat destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, sorunların çözümünü üzerine almak, gerekeni yapmak anlamlarındadır.
Bugüne kadar yapılan Kur’an çevirilerinde ''salat'' kavramı karşılığı olarak ''namaz'' ve ''dua'' kelimelerinin kullanılması doğru değildir. Salat, ''namaz'' veya ''dua'' değildir. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan ''Kur’an’da namaz yoktur'' anlamı kesinlikle çıkarılmamalıdır. Söylediğimiz şey şudur: Namaz İslam'da vardır ama salat sözcüğünün karşılığı değildir.
Sayın Hakkı Yılmaz'ın belirttiği gibi Kur’an’da namazın kaynağı olan ayet Araf 55'tir:
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez.
Namazın tarifi bu ayette verilmektedir. Rabbinize tazarru ile dua edin; Rabbinize alçala alçala dua edin. Bu ayette geçen ''tazarru'' kelimesi ''alçala alçala'' anlamındadır. Ve namazdaki alçalmaları tarif etmektedir: 1.Alçalma: el bağlayış ve boyun büküş. 2.Alçalma: ellerimizi dizlerimize koyduğumuz bölüm. 3.Alçalma: yere kapandığımız bölüm. Buradaki alçalma hem bedenen hem de gönül olarak alçalmadır. Allah’ın büyüklüğü ve onun karşısında duyduğumuz acizlik duygusu gereği bedenen ve manen tazarru ile alçalmak, bugün adına ''namaz'' dediğimiz eylemdir. ''Namaz'' kelimesi Türkçe değildir; dilimize Farsçadan geçmiş bir kelimedir. ''Namaz'' kelime olarak Arapçada da yoktur. Adına ''namaz'' dediğimiz eylemin Kur’an’daki aslı ve Türkçesi Araf 55 ile bildirilen “alçala alçala yakarmak” eylemidir.
Namazın Kuran'daki kaynağını tespit ettikten sonra, biz asıl konumuz olan salata dönelim. Salatın uyluklamak, destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, sorunların çözümünü üzerine almak, gerekeni yapmak anlamında olduğunu belirtmiştik. Salat kavramı içerisine tüm sorunlar girer; evin, ailenin, mahallenin, ülkenin, dünyanın sorunları salatın uğraştığı sorunlardır ve salat iki yönlüdür: 1.Zihinsel yön 2.Mali yön.
Zihinsel Yön: Eğitim, öğretim yolu ile bireyleri toplumları aydınlatmak, olgunlaştırmak.
Mali Yön: Çeşitli imkanlar ile bireylerin mali sıkıntılarını sırtlamak, iş imkanları sağlamak, emeklilere, hastalara yeterli güvenceyi vermek vs.
Yine Kur’an çevirilerinde yapılan bir diğer yanlış da ''ekimus salate'' kavramının ''namazı kıl'' ya da ''namazı dosdoğru kıl'' şeklinde tercüme edilmesidir. ''ikame'', ''kılmak'' ya da ''dosdoğru kılmak'' değildir. ''ikame'', dikmek ve ayakta tutmak anlamındadır. ''ekimus salate = salatı ikame et, salatı dimdik tut, salatı ayakta tut” demektir.
Salatı ikame etmenin zihinsel yönü: Eğitim öğretim için okullar açmak, düzenli bir eğitim sistemi kurmak ve bu sistemi ayakta tutmak, eğitim ve öğretim alanında sosyal sorumluluk almak. Bu görev devletin olmakla birlikte, kişilerin vakıflar dernekler vasıtasıyla yoksul çocukların özellikle kız çocuklarının okutulmasına ve aydınlatılmasına yönelik faaliyetleri de salatın ikamesidir.
Salatın ikamesinin mali yönü ise: İş alanlarının açılması suretiyle işsiz ve aşsız kesimin kendi emeği ve onuru ile kendi ekmek parasının temini; Sosyal güvenlik kuruluşlarının teşkili ile emeklilerin ve kendine bakamayacak derecede yaşlıların sosyal güvencelerinin temini; yoksul ve yetimlerden bekar ve dul olanlarının her türlü çeyizleri ile birlikte evlerinin kurulmasıdır. Zihinsel ve mali yönü belirtilen tüm sorunların sırtlanması, dertlere deva olunması, tüm bunlar yapılıyor ise sistemin ayakta tutulması salatın ikamesidir.
Salat, Peygamberimizden sonra namazlaşmıştır. Salata çağırmak için bugün ''ezan'' dediğimiz duyuru yapılırdı. Dinin emrettiği, İslam yolunda malıyla ve canıyla didinmektir. Ancak o vakitler, bu işi istemeden, sadece gösteriş amacıyla yapan riyakarlar vardı. Peygamberimiz bu riyakarları samimi Müslümanlardan uzak tutmak istemiştir. Bunun için salatın önünden, yapılan tüm salat faaliyetinin ''Allah adına'' yapıldığını gösteren bir yakarış (namaz) ifa edilmiştir. Yakarış (namaz) bittikten sonra peygamberimiz cemaate dönmüş ve cemaatin ne sorunu varsa dinlemiş, gereken emirleri vermiş, aç varsa doyurulmuş, barınaksız varsa barınak temin edilmiş, zulüm varsa üstüne gitmenin yolları istişare edilmiş, savaş gerekiyorsa onun kararı verilmiştir. Yani Peygamberimiz zamanında uygulanan salat, başta yapılan yakarıştan (namazdan) sonra başlamıştır. Emevi hükümdarları Muaviye ve oğlu Yezid zamanında yozlaşma başlamıştır. Mervan döneminde yozlaşma ve salatın terk edilmesinin ilk adımları atılmıştır. Bugün de camilerde imam namazı kıldırdıktan sonra geriye döner. İşte salat bu geriye dönüşten sonra başlardı. Bütün sorunlar masaya yatırılır, uyluklanması gereken uyluklanır, desteklenmesi gereken desteklenir, eğitilmesi gereken eğitilir, her derde deva olunurdu. Bugün sadece dönmek kısmı kalmış, salat ifa edilmez olmuştur.
Hz. Muhammed zamanında müşriklerin hazmedemediği şey, burada salat ve salihat kavramları çerçevesinde anlatmaya çalıştığımız ve Kur’an’da tarifi bulunan dindir. Konu ne olursa olsun, kişiler zamanlarından ayırıp eğitim öğretim görmek isteyenleri eğitecek, aydınlatacak, olgunlaştıracak, maddi imkanı olmayanlar için ellerini ceplerine atacak, tüm sosyal sorunlar her bir birey tarafından her gün tartışılacak, çözümler üretilecek, her bir birey mahallesinden şehrine, ülkesinden içinde bulunduğu dünyaya kadar birçok sorunla ilgilenecek, bunları çözmek için aklını işletecek, herkes aktif ve bilfiil çalışır durumda olacaktır. İslam, miskin, eve kapanmış, zulme sesiz kalan bir insan tipi değil, her an ve hayatın her aşamasında aktif, sosyal ve aksiyon halinde bir insan tipi arzulamaktadır. Bugünün eve kapanmış seccade dışına çıkmayan Müslümanlık anlayışı, Kuran'ın arzu ettiği bir anlayış değildir. Dinde amaç malıyla ve canıyla Allah yolunda çalışmak çabalamak didinmektir. Müşriklerin hazmedemediği şey kendi malları üzerinde diledikleri gibi tasarruf edememeleri, canlarıyla mallarıyla Allah yolunda çalışıp çabalayıp didinmek zorunda olmalarıdır.
Hz. İbrahim zamanından beri Kabe Allah'ın evi idi ve insanlar Kabe'yi ziyarete İbrahim'den bu yana gidiyorlardı. Hz. Muhammed’in de mensubu olduğu Kureyş kabilesi İslamiyet’ten önce cahiliye döneminde Kabe'nin işlerini üstlenmişti. Kabileye dahil her sülalenin bir görevi vardı. Kabe'nin bekçiliği, hacıların güvenliği, hacıların barınak ve yemek yedirme işleri, su dağıtımı, hacılara yardım gibi konuların her biri Kureyş kabilesine mensup sülalelerce paylaşılmıştı. Bu hac turizmi Kureyşlilere hem saygınlık hem de fazlaca kazanç sağlıyordu. O dönemde Arabistan hiç güvenli değildi. Saldırıya uğramadan bir yerden bir yere gitmek ya da ticaret kervanları çıkarmak çok zordu. Saldırılar sonucu insanlar öldürülüyor ya da köle olarak alıkonuyordu. İnsanlar huzursuz ve tedirgindi. Her an bir saldırıya uğrama endişesi içinde yaşıyorlardı. Oysaki Kabe'nin hizmetkarları konumundaki Kureyşliler herkesten saygı görüyordu. Mekke'nin saldırıya uğraması söz konusu olmadığı gibi, sadece Kureyşli olmaları, rahatlıkla kervan çıkarmalarına yetiyordu. Çok kimsenin rüşvetle ve binbir zorlukla yürüttükleri kervan ticaretini Kureyşliler güven içinde yapabiliyordu. Mekke bu güvenlik sayesinde cahiliye döneminde ticaretin merkezi konumunda idi. Bu güvenlikli durum sayesinde de hac turizmi yanında kervan ticaretinden de oldukça yüklü paralar kazanıyorlardı.
Hz. Muhammed bilindiği üzere Kur’an’ı tebliğ aşamasında müşriklerle amansız bir mücadeleye girdi. Müşrikleri, tek olan Allah'a imana çağırıyordu. Fil Suresinin inmesine sebep olan olayda, Habeşistan valisi Ebrehe ve ordusunun Allah'ın gazabına uğraması üzerine, Mekkeliler on yıl kadar putlarını bir kenara bırakmışlar, Tek Allah'a ibadet etmişlerdi. Aslında şimdi de Muhammed'in tebliğine uymamaları için bir sebep yoktu. Hz. Muhammed onlara hiç duymadıkları bir şeyi söylemiyordu. Müşrikler zaten Allah'ı biliyor ve O'na inanıyordu. Ancak Allah'ın yanında kendilerini Allah'a yakınlaştıracağını düşündükleri putlara da inanıyorlardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına neden olup yüzlerce insanın ölmesine sebep olacaklarına, elbette ki Allah'ın birliğini kabul edebilirlerdi. Canları ve malları Hz. Muhammed’in ordusu karşısında tehlikeye girmiş iken iman edebilirlerdi. Ya da iman etmeseler bile öyle gözükebilirlerdi. Ancak yapmadılar, yapamadılar. Muhammed karşısında zor durumlara düşmelerine, canlarını kaybetme durumuna gelmelerine rağmen iman etmediler. Bu da bize konunun sadece iman ile ilgili olmadığını gösteriyor. İmanın yanında Allah müminlerin kendi yolunda canlarıyla ve mallarıyla çalışıp didinmesini istiyordu; cennet karşılığında müminlerin canlarını ve mallarını satın aldığını söylüyordu. İslam zulme karşı canıyla ve malıyla çalışıp didinecek neferler istiyordu. İslam salatla salihat işlemekle elini taşın altına koyan ve Mekke'deki egemen sınıfın hakimiyetine mazlumlar yararına son veren bir sistem istiyordu. Mekkeli müşrikler, eğer İslam'ı kabul ederlerse kurmuş oldukları düzenin ellerinden gideceğini biliyordu. Rahatlarının kaçacağı, düzenlerinin bozulacağı ortadaydı. Ellerini ceplerine atmak zorunda kalacaklar, başkaları için harcamak zorunda kalacaklar, salat etmek, salihat işlemek zorunda kalacaklar, kısaca ekonomileri ve kurdukları düzen bozulacaktı. Yoksa iman etmek ya da iman eder gözükmek Mekkeli müşrikler için hiç de zor değildi. Konu İslam'ın getirdiği sistemin kendi sistemlerini bozması, altın yumurtlayan tavuğun kesilmesi idi. İslam mallarına ve canlarına dokunduğu için iman etmediler. Eğer İslam'ın getirdiği sistem mallarına dokunmamış olsaydı, İslam beş vakit namaz, bir Cuma'dan ibaret olsaydı, Muhammed'in ordusu karşısındaki tehlikeleri göze almazlar, çoktan Müslüman olurlardı. Ve bildikleri sistemi yürütmeye, yine ceplerini doldurmaya devam ederlerdi. İslam ceplerine dokunduğu için, mal sevdası Allah sevgisinden üstün geldiği için iman etmediler, edemediler. Kasas 57 bu durumu çok güzel açıklamaktadır:
Ve "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızk olarak, her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, haram [dokunulmaz] bir yere [Mekke'ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas, 57)
Salat dinin direğidir. Salatın hakkıyla uygulandığı bir toplumda cehalet ve açlık olmaz. Cehaletin ve açlığın olmadığı bir toplumda, müşrikler insanları kandıramaz, ceplerini dolduramaz. Dört halife döneminden sonraki Emeviler döneminde dinin salat yönünün askıya alınması müşriklerin çıkarları ile örtüşmektedir. İslam'ın gözü açık, aydın, hayatın her aşamasında aktif insanı, başkalarını sömürmeye ve onların sırtından para kazanmaya alışmış kodamanların işine gelmemektedir. İslam, aydın ve karnı tok insanlardan oluşan bir barış toplumu arzularken, mal düşkünü kodamanlar, cahil ve aç insanlar arzulamaktadır. Cehalet insanları sömürmenin olmaz ise olmaz koşuludur.