
Dil bir iletişim aracı olduğu gibi, söz sanatlarının da temel yapı taşıdır. 0, insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmıştır ve insan toplulukları var olduğu sürece de yaşamasını sürdürerecektir. Bu nedenle onun, ulusların yücelmesinde ve aydınlanmasında çok önemli bir yeri vardır.
Dil, toplumların dışında kendi başına oluşan, bağımsız, çözümlenemeyen bir kurum değildir. Onun da gelişimi, ilerlemesi, bilimsel olaylarda görüldüğü gibi bir takım yasalara bağlıdır. Bu yasaları ve dilin oluşum çizgisini daha iyi kavrayabilmek için, onu tarih ve sosyo-ekonomik koşulları içerisinde ele alıp, incelemek gerekir.
Biliyoruz ki, bir toplumun üst yapısını, kültürünü, edebiyatını, sanatını, dinini, hukukunu alt yapı, yani ekonomik düzen belirler. Başka bir deyişle, bir toplumun manevi yaşantısı, maddi yaşantısının bir yansımasıdır. Alt yapı değiştiği zaman, üst yapı kurumları da ona bağlı olarak değişir.
Bu kısa açıklamadan sonra şimdi şöyle bir soru çıkmaktadır karşımıza: Acaba dili de bir üst yapı kurumu sayabilir miyiz?
Bu soruya vereceğimiz yanıt kesinlikle “hayır” olacaktır. Çünkü görüyoruz, bir ülkede ekonomik düzen birçok kez değiştiği halde, dil önemli bir değişikliğe uğramadan kalıyor. O, aynı zamanda hem çöken hem de yükselen sınıflara hizmet ediyor. Hiçbir sınıfın tekeline girmeden, toplumun tüm katları tarafından “ortak bir iletişim aracı” olarak kullanılıyor.
Fakat dil bazı dönemlerde; bu “ortak iletişim aracı olma” özelliğini yitirebilir. Küçük bir sosyal grup eliyle bozulup yeniden düzenlenerek, geniş halk yığınlarının konuştuğu yaşayan, canlı dilden bağlarını koparıp, bir azınlığın bozuk dili (jargonu) haline dönüşebilir. Ne ki, bu yeni biçimiyle artık o, toplum içerisinde haberleşme, iletişim görevini de yerine getiremeyeceği için, giderek yavaş yavaş çürümeye, yok olmaya yüz tutacaktır.
OSMANLICA BİR BOZUK DİLDİR
Bu çeşit sınıf jargonlarına bizde en iyi örnek Osmanlıcadır. Bu bozuk dil, halk Türkçesine karşı feodal Osmanlı sınıfı tarafından yaratılmıştı. Arapça, Türkçe ve Farsçanın karışımından oluşuyordu. Kullanım alanı çok dardı. Özellikle devlet ve saraylı kültür adamlarının tekelindeydi. Bundan dolayı da hiçbir zaman, tüm halk için bir haberleşme ve iletişim aracı olma özelliğini kazanamadı. Aslında tarihte bir azınlık dilinin tüm zorlamalara karşın geniş halk yığınlarının konuştuğu dilin yerini aldığı hiç görülmemiştir. Nitekim 16. yüzyılda Baki,
“Ey pay bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ key heva-yi meşgale-i dehr-i bî-direng”
gibi, Arapça ve Farsça karışımı bir dille Kanuni’ye mersiyeler yazarken aynı yüzyılda yaşayan Pir Sultan Abdal,
“Yürü bre Hızır Pasa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir”
diye, bütün halkın ortak malı olan arı, duru bir Türkçe ile haksızlıklara ve yolsuzluklara karşı çıkıyordu.
O yıllarda kültür adamları ve saray çevresindeki sanatçılar bu yalın halk dilini küçümsüyor, eserlerini Arapça ve Farsça yazıyorlardı. Turgut Özakman’ın deyişiyle “Türk’ün hor görüldüğü dönemlerde Türkçenin de hor görülmesi olağan bir sonuçtu.”
Yeni yeni topraklar Osmanlı mülküne katılıp, imparatorluk yürüyüşü hızlanınca, Türklük gibi Türkçe de aşağılanmaya, hor görülmeye başlandı. Bazı çevrelerde Arapça ve Farsça hayranlığı beyinlere öylesine derin kazılmıştı ki, “Türkçe'yi yontulmamış, kaba bir inci tanesi”ne benzetenler bile çıkmıştı. Kendisinden kitaplarını Türkçe yazmasını isteyen bir şaire 16. yüzyıl tarihçisi Keşfi şöyle diyordu:
“…Ayrıca Türk dili iri bir inci tanesi gibi yontulmamıştır ve iç tırmalayıcıdır. 0 nedenle yeryüzündeki zarif yaratışlı kişilerce hoş karşılanmamakta, dilde kurallara önem veren kimselerin anlayış ve beğenisine uygun düşmemektedir…” (Keşfî, Selim-nâme)
Daha sonraki yıllarda Sünbülzade Vehbi, Türkçenin mutlaka Arapça ve Farsça ile birlikte kullanılması gerektiğini, Arapça ve Farsçadan mahrum bir “söz kuşu”nun uçamayacağını ileri sürmüştü. Ona göre Türkçe bir “söz kuşu”ydu ve bu kuşun uçabilmesi ancak Arapça ve Farsça kanatlarının olmasıyla gerçekleşebilirdi.
Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun dağılma, çöküş döneminde, halkın konuştuğu Türkçe ile yazı dili arasındaki uçurum gittikçe derinleşmekteydi ve devlet dairelerinde Arapça, Farsça, Türkçe karışımı bir yazı dili kullanılıyordu. Resmî kuruluşlara işi düşenler, oralardan aldıkları evrakları anlayabilmek için bir de Türkçeye çevirtmek zorunda kalıyorlardı. Mahkemelerde sözlü ifade verenler, tutanağı okudukları zaman, anlattıklarının Arapça yazıldığını sanarak, şaşkınlık içerisinde, çaresiz, belgeyi imzalıyorlardı.
Osmanlı imparatorluğunun güçsüzleştiği son dönemlerinde (bugün olduğu gibi) yabancı baskısı daha da artmış, dilimize yabancı sözcükler daha çok girmeye başlamıştı. Hatta halkın sıkça kullandığı “ekmek, kapı” vb. birçok sözcük, resmî yazışmalardan çıkarılarak yerine Arapça, Farsça olanları kullanılmıştı.
OSMANLICA'YA KARŞI TÜRK DİLİNİ SAVUNANLAR
Türkçenin böyle küçümsenip, aşağılanmasına karşılık, tarihimizde dilimize sahip çıkan, onu savunan birçok sanatçı, kültür ve devlet adamı oldu. Ali Şîr Nevaî bunlardan birisidir. 0, 1499 yılında yazdığı “Muhakemetü’l Lügateyn” (İki Dilin Yargılanması) adlı kitabında Türkçenin zenginliğini ve Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ve şöyle diyordu:
“Türkçe'de incelikler çoktur, bugüne kadar hiç kimse gerçeği düşünmediği için, bu gizli kalmıştır. Türk’ün bilgisiz, zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiir söylemeye özeniyorlar, insan eğer iyi düşünse, Türkçe'de bu denli genişlik ve açıklık varken; bu dilde şiir söylemenin daha yerinde ve kolay olacağını anlar. Türk dilinin olgunluğu bu denli delillerle meydana çıkarılınca, halk arasında yetişen şairler, öz dilleri dururken yabancı dille şiirler söylememelidirler..
Ali Şîr Nevaî gibi İkinci Murat da Türk dilini koruyup kollayanlardandı.
İkinci Murat “Kâbusname”yi çok sevmiş, fakat dilinin anlaşılmaz ve kapalı olması nedeniyle onu Mercümek Ahmed’ e şikâyet etmişti:
“Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Tâ ki mefhumundan gönüller hazzalsa” demiş, bunun üzerine Mercümek Ahmed bu 400 sayfalık eseri yeniden Türkçe'ye çevirmişti.
Yine İkinci Mahmut, 1827 yılında açtığı bir tıp okulunda okutacak Türkçe kitap bulamayınca, “tıp bilimini tümüyle kendi dilimize alıp, gerekli kitapları Türkçe olarak düzenlemeye çalışmalıyız” diye buyruk vermişti.
ULUSLAŞMANIN DİLE ETKİSİ
19. yüzyıl dünyada ve Osmanlı İmparatorluğunda uluslaşma hareketlerinin hızlandığı bir yüzyıldı. Osmanlı devletine bağlı yabancı topluluklar bağımsızlıklarını ilân ederek ayrılıyorlardı. İmparatorluk toprak ve kan yitiriyordu.
İmparatorluğu yönetenler ve aydınlar, bu gidişe “dur” diyebilmek için birtakım çözümler üretmeye koyuldular. Bunlardan bir kısmı çareyi “İslamcılık Hareketi”nde, bir kısmı “Osmanlı ulusunun güçlendirilmesi”nde, bir kısmı da “Türkçülük” akımında aradılar.
Zamanla, Batılı devletlerin bilim, teknik ve askerî alanlarda ileri gittikleri, Osmanlı'dan üstün oldukları anlaşıldı. Bunun üzerine devlet adamları ve bazı düşünürler yönlerini Batı’ya çevirdiler, Batılılaşıp(!) uygarlaşmaya karar verdiler.
1839′da açıklanan Tanzimat Fermanı’yla “yenilikçilik hareketi” ve birtakım düzenlemeler başladı. 1840′da “Ceride-i Havadis”, 1860 yılında ilk özel gazete “Tercüman-ı Ahval” çıkarıldı. Bu nedenle 1860, Tanzimat Edebiyatı’nın başlangıcı sayılır.
1. Dönem Tanzimatçıları Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami (uygulama alanına koymamış olsalar da) dilde yenilenmeyi, Türkçeyi Arapça ve Farsçadan arındırmayı savunuyorlardı.
1867’de Ali Süavi, “Haydi, ittifak edelim. Meselâ şarap diyecek yerde âteşreng demeyelim, düzce şarap diyelim, vesselam. Muradımız, mesele anlatmakken niçin halkı bir de ibare için düşündürelim. Gazeteleri İstanbul’da avam lisanı olan Türkçe ile yazalım.”
Yüzyılın sonlarında ise Şemseddin Sami, “dilimizi sadeleştirelim, dilimizi sadeleştirelim” diye bağırmaktan vaz geçmeyeceğiz” sözü ile yeni bir yol belirliyordu. Böylece dilin “bir iletişim aracı” olarak önemi anlaşıldı, bir dil bilinci doğdu. Yazı dilinin sadeleştirilmesi, yazı dili ile konuşma dili arasındaki farklılığın giderilmesi arayışları başladı, Osmanlı tarihinde ilk kez, 1876 Anayasasında resmî dilin Türkçe olduğu belirtiliyordu. 1908 Meşrutiyet devriminden sonra ise Türkçülerin önderliğinde Türkçe'ye dönüş hareketi iyice güç kazandı.
Özellikle “Genç Kalemler” dergisi çevresinde toplanan sanatçılar, yabancı sözcüklerden arındırılmış bir Türkçe'yi savunuyorlardı. Tanzimat sanatçılarından farklı olarak, aynı zamanda söylediklerinin uygulamasını da yazılarında ve sanat çalışmalarında yapıyorlardı. Yani ürünlerini o günkü ortama göre yalın sayılabilecek bir dille kaleme alıyorlardı.
Ömer Seyfettin, “milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ milli bir lisan ister” düşüncesini savunuyor, “Arapça, Farsça edatları atın, Arapça, Farsça terkipleri (tamlamaları) parçalayın!..” diye haykırıyordu.
“Genç Kalemler” ve “Türk Yurdu” dergilerini 1913’te “Halka Doğru”, 1914′te “Türk Sözü”, 1917'de Ziya Gökalp tarafından çıkarılan “Yeni Mecmua” izledi. Bütün bu Türkçü ve Türkçeci akımların yaygınlaşması sonucunda zayıf da olsa bir “dil bilinci”nin ortaya çıktığını; Yunus’ların, Pir Sultan’ların, Karacaoğlan’ların kullandığı halk diline ilginin arttığını görüyoruz.
ATATÜRK VE DİL
Osmanlı aydınlarının ve sanatçılarının yoğun bir şekilde dil tartışmaları yaptığı bir ortamda, elbette Mustafa Kemal Atatürk de böyle ulusal bir konuya uzak duramazdı. Nitekim 10 Aralık 1916 günü hatıra defterine yazdığı şu satırlardan onun dil sorunları ile yakından ilgilendiği açıkça belli oluyordu:
“…Yemekten evvel Emin Bey’in Türkçe şiirleri ile Fikret’in Rübab-ı Şikeste”sinden aynı konuda bazı parçaları okuyarak bir karşılaştırma yapmak istedim, ikisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da, diğerinde de Arapça, Farsça sözcükler var. Başkalık biri parmak hesabı, diğeri değil.” (Şükrü Tezer, Atatürk1ün Hatıra Defteri)
Mehmet Emin Yurdakul ve Tevfik Fikret’in şiirlerini inceleyen Atatürk, her ikisinin de dilinin ağır ve yabancı sözcüklerle dolu olmasını eleştiriyordu.
Yine Atatürk, 22 Eylül 1924′te, Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada ulusal bir dilin gerekliliği üzerinde duruyor ve şöyle diyordu: “Ulusal bir eğitimin ne olduğunu bilmekte artık hiçbir kuşku kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim temel olduktan sonra, bunun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusallaştırma zorunluluğu tartışma götürmez.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri)
Daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal’in Türk diline yaptığı en büyük hizmet, şüphesiz ki, Yakup Kadri‘nin deyişiyle “uzayıp giden tartışmaları bir yana bırakarak, dil işleriyle uğraşacak bilim kurullarını kurması, onların çalışmalarını yakın bir ilgiyle izlemesidir.”
1 Kasım 1928′de Lâtin harflerinin TBMM’de kabul edilmesinden sonra dilin sadeleştirilmesi konusu daha bir önem kazandı. Atatürk, her önemli tasarı ve işte yaptığı gibi, dil konusunda da önceden, birtakım araştırmalara girdi, Türk dilinin geçmişteki tüm özelliklerini ve kökenini inceledi. Daha sonra yapılması gereken çalışmaları şu sözlerle belirledi:
“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir yeter ki dil bilinçle işlensin.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabanca dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Bir aydınlanma savaşçısı ve öncüsü olarak Atatürk, “topyekûn eğitim seferberliği” açtığı yıllarda, Osmanlıcanın halkla aydınlar arasında bir duvar oluşturduğunu fark etmişti.
17 Ekim 1932 tarihli bildiride “dil devriminin amaçları” şöyle açıklanıyordu:
“Türk Dil Devriminin uygulamadaki dileği, yazı dilimizle konuşma dilimiz arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak, böylece Cumhuriyet Türkiye’sinde’ herkesin kolaylıkla okuma yazma öğrenmesine, okuduğunu açıklamasına, düşündüğünü yazmasına meydan açmaktır.”
Amaca ulaşabilmek için Atatürk, dilin yabancı sözcüklerden arındırılmasına karar verdi. Çünkü en büyük iletişim aracı, aydınlanmanın en güçlü yardımcısı dildi. Toplumla daha canlı bağlar kurabilmek, kültür devrimini yaygınlaştırabilmek için bu gerekliydi.
Bütün bu adımlar, ümmet toplumundan sanayi toplumuna geçiş aşamasında, ulusal dilin yaratılması için atılan çok önemli adımlardı.
Ne var ki özellikle 12 Eylül darbesinin ardından Atatürk’ün bu önemli ve yol gösterici görüşleri göz ardı edildi. “Ulusal bir dil oluşturma programı” rafa kaldırıldı. Mustafa Kemal’in “Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” amacıyla kurduğu, üzerine titrediği, yaşayabilmesi için İş Bankası senetlerini bağışladığı TDK, sahte Atatürkçüler tarafından işlevsiz duruma getirildi.
ABD’nin “bizim oğlanlar” (our boys) dediği karşıdevrimci generaller, kültür emperyalizminin değirmenine daha iyi su taşıyabilmek için, “ilk icraat!” olarak TDK ve Türk Tarih Kurumunu ortadan kaldırdılar. Atatürk’ün nice iç ve dış engellerin üstesinden gelerek, Türk ulusuna kazandırdığı özgüven duygusu ve ulusal gururu iğdiş etmeye dilden, tarihten başladılar. İşte emperyalistlerin istediği de tam bu idi…
Çünkü sömürgeciler çok iyi biliyorlardı ki, yabancı diller karşısında bağımsızlığını koruyamayan bir dil; onurunu, ulusal kimliğini de koruyamaz. Dil, Fazıl Hüsnü Dağlarca Ustanın deyişi ile bir “Ulusun ses bayrağı”, ulusal bilinci demektir. Ulusal bilinci kirlenen, yozlaşan ülkeler ise sömürge olmaya en yatkın ülkelerdir.
İşte bu nedenle emperyalist devletler, bir ülkeyi teslim alabilmek için işe önce dilden başlıyorlar. Ürettikleri sanayi ve tarım ürünleri ile birlikte kendi kültürel değerlerini de gösterişli reklamlarla tanıtmaya, yaygınlaştırmaya ve ihraç etmeye çalışıyorlar. Sömürge yapmak istedikleri ülkenin dilini, dinini, kültürünü ikinci plana atarak kendi programlarını dayatıyorlar. Amaç, ulusal kimliği yok edip, halkların bilincini köreltmek, bu yolla, Yeni Dünya Düzeninin gerçek, çirkin yüzünü onlardan gizlemek, daha sevimli gözükmek… Bunun için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar.
Örneğin (Türkiye’de olduğu gibi) bir ulusun eğitim dilini kendi dillerine çeviriyorlar. Uzun yıllar İngilizlerin yönetiminde kalan Hindistan’da İngilizce; Fransız sömürgesi Cezayir’de de Fransızca eğitim dili olarak kullanılmış, ulusal dil bir kenara itilmişti. Elbette böyle bir yöntemle dilin gelişimi engellenince, düşüncenin gelişimi de engelleniyor; sonuçta geçmişine, tarihine, ülkesinin sorunlarına yabancı bir toplum yaratılmış oluyordu.
Türkiye’de ise Özellikle 1980’lerden sonra uygulanan neoliberal politikalar, ulusal paraların yerini yabancı paraların alması, kitle iletişim araçlarının sınır tanımazlığı sonucunda, Batı kültürüne ve tüketim mallarına ilgi artmış, “Amerikan yaşam biçimi” baş tacı edilmişti..
Üzerlerinde FBI, CIA yazılı, Amerikan bayraklı giysilerle dolaşan gençlere her yerde rastlamak artık olağan bir görüntü. Bu yoz yaşam biçimi, yozlaşan, kirlenen dili de terkisinde getirdi. Amerikanca, Osmanlıca'nın yerini aldı. “Tarzan İngilizcesi”, argo konuşmak gençler arasında dayanılmaz bir çekicilik kazandı. İşte bu “moda konuşma” biçimlerinden birkaçı:
-”Ayıpsın (ayıp ediyorsun), takıl bana (benimle gel), baybay, babaaay, baay (hoşça kal), d’ont panik (telaş etme), hayret bişey, acaip güzel, korkunç güzel (çok güzel), bu gün fulüm (bu gün hiç vaktim yok), fifti fifti paylaşırız (yarı yarıya paylaşırız), cepleşiriz (telefon ederiz) cool adam (soğukkanlı, ağırbaşlı adam), bi dirink aliim (bir şey içeyim), çok kafa çocuk (çok iyi anlaşabileceğim biri), vaav, vooov, yihuuu (yaşasın)…
Aralarında böyle yoz bir dille iletişim kurmaya çalışan bir gençlik kesimi, elbette Türkiye’nin sorunlarına da uzak kalacaktı. Ne politika, ne sanat ne de yazın onun ilgi alanına girecekti. İşsizlik artıyormuş, Türkiye borç batağına batıyormuş, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyormuş, laik Türkiye Cumhuriyeti İslam cumhuriyetine dönüştürülüyormuş… “Ne gam!..” onun için “no problem, no panik….”
Gençlerimizin dili böyle de esnafımızın dili sanki onlardan çok mu farklı? İş yeri tabelalarını görünce, bir an, nerede olduğumuzu unutup, kendimizi Amerika’da ya da Avrupa’da sanıyoruz. “Yoksa bizi AB’ye aldılar da haberimiz mi yok!” diye kuşkuya düşüyoruz.
İşte bir caddenin küçük bir bölümünde rastladığımız işyeri adları:
"Red Apple, Herry, Trend, Cripino, LC Waikiki, Seven Hill, Porselen Vision, Elegant Home, Computur Center, Fıstık Center, Microsoft Certified technical Education, Dürüm Land, Nohut Food Center…"
Patates, nohut dürümü satan “DÜRÜMCÜ’lerimizin adı bile bir de bakmışız ki, “NOHUT FOOD CENTER” ve ” DÜRÜM LAND”e dönüşüvermiş…
Gelin, güzel Türkçemizi bu denli aşağılamayalım… Ona kıymayalım. Çünkü dilimiz; ulusal kimliğimiz, bağımsızlığımız demektir. Ekmek kavgamız için bile olsa, bağımsızlığımızın ticaretini yapmayalım…
Gelin “ses bayrağımız”la oynamayalım, oynatmayalım…
ali-eralp@hotmail.com
Ali ERALP, Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Kasım 2009
http://www.turkcelil.com/2009/11/dil-kirlenmesi/