DİL ÜZERİNE NOTLAR (IV)
Bütün Dillerin Kaynağı Türkçe Olmasın ?
1935 yılında, Ulus gazetesinde, “Dillerin kökeni sorunu ile ilgili Notlarımız” başlığıyla imzasız makalelerin yayınlandığı görülüyor.
Bu ‘Notlar’ın hazırlanmasında Rus dilci Pekarski, Fransız Hilarie de Barenton ve B. Carra de Vaux'un çalışmalarından yararlanılmış.
Ayrıca, Sırp kökenli Avusturyalı dilbilimci Hermann Kvergić'in Türk Dillerinin Kimi Ögelerinin Psikolojisi (La Psychologie de Quelques Éléments des Langues Turques) başlıklı basılmamış Fransızca çalışmasından da yararlanıldığı belirtilmiştir.
Bu çalışmaya göre, Türkçe’nin coğrafî yayılımı aşağıdaki haritadaki gibidir:
İbrahim Necmi Dilmen, ileri sürülen kurama neden ‘Güneş’ adının verildiğini ise şöyle açıklamaktadır: “Doğa yasalarını henüz tanımayan ilk insanların, ısıtıp aydınlatan o üstün varlığı dile getirmek için attıkları ilk çığlığın ‘Güneş’ olması” dolayısıyla..
Değil mi ki, dinsel meşruiyetten ‘bilimsel’ etno-nasyonaliteye, yani ‘Ulusal türdeşliğe’ geçilmektedir, bu ‘tarihsel kopuş’un ilk çığlığı da, sözkonusu türdeşliği sağlayacak ‘ilk çığlık’ olarak, ‘Dil Kuramı’ olacaktır.
Kuramın eksikleri vardır, yanlışları ve abartılı yanları da olabilir.
Ancak, sözgelimi ‘Atkinson’un Kuramı’nın yanında, ayakları çok daha yere basan ve çok daha ‘bilimsel’ bir kuram olduğuna da kuşku yoktur.
Örneğin Atkinson’un ‘Anne’ sözcüğünün coğrafi dağılımına bakarak kurduğu ilişki, ‘Güneş Dil Kuramı’nda ‘tarihsel temele’ oturtulmak istenmiştir.
Nitekim, İbrahim Necmi Dilmen, ‘tarihsel kanıt’ olarak şöyle yazmaktadır : Nasıl ki “İslam uygarlığı etkisi altında, Arapça ve Farsça sözcükler Türkçe’ye girmişse, sanayileşme ve Avrupa kültürünün yaygınlaşması ile birlikte de Fransızca sözcükler girmiştir. Demek ki, Orta-Asya’nın brakisefal Türklerinin dünyanın geri kalanına yayıldıkları zaman dolikosefal ırklarından üstün olan kendi kültürlerini götürmemiş olmalarını düşünmek olanaksızdır. Ancak, aynı zamanda, bu kültürden ‘yeni sözcükler’in doğmamış olması da düşünülemez. İşte biz bu tarihsel teze dayanarak Türk dilinin tüm kültürel dillerin anası olduğunu ileri sürüyoruz”.
Kuşkusuz, biz burada, ‘Güneş Dil Kuram’ını savunmak ya da eleştirmek durumununda değiliz. Ne ki, ‘Dil üzerine notlar’ımızda, değinmememiz de sözkonusu olamaz.
Kaldı ki, ileride, ayrıntılarına da gireceğiz.
Ancak, sözde ‘ilericilik’ adına ‘saçma-sapan’ ve ‘temelsiz’ eleştirilerin haksızlığına işaret etmeden de geçemeyiz.
Örneğin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “O dil kuramının hiçbir ciddi tarafı yoktur. Bizi, bütün dünya milletleri karşısında çıkmazlara sokan bir safsatadan ibarettir” demiş olması, ancak ve sadece, kendisinin henüz Osmanlı Karası’ndan kurtulamamış olmasına bağlanabilir.
1932’li yıllarda ileri sürülen ‘Güneş Dil Kuramı’ ya da ‘Türk Tarih Tezi’yle, aradan 80 yıl geçtikten sonra, 2012 yılında tartışılan Hint-Avrupa Dil Grubu arasındaki benzerliği, yazıyla değil ama ‘resim’le gösterecek olursak, Osmanlı Kara’larıyla Markssız ‘Sosyalist’lerin ‘yeniden düşünmek’ zorunda kalabilecekleri söylenebilir.
Anadolu Tezi Step Tezi’ne karşı
Daha 1890’lı yıllarda Otto Scharder’ın ileri sürdüğü Kurgan (Kourgane) uygarlığı tezinin ardından, onun devamı olarak 1925’lerden sonra Vere Gordon Childe (1892-1957) tarafından Helenistik Uygarlık Tezi ve Kurgan Steppik Tezi, bir bakıma Anadolu Uygarlığı’nı tarihten silme çabaları gibi görülmüş olabilir.
Tam da bu nedenle Güneş Dil Kuramı da bir ‘anti-tez’ olarak ileri sürülmüş olabilir.
Yineleyecek olursak, bütün bu ‘kuramsal çaba’lar, birer tez (hypothèse) olmanın ötesinde ele alınmamalıdır.
Ne var ki, tarihsel ve toplumsal gerçekliğe ilişkin ‘bilgi’mizi de ancak bu ‘tez’ler aracılığıyla artırabilmekteyiz.
Şimdi, başından buyana eleştirdiğimiz Quentin Atkinson’un, uyguladığı yöntem’in ‘Anadolu Tezi’ni destekleyen sonuçlarına ne diyeceğiz?
Gerçekten de, toplumsal ve kültürel olgulara doğa bilimleri (biyoloji) teknikleri uygulayan Atkinsoncu yaklaşım, genetik dönüşümlerde (mutations) kimi zaman ‘virüs’ örneği kimi sapmaların olabileceğini ileri sürmektedir.
Böylece ortaya çıkan ya da kaybolan kimi ‘akraba sözcükler’, biyolojideki genetik dönüşümler gibi düşünülebilmektedir: Değişik dillerde, örneğin Türkçe gece, Fransızca nuit, İngilizce night, Almanca nacht, giderek notten, noche gibi biçimler almış olabilecektir.
Bu da, uygarlıkların gelişmesi ve o arada dillerin yayılmasında, tarımsal tekniklerin, savaşçı fetihlerden çok daha etkin olabileceği savına götürmektedir.
Az yukarıda, ‘Güneş Dil Kuramı’nın da benzer bir kanıtlamaya yönelerek, sanayileşmenin gelişmesinden sözettiğine değinmiştik.
Görülüyor ki, daha işin başındayız ve bir değerlendirme yapmaktan henüz çok uzaktayız.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem