DİLLERİN DİLİ (III)
Fransa’nın ilk ‘ulusal kahramanı’ kimdir diye sorulacak olursa, Jeanne d’Arc (Jan Dark) olduğunu bilmeyen çıkmaz.
Jeanne d’Arc, Yüzyıl Savaşları’nın sonlanmasına, böylece Fransa üzerindeki İngiliz egemenliğinin kaldırılmasına önderlik eden Lauraine’li köylü kızıdır (1429).
Bu okuma-yazması olmayan kızcağızın biricik güdüsü ‘yurt savunması’dır.
Nitekim Jeanne d’Arc’ın çabasıyla Orléans’ın kurtarılmasının ardından, 1436’da Paris, 1450’de Normadiya ve 1453 yılında ise Guyenne kurtarılarak, Fransa Krallığı İngiliz egemenliğine son verecektir.
Ancak Yüzyıl Savaşları boyunca Fransız soyluları varlıklarının yüzde 75’ini kaybetmiş olacak ve savaş zengini burjuvalar hem toprak ve hem de parayla soyluluk ünvanı satın almış olacaklardır.
Böylece bin yıllık ‘feodal toplum düzeni’ temelinden sarsılacak, yeni toplumsal, ahlakî ve bilimsel arayışlara yönelinecektir.
Önce Vatan!
XVIncı yüzyıla girilirken Fransa, hemen hemen bugünkü sınırlarına kavuşmuş olacaktı.
1490 yılında Charles VIII (1470-1498) ‘François’ dili ya da ‘Anadil’de eğitim için bir ‘kararname’ (ordonnance) yayınlayacaktır.
Yani gerek Latince’nin geriletilmesi ve gerekse okuma/yazma oranının artırılması için yerel dil (patois) ya da resmî dil (François) olsun, ama bir ‘Anadilde eğitim’ öngörülüyordu.
Ne ki, burada dikkat edilmesi gereken konu, yerel dilde eğitimin ‘anadil’de eğitim demek olmadığıdır. Oysa bugün bile Anadil denildiğinde ‘Anadan öğrenilen dil’ anlaşılmaktadır, ki kökten yanlıştır. Çünkü anadan öğrenilen dile dil (langue) değil ancak ‘alt-dil’ (langage) denilebilir, ki salt bir ‘iletişim aracı’ olup, ortaya çıkışını insanlığın ilk dönemlerine değin geri götürmek olanaklıdır.
Meme, mama demek yetmediğinde ananın göğsünü göstermek yeter de artar.
Langage, ses ya da mimiklerle, bir dile getirirme, bir ifade biçimi, bir ‘iletişim aracı’dır.
Lo lo ya da le le demek, bir ‘dil’ değil, duygu ve düşünceleri ‘ifade’, herhangi bir dışa vurma biçimidir. Söyleniş biçimine göre sevinç mi üzüntü mü anlattığı ayırdedilebilir, o kadar..
Ama ‘önce vatan’, önce üzerinde yaşanılacak coğrafyada, toplum olmanın gerektirdiği kuralların uygulanabiliyor olması gerekmektedir.
Nitekim, vatan kurtulduktan sonra, bölge parlamentoları, Toulouse’da (1444), Bordeaux’da (1462) ve Aix-en-Province’de (1501) kararnamelerini Latince yayınlamaya devam etmelerine karşın, resmî kayıtlarını Fransızca olarak tutmaya başlayacaklardır. Halkın büyük kesimi ise Roman dilinin alt gruplarından oksitan (langue d’oc)’ın türlü diyalektlerini kullanmaya devam etmektedir.
‘Anadil’ ve Ananın Dili
Şu ‘Anadil’ ile ‘Ananın dili’ ayırımını anlaşılır kılabilmek için, biraz daha ayrıntısına girilebilir.
Büyük Roma İmparatorluğu’nun egemenlik bölgesinin Atlantik’ten Mezopotamya’ya değin uzandığını biliyoruz. Yukarıdaki şemadan, İmparatorluk dilinin üç ana grupta toplandığını da görebiliriz: - Bugünkü Almanya’nın Batısı, Avusturya, İsviçre, Benelüx ülkeleri, Fransa, İspanya grubu; - İtalya, Korsika ve Sardunya grubu ve -Balkan ülkeleri grubu.
Bu gruplar da, bölgenin özelliğine göre, kendi içlerinde alt gruplara ayrılıyorlar.
İşte bu alt grupların belli bir ‘benzerlik ve yoğunluğu’ndan (ingilizcesiyle cluster)’lerden ‘Anadil’ler türeyebildiği gibi ‘Anaların dili’ de türüyebiliyor, ki anaların dilini alt-dil (sublanguage) olarak adlandırmak çok daha yerinde olacaktır.
Kaldı ki, Cluster, müzikte ‘yakın sesler’ grubu demek olup, tıpta ‘aynı aileye ait genler bütünü’ ya da ‘kanserli hücrenin en azgın bölümü’; ekonomide aynı sektörde çalışan işletmelerin belli bir yörede yoğunlaşması, hizmetlerde belli bir amaca yönelik faaliyetlerin yönetim merkezi gibi, biribirleriyle ‘kolay iletişim kurulabilen’ merkezler anlamına gelmektedir.
Şemadan görülebileceği gibi, Fransa’da, Fransızca’nın iki ana dalından biri olan langue d’oeil’den bir dil, yani bir ‘Anadil’ türeyebilmesine karşın, Oksitan (langue d’oc) ‘alt diller’ olarak kimi işlevler sürdürse de kendisi Fransızca içinde erimiş olacaktır.
Cluster’in, yani Latince’nin bölgesine göre külüstür hale düşmesi (Romans) sonucunda, kimi bakım ve onarımlarla yeni bir ‘dil’ türetilmesine olanak sağladığı gibi, kimi parçalarının uzun süre belli işlevler yerine getirip varlıklarını sürdürdükleri de görülmektedir.
Resmî dil ya ‘Devlet dili’ne doğru
1539 tarihli Viliye-Kotret Kararnamesi (l’ordonnace de Villiers-Cotterêts) Fransızca’nın konumunu en açık biçimde belirlediği gibi, hukuk alanını da kapsadığından monarşi’nin yetkilerini Kilise aleyhine genişletmekteydi.
Böylece doğum/ölüm/evlilik gibi nüfus kayıtları Kilisenin elinden alınarak ‘état civil’ işlemleri Devlet denetimine konuluyordu.
O nedenle Kral 1nci François, ‘Devletin resmî dili’ (langue officielle de l’Etat)’nin kurucusu olarak anılacaktır.
Böylece Mahkemeler de Latince dışında ya ‘francoys’ ya da yerel dili (langage maternel vulgaire) dikkate alacaklardı.
Viliye-Kotret Kararnamesinden yüzyıl sonra, artık ‘Devletin birliği’ (l’unité du royaume) ile ‘dil birliği’ (l’unité de la langue) arasında bir koşutluk kurulacak ve İspanya ile yapılan Pyrénées antlaşmasında Fransızca ve İspanyolca, ulusal diller olarak ayrı ayrı yeraldığı gibi (1659), Aix-la-Chapelle antlaşması da Fransızca olarak düzenlenerek, Fransızca artık ‘resmî’ ya da ‘Devlet dili’ olarak kabul edilmiş sayılacaktır (1668).
Parizien ve Bölgesel Diller
Her ne kadar Fransızca 16ncı yüzyılın yarısından itibaren ‘Devlet Dili’ oluyorsa da, en yoğun olarak, Avrupa’nın en büyük kenti Paris’te kullanılıyordu (parisien ya da francilien). Ülkenin geri kalanında, halkın yüzde 90’ı, bugün ‘bölgesel diller’ denilen, onlarca diyalek (patois) kullanıyordu.
Yüzyılın sonunda Fransa’nın nüfusu 20 milyon kişiye ulaştığında, kurallı parizien fransızcasını konuşan kişi sayısı 1 milyonu bulmuyordu.
Öyle ki, bu 1/20 oranı 18nci yüzyılın sonlarına doğru ancak 1/10 oranına düşecekti.
Bu da, öyle ha demekle ‘ulusal’lığa ulaşılamayacağının en somut örneğini oluşturmaktadır. Ortaya çıkabilecek her fırsatta yineleyeceğim üzere, Türkiye’de ‘Ulusal Devlet’ diyelerin, dili ‘ulusallaştırma’daki bu güçlükleri görmelerini umarım. Devlet’i ulusallaştırmak demek, dili kullanma kolaylığı ile ‘Devlet’i de kullanabilmek demektir. Oysa daha çok uzun bir süre, Devlet’in ulusu kullanacağı ortadadır. O nedenle de en doğru deyim, ‘Devlet-Ulus’tur, başta dilbilimciler olmak üzere tüm düşün adamlarının dikkatine diyelim...
Dil konusuna dönersek, 1000 yıllık ‘kapalı toplum düzeni’ içinde, bu bölgesel diller aracılığıyla kuşkusuz kimi sanatsal ya da düşünsel yapıtların verilmiş olabileceği düşünülebilir. Ki çoğu sözel olmak üzere verilmiştir. Ancak, yukarıda Minsk Üniversitesi rektörünün saptamasına dayanarak denilebilir ki, bu ‘yapıtlar’ ancak Fransız köylüsünün ‘ruh halini dile getirmek’ten öteye gidemeyeceklerdir.
O nedenle, bugün ‘bölgesel dillerde’ keramet aramak, bit pazarında ‘nur’ aramaktan farksızdır denilebilir.
Tam da bu nedenle, bu bölgesel dilleri, salt ‘kültürel değerler’ olarak ele alıp, güncel politik güdülerle sıradanlaştırmaktan kaçınmak gerekmektedir. Oysa, bugün tam tersi uygulamalara tanıklık etmekteyiz.
‘Muhteşem Yüzyıl’ ve ‘Klas Dil’
Fransa’nın 1594-1715 arası 120 yıllık dönemi toplumsal dinginlik ve ekonomik, politik ve sanatsal açıdan ‘muhteşem yüzyıl’ (Grand Siècle) olarak adlandırılmaktadır.
Ve bu dönemde Fransızca’nın, Latince, Yunanca ve İbranice gibi üç ‘Kutsal Dil’ (Langues du bon Dieu) ‘düzeyi’ne çıktığı ileri sürülmektedir. Hatta kimi dilbilimciler Fransızca’nın Latince aracılığıyla Yunanca’dan, onun da İbranice’den kaynaklandığını düşüneceklerdir.
Ne ki, 19ncu yüzyılda Hint-Avrupa dil grubunun keşfedilmesiyle bu görüş çürütülmüş olacak, o arada Yunanca’nın da Arapça gibi Semitik bir dil olan İbranice’den türemediği kabul edilecektir.
‘Muhteşem yüzyıl’ın Bossuet, Corneille, Racine, Boileau, Molière, La Fontaine, Pascal, La Rochefoucauld, La Bruyère gibi evrensel değerlerinin de Fransızca’ya büyük katkılarının olduğunu söylemek zordur.
Fransızca’yı ‘klas’ yapan, bu tür bireysel değerler değil, Malherbe’le başlayan ve aristokratik ve burjuva seçkinlerin kollektif çalışmaları ve özellikle de ‘dilbilgisi’ (grammaire)ne verilen önemdir.
Böylece ‘dil’, bir ‘sanat dalı’ olarak ele alınmış ve Paris’in ‘yüksek sosyetesi’nin (société cultivée) kullanımına sunulmuştur. Ne var ki, öylesine ileri gidilmiştir ki, Molière’in ‘Kibarlık Budalası’ diye yereceği bir oyun yazmasına neden olmuştur.
Bu yazı dizisinin başında, ‘haddimi aşacağıma ilişkin’ bir not düşmüştüm. Buna örnek olarak, Molière’in Türkçe’ye ‘Kibarlık Budalası’ olarak çevrilen oyununun (Le Bourgeois gentilhomme) değil, ‘Gülünç Kibarlar’ olarak çevrilen (Les Précieuses ridicules) olması gerektiğini ileri süreceğim.
Gerçekten, o dönem Parisli kadınların ‘kibarlığı’ (précieusité) aptallık boyutuna vardırdıkları söylenebilir.
Kibarlık budalaları bir yana, 1635 yılında Richelieu tarafından kurulan Fransız Akademisi, 17 500 yeni sözcükle ‘dilde arılık’ çabasına yönelecektir.
Türkiye’de Türk Dil Kurumu’nun kurulmasına ise henüz üçyüzyıl vardır.
Söylemeden geçmek olmaz; günümüz Türkiyesi’nde ‘Osmanlıcılık’ arayışları da tam bir ‘padişahlık budalalığı’ olup, özenilen ‘muhteşem yüzyıl’ çabaları da, tarihe bir ‘muhteşem budalalık’ olarak geçecektir.
(sürecek)
Habip Hamza Erdem