
Yüce yurtsever Attila İlhan bir konuşmasında “Türkiye’nin yüzde 10’luk hain kontenjanı var” demişti. Ve sonra şöyle devam etmişti:
“İşte yeniden Tanzimat zihniyeti, yeniden mandacılık. Üstelik bu hainlerin içinde kendisine solcu diyenler var.
Hadi şeriatçıları, bölücüleri, liberalleri anlıyorum, ama bu namussuzlar kendine solcu deyip Türkiye’yi pazarlayanlar… Al birini vur ötekine.
Bak, bazı televizyon kanallarında her hafta hep birlikte boy gösteriyorlar, söylediklerini alt alta yaz, oku, ihanet belgesi çıkar.” (“Attilâ İlhan’la Bin Saat”, Erol Manisalı)
Bu saptamada yazarımız, yerden göğe kadar haklıdır.
Çünkü bu ülke, tarihinin her döneminde döneklerle, hainlerle karşılaştı. Vatanseverleri sırtından hançerledi onlar.
Denilebilir ki Kurtuluş Savaşı sadece dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş değildir; o aynı zamanda “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit eden; gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunan” işbirlikçiler ordusuna karşı da verilmiş bir savaştır.
Atatürk bir yandan “Ya istiklâl ya ölüm” parolası kılavuzluğunda yedi düvelle savaşırken, bir yandan da içerideki “Hıyanet çeteleri“ni etkisiz duruma getirmeye çalışıyordu.
Zaman zaman en yakın arkadaşları bile onun düşüncelerine, eylemlerine katılmak istemediler.
“Bolu Mebusu” Cevat Abbas Gürer’in anılarında belirttiğine göre Mustafa Kemal, 26 Ağustos’ta başlayacak “Büyük Taarruz“u yönetmek üzere savaş alanına gidişini bile saklı tutmak zorunda kalmıştı.
Cepheye 19 Ağustos gecesi hareket edecekti. Bu hareketini gizleyebilmek için Anadolu Ajansı, gazetelerde Atatürk’ün “Çankaya’da çay ziyafeti verdiği” haberini yaymakta idi. Onun böyle önlemler alması elbette yerinde ve gerekli bir davranıştı. Hainler pusuda bekliyorlardı çünkü.
İçerideki ve dışarıdaki efendilerine yaranabilmek için yapamayacakları şey yoktu. Örneğin Bandırma’da yayımlanan “Adalet” gazetesi, “Büyük Taarruz” un başlamasına iki gün kala şunları yazıyordu:
“Hürriyetin ilanında muharebeler dolayısıyla milleti mahv ve perişan eden Talat, Cemal, Mahmut Şevket, Enver de gitti. Hamdolsun, darısı, cani Mustafa Kemal başına...” (24 Ağustos 1922)
Bu ihanet belgesinin yer aldığı gazetenin sahibi Ali Sami, Abdülhamit‘in yaveriydi. Tarih sayfalarına adı “Hain Ali Sami” olarak geçti.
Yine bir başka gazete Peyam-ı Sabah ise Atatürk ve arkadaşlarına “Ankara’daki şımarık herifler! Artık durun! Haddinizi bilin! Bu şarlatanlık bitsin!” diye manşetler atıyordu.
O zamanlarda Batı hayranı, Avrupa sevdalısı o denli çok gazeteci, sanatçı, yazar, devlet adamı, dinci takımı vardı ki, saymakla bitmez. Amerikan mandacılığını savunan Halide Edip Adıvar, daha sonraları, “Başarıya ondan başka inanan yoktu” diyerek ihanet ortamını ve Atatürk’ün kararlı tavrını açıklamak zorunda kalmıştı.
Yine o yıllarda, ABD yerine İngiliz mandacılığını seçen Ref’i Cevat Ulunay da şunları yazıyordu: “İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi güçleri ile adam olamıyorlar. İngilizler elimizden tutacak, bizi kurtaracak.”
Yıllar sonra, bu mandacı tutumundan dolayı “pişman olup olmadığını” soran bir gazeteciye o da aynı Halide Edip gibi yanıt vermişti: “Hayır, ben haklıydım. Herkes benim gibi düşünüyordu. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu.”
Gerçekten de “o günlerde böyle düşünen”, yani tam bağımsız bir Türkiye için savaşım veren “tek adam” oydu. Atatürk bir yandan Erzurum Kongresi ile uğraşırken, bir yandan da Halide Edip, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey gibi kararsız, mandacı kişileri “İnandırma yöntemi“yle ulusal direnişe kazanmaya çalışıyordu. Onun bu kararlı, dirençli yolu “Bu cahil halkla bir şey yapılmaz” diyen bugünkü aydın takımına da örnek olmalıdır.
Günümüzde de bazı medya ve bazı aydın geçinenlerimiz, yukarıda sözünü ettiğimiz “Mütareke Basını ve mütareke yazarları”ndan daha çok ihanet bataklığına saplanmış durumdadırlar bugün. Mütareke Basını onların yanında yunmuş, arınmış, sütten çıkmış ak kaşığa benzer… Bir taraftan korku, bir taraftan para, mal mülk hırsı gözlerini bürümüş.
Hepsi de paylaşmayı, yardımlaşmayı, sevmeyi – sevilmeyi; insanlığı unutmuşlar…
Bir bakıyorsunuz geçmişte verdikleri sözleri ve yaptıklarını hasıraltı ederek, zalimin, zulmedenin yanında yer alıyorlar.
Kendilerine verilen birkaç küçük ödülü, tavizi, elleri patlarcasına alkışlıyorlar. Hem de uzun uzun alkışlıyorlar.
Neymiş efendim avukatlara yeşil pasaport verilecekmiş… Yeşil pasaport verilince Türkiye kurtuluyor mu?
Ama yerlerde sürüklenen avukatları görmüyorlar.
Kendi ayağı ile gidip güvenlik güçlerine teslim olan yazarlara vurulan kelepçeleri görmüyorlar.
Gazetecileri ve Genel Başkanı döven ve hemen salıverilen magandaları, çocuk istismarcılarını görmüyorlar.
Anasının ak sütü gibi temiz bir seçimle kazanılan mazbataları haksız ve kanun dışı yöntemlerle geri alanları görmüyorlar…
Daha bunlar başlangıç… Mücadele kızıştıkça ve haksızlıklara, hukuksuzluklara direnme arttıkça; halk ve aydınlar üzerindeki baskı, zulüm, şiddet de artacak; bunun sonucunda dönekler, korkaklar maskelerini çıkarıp, gerçek yüzlerini ortaya koyacaklardır…
Gelecekte bunu hep birlikte yaşayıp, göreceğiz.
(alieralp37@gmail.com)