DSİ, Emperyalizm’in İş Makinesi mi BOP’un Altyapı Müteahhidi mi? / Naci ÖZEN

DSİ, Emperyalizm’in İş Makinesi mi BOP’un Altyapı Müteahhidi mi? / Naci ÖZEN

İletigönderen Balasagun » Sal Mar 08, 2016 13:40

Resim
Mazlumun zikri, fikridir.

Yurttaş Mazlum Çoruh(İnş.Müh. Naci Özen)

Bu yazıyı yayınlayan kuruluşların yöneticilerini, ülkemizin bilinmeyen, buna karşılık ısrarla yürütülen karşı karşıya olduğu büyük melaneti, aydınlara ve halka duyurma görevini yerine getirecekleri için kutluyorum. Burada yazılanlar, 10 yıldır üzerinde kafa yorduğum bir konunun sadece bana görünen yüzüdür.

Bilgi haricinde kimseden hiçbir öneri ve teşvik almadım. Yazılanların muhatabı benim. Her türlü eleştiriyi saygıyla karşılarım. Yeter ki eleştirmenin aydın görevi olduğu biline.



DSİ, EMPERYALİZM’İN İŞ MAKİNASI MI? BOP’UN ALT YAPI MÜTEAHHİDİ Mİ?

AKARSU YÖNETİMİ, ENERJİ, BARAJLAR VE ÜLKEMİZE KURULAN BÜYÜK TUZAK



I- Konuya girerken… Oltadaki Balık: Türkiye Oltanın Kancası… ve Kullanılan Yemler…

Sayın okur, değerli aydın.

On yıldır beni dehşete düşüren bir konu hakkında bir yazı dizisi okuyacaksınız. Önce sizi biraz geriye götürmek istiyorum. Geçmişi bilmezsek başımıza geleceği kestirmekte zorluk çekeriz.

Yıl 1946, İkinci Dünya savaşının galipleri, Yalta’da toplanırlar. Amaçları Dünya’ya, kendi aralarında kavgaya sebep olmayacak, yeni bir düzen vermektir. Sömürü düzenlerine karşı çıkacak olanların yetişmesin hatta yaşamasını istemezler.

Konu: Batıdan ABD’nin doğudan Sovyetler Birliğinin ağa-babalık yapacağı paylaşım nasıl olacak?

Masa başında oturanları hepimiz tanıyoruz. ABD’nin yanında İngiltere yani Büyük Britanya Birleşik Krallığı vardır. Sömürgeciliğin ustası, büyük üstadıdır. Ondan teknik ve taktik almaktadır. İngiltere, ABD’nin akıl hocasıdır. Kendisi ise önüne konanı başkalarının kem gözlerinden saklamaya çalışmaktadır.

Dünyanın paylaşıldığı o masada ABD, ülkemizi kendi etki alanına almak için Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya ve Polonya üzerindeki haklarından(!) vazgeçer. Onları Sovyetlerin (Rusya’nın) hegemonyasına bıraktı. Sovyetlerin temsilci ve tek hakimi pos bıyıklıdan bu fedakârlıklarına(!) karşılık ufak istekleri olacaktır. İhtiyaç duyarlarsa ondan bir istekleri olacaktır. Bu kadar fedakârlıklarının(!) mutlaka bir karşılığı olmalıdır.

Ülkemiz savaşa girmemiştir. Her iki taraf da onun cezalandırma hakkına(!) sahip olduklarını düşünürler. Hizaya getirilmesi gerekir. Mustafa Kemal Atatürk artık yoktur. Karşılarında direnecek birini görmemektedirler. Onun yerine gelenlerin ruhu, onun yüceliğinde değildir. İstihbaratlarının iyi çalıştığını İstiklal savaşı zamanlarından biliyoruz.

Ülkemizde ise antiemperyalist bir ruh hâkimdir; yumuşatılmalıdır.

Planlar yürümeye başlamıştır bile… Ülkemizdeki örtülü emperyalist faaliyetler yoğunlaşmıştır. Daha da yumuşatılması için biraz da tehdit gerekebilir. Bir haber yayılır etrafa: Pos bıyıklının, ‘Boğazlarla ilgili Montrö anlaşmasında Rusya’nın ağırlığı, cüssesine göre değildir; Kars, Ardahan Artvin ile ilgili anlaşmaların yenilenmesi gerekir’ gibi isteklerde bulunduğu söylenir. Öyle dediği yayılmıştır etrafa. Kırımlılara, Ahıska’lılara, Hemşinlilere yaşattığı acılar milletin vicdanına hançer gibi saplanmıştır.

Savaşın gerçek galibidir. Yapar mı yapar.

Ülkeyi yönetenler, işin arkasını okuyamazlar. Strateji ilmi henüz gelişmemiştir onların aklında. Dayanacak bir büyük dost(!) ararlar… Hazırdır zaten. Çünkü Mustafa Kemal’in ölümüyle hazırlıklara başlamışlardır.

Tam da bu arada Washington büyük elçimiz Ertegün, vefat eder. Dostluğun(!) gösterilmesi zamanıdır. Güvertesinde Japonya’nın teslim bayrağını çektiği Missouri zırhlısı, bu sefer Ertegün’ün tabutunu Türkiye’ye getirir.

Verilen mesaj açıktır: ‘Kuzeyden gelecek ayıdan korkma! Biz varız.’

Millet anlatılmaz bir mutluluk içindedir. Missourri’nin mürettebatına saygı için malum sokak badana edilir hemen.

Missourri’ye karşı namaz kılanlar bile ortaya çıkmıştır. ABD, artık en büyük dostumuzdur(!). Önünde eğilmek bu kafaların beklenen davranışıdır. İstanbulun işgalinde dedeleri babaları farklı davranmamıştı.

Bu büyük dostumuzdan(!) bir teşkilatının adamları gelir. Ülkemize iyilik(!) yapmak için. Adı AİD. İkili anlaşmalar yapılır halkın haberi olmadan. Kendi dediklerini kolayca anlayacak; her sözlerini dinleyecek kafalara ihtiyaç vardır. Önce Milli Eğitimimize düzen verirler; yassı kafalı yurttaşlar yetiştirilsin diye. Köy enstitüleri, Halk evleri derhal kapatılmalıdır. Oralarda sorgulayıcı üretici eğitim vermek gibi zararlı(!) faaliyetler vardır.

Büyük dosttan(!) gelen akıl hocalarımız, milli eğitimin beynine yerleştirilir. Artık istedikleri kıvamda vatan evlatları yetiştirilebilir. Bir danışma kurulu vardır; 8 kişilik. 4’ü bizden 4’ü onlardan… Onlardan olan 4’lüden birinin oyu iki ile çarpılabilir. Bu kurulda oylar, 4+(4+1) şekline dönüşebilmeli. Oylamada sonuç eşit, 4 e 4, çıkarsa ABD büyük elçisinin oyu iki oy sayılacaktır. Artı 1, onun munzam hakkı(!).

Sovyetler Birliğine karşı NATO kurulmuştur. NATO’nun başka bir görevi daha vardır: Emperyalizmin işlerini kolaylaştırmak. Bu moda deyimle bu görev, Derin Görev’dir.

‘NATO’ya da katılabilirsiniz. Ancaaaak… En iyi ihraç malınızdan(!) bir hayli vermeniz lazım’.

Anlaşmalar yapılır; halktan habersiz. Bu arada demokrasi ‘pat’ diye gelivermiştir; dostlarımızın sihirli elleriyle. Ülkemizi yönetecek olanlar, halkın oyuyla seçilivermiştir. Bir anda demokrasiye geçivermişizdir. Mustafa Kemal, demokrasiyi getirmeyi, iki defa teşebbüs etmesine rağmen, bir türlü başaramamıştı. Ne kolaymış meğer. Yeni dostumuzun eline sağlık demokrasiyi çabucak getirivermiştir. ‘Ne sihirdir ne keramet’ misali…

Heyetler gelir; kovboy şapkalı. Bir şapka da bizim başbakanın kafasına koyarlar; çok hoşlanmasa da. Kırılma anı derler ya… Ben hep o şapka giydirme sahnesini hatırlarım.



Memlekette durup dururken Komünizm tehlikesi ortaya çıkar. Nereden ne zaman geleceği belli olmaz. Çok korkunç bir şeydir. Hemen onunla mücadele dernekleri kurulur. Pıtrak gibi her yerde bu dernekler çıkar ortaya.

Ülkeyi komünistler, öcüler istila edebilir… Maazallah. Tehdit çok büyüktür(!). Cami imamlarından bile yardım almak gerekir. Uygun olanları aranır; bulunur da...

Bir NATO teşkilatı(!) daha kurulur; derinlerde bir yerde. Kimse bilmez. Bilmesi de istenmez zaten.

Marshall’ken Maraşal olan yardımlar gelir. Son kullanım tarihi bir türlü gelmeyen, süt tozları, pembe-kırmızı kaşarlar gelir. Palaskalar, ekmek torbaları gelir. Postallar gelir. Savaş artığı jeep’ler, eski tüfekler gelir. Benzini su gibi içen GMC’ler gelir. Bedeli bilahare ödenmek üzere verilmişlerdir. Kullanmayı öğretmek üzere askerler gelir Ankara’mıza. Meclisimizin yanı başında bir bina yapılır; oraya yerleşirler. Bu binanın bir kanadı vardır ki çok ama çok özeldir. Ülkemizi yönetenler bile o kanadın ne yaptığını bilmezler.

Her tarafımızı barış gönüllüleri sarar. Nedense bu gönüllüler, en çok Güneydoğu ve Doğuya gitmeye gönüllüdürler. Binlercesi oralara gider.

Onların askerleri dokunulmazdır. Öyle ki kara derili çavuş, motosikletini inceleyen gencimizi vurabilir; şoförleri, kurmay yarbayımızı ezebilir, öldürebilir; şehit edebilir. Sorgularını biz yapamayız. Fiilen müstemlekeyiz artık.

Büyük Şair Nazım, canını kurtarmak için yurt dışına kaçar.

Büyük dostumuzun(!) gözüne kestirdiği askerlerden bazıları ABD ye götürülürler. Devlet deneyimi 200 yıl olmayanlar, 2500 yıl devletsiz kalmamış milletin askerlerine askerlik de öğreteceklerdir.

Bu arada Mehmetçik’in kanını veririz; ihraç malı(!) olarak; Kore’de…

Ülkenin yeni kuruluşlara ihtiyacı olduğu söylenir. Karayolları, DSİ’ kurulmalıdır; emperyalist akla hizmet edecek şekilde. Büyük Planın alt yapısı için taşeron gibi çalışacak kuruluşlar lazımdır.

Yollar yapılmalı ki üzerinde dostumuzun(!) fahiş fiyatla satacağı makinalar çalışsın, üzerinde kamyonlar gezsin; petrole ihtiyacımız hızla artsın diye...

Küçük Amerika olacağız; herkesin otomobili olacak. Yol lazım.

Sularımızın üzerinde büyük büyük barajlar yapmak gerekir. Barajların bizi ihya edeceği büyük büyük anlatılır. Barajlar, millete, anlanır şanlanır, pazarlanır… En kralını yapmak üzere kral bile yetiştirilmelidir. Öyle yapılır. Ülkemin zeki evlatları uzaklara götürülür, kafaları düzenlenir; düzleştirilir bir biçimde… ‘Her şey büyük ve tüketen olmalı’ diye öğretilir bu evlatlarımıza… Yollar, barajlar yapılmalı… Fahiş fiyatlarla sattıkları iri iri sarı makinalarla.

Bu arada bu barajların en kralını yapacak olanlar, özel eğitime alınırlar. Bu evlatlarımız seçilmişlerdir; seçkindirler(!). Biri hemen, yeni kurulan DSİ’nin Barajlar Dairesinin başına geçirilir; sonra da Genel Müdür yapılıverilir. Çok yeteneklidir çok…

Büyük büyük barajlar yapılır; yeniden akıl(!) konmuş bu kafalarla. İçinde bekletecek suyu olmayan barajlar sıralanmaya başlar.

Ülkenin yurtsever yöneticisi de gafletten uyanır, yeni yollar arar; ama iktidarının da kendisinin de ömrü yetmez. Darbeyle devrilir; asılır. ‘Sen misin çizilen yolun dışına çıkan!’

Fazla zaman geçmez… Yeni Partilerden birinin başına ABD de eğitim almış ‘o’ zeki mühendis geçiriliverir.

Artık bilim ve tekniğin ilkeleri, ekonominin kuralları kenara konulmuştur. Plan yerine pilav yapılacaktır.



Bu arada, dostumuzun en büyük para babalarından biri, kendi başkanına mektup yazar: ‘Artık Türkiye’ye yardım yapmaya gerek yoktur. Çünkü o artık oltada balıktır.’

Onu istediği gibi pişirebileceklerini anlatır.

Olta sadece sularımızla atılmamıştır; yolarımızda birer oltadır; ordumuz da. Balığı iyi yakalamak lazımdır; kaçabilir aklı başına gelirse.

Bütün bu iyilikleri(!) yapan büyük dostumuz(!), her şeyi, takip etmektedir. ‘Ne oldu ne bitti ne oluyor’ diye merak eder. Harcadığı(!) paraların boşa gitmesinden endişelidir. Bir müfettiş gönderir. ‘Git bak bakalım, yardımlarımız(!) nasıl nerelere gitmiş, işimize yaramış mı? AİD ne yapmış? Ne yapmalıyız?

Dr. Richard Podol, gelir. Sene 1968’dir. Yirmi sene olmuştur dostumuzun şefkatine(!) mazhar olduğumuz.

Dr. Podol, yazar raporunu; der ki:

‘Yirmi yıldan beri Türkiye’de faaliyette bulunun yardım programı(AİD) bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da İktisadi Devlet Teşekkülü(Bugünkü adıyla KİT) hemen hemen kalmamıştır. Genel Müdür ve Müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AİD bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk İdarecileri indoktrine etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmak yerindedir. Amaç bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte, yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması doğru bir karadır’ - M.Aydoğan, a.g.e., S863

….

Devam edecek yazıları biraz sabır gösterip okursanız, yukarıdaki yazıyla giriş yapmamın sebebini öğrenmiş olacaksınız. Dostlarımızın(!), bu koca ülkeyi hangi oltalara taktıklarını, yıllarca nasıl sömürdüklerini ve şimdi de fileto çıkarmaya çalıştıklarını öğreneceksiniz.

Dilerim, avcıya, emperyaliste oltalık yapanları ve oltaları, yemleri de tanırsınız; hatırlarsınız. TR705’lerin, Büyük Kurtarıcıya kefere diyenlerin genel başkan yardımcısı olduğu partinin başına TESEV üyesinin bir tezgâhla nasıl getirildiğini hatırlayacaksınız.

Yaşadığımız böyle dönemde kendime düşeni yapmak istedim. Ben, herhalde, indoktrine edilmemiş veya edilememiş yani dikkate değer bulunmamış, bence şanslı, sade bir mühendisim.

Kurtuluşun, Atatürk’ün gösterdiği yoldan yürümekle olacağına inanıyorum. Onun tanımladığı milliyetçi daha doğrusu millici, daha geniş açıyla söylersek ulusçuyum. Bu ülkenin yurttaşlarının ve de ben Türk’üm diyen herkesin mutluluğu için çalışırım; ulusçuluk anlayışım budur. Gelişmenin ilerlemenin; bilimin ve tekniğin ışığında yapılan devrimlerin ürünü olacağına inanıyorum. Karma ekonomi anlayışıyla bütün milletlerin müreffeh ve halklarının daha medeni yurttaşlar olacağına dair inancım hiç değişmedi.



Yazımda, benim mühendislik anlayışıma ters gelen bir hususu merak ederek arkasına düşüşümün ortaya çıkardığı sonuçları sizlerle paylaşacağım. Arkasından gideyim derken içine düştüğüm, on yıldan beri içinden çıkamadığım, çıkmak için herkesin aklından yardım almaya çalıştığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Konu su, akarsularımız, barajlarımız, enerji ihtiyacımız ve topraklarımızdır. Daha da önemlisi coğrafi bütünlüğümüzdür.

Amacım, uzun soluklu, stratejik bir plan olduğuna inandığım, bir planı ortaya koymak ve ülkem aydınlarının görüşlerini almaktır.

Bu yazıyı yayınlayanları sadece kutlarım; teşekkür etmem. Bu iş, sadece benim sorunum değildir. Bütün aydınların bu sorunun bir tarafından tutması gerekir.

Siz okuyuculardan beklentim, herkesi konuyu öğrenmeye çağırmanız ve varsa yanlışımı ortaya çıkarmanızdır. Bu görevi yapacak olanları şimdiden saygıyla selamlıyorum.

Sabırlar dilerim.


II- Konumuz, Su ve Su Krizi… Algılatılan Endişe…

Su, hayatımızın olmazsa olmazıdır. İki atom hidrojenle bir oksijenin atomunun dayanılmaz beraberliğinden ortaya çıkan en dengeli molekül. Kutlu bir varlık.

Yeryüzünün dörtte üçünü kaplıyor. Karaların, denizlerin, havaların ve yedi iklimin tartışmasız tek hâkimi. Her yerde var. Bir yere kadar herkese dost…

Bazen akılsızların, muhterislerin cezalandırılması için kullanılıyor. Çoğu zaman da siyasi coğrafyayı belirliyor.

Hiç durmadan hareket ediyor. En çok denizlerde, göllerde, yer içinde, dağlarda ve kutuplarda konaklıyor. Güneşten aldığı enerjiyle eriyor, buharlaşıyor, yağmur kar oluyor yağıyor; akıyor tekrara denizlere göllere, sevdiğine, yeryüzüne kavuşuyor.

Kar olarak dağlarda, kutuplarda, aylarca hatta yıllarca, konaklıyor. Buzulları oluşturuyor. Karlardan, buzullardan eriyenler yağmurlardan akışa geçenlerle birleşiyor akarsuları oluşturuyor. Daha önce yer içine inenlerin bir kısmı da bu sulara katılıyor. Yeryüzünün bile şekillenmesinde baş görev alıyor. Hiç durmuyor. Yerine, havasına göre, az çok, hızlı yavaş, gezip duruyor. Taşıyor, taşkınlıklar yapıyor. Bütün canlıların hayatının her anında var. Hayatın kolaylaşmasında görev alıyor, zorlaşmasında da. Kara, deniz ve havanın hâkimi o.

Su, yer küre üzerinde denebilir ki en çok bulunan maddedir, varlıktır. Su, yeryüzü kabuğunun içine de giriyor; saklanıyor yeraltı sularını oluşturuyor.

Bitkiler dahil bütün canlıların bünyesinde var. Yaşamlarının olmazsa olmazıdır.

Denebilir ki hesaplanamayacak kadar çoktur. Üstelik son derece değerli, kaliteli bir varlık. Kullan, kirlet temizle, kirlet temizle… Defalarca yap. Yapısını değiştirmiyor. Yok olmuyor. Sadece kirleniyor. Kullan, arıt, tekrar kullan. Bu özelliğini unutmayalım.

Canlılar, yeryüzünde az veya çok hareket eden, sınırsız denebilir miktardaki suyun sadece çok çok küçük miktarını alır, kullanır, tekrar geriye doğaya salarlar. Bitkilerin saldığı su doğaya zararı yoktur; buhar şeklindedir. Hayvanların saldıklarının da doğaya bir zararı yok; sadece biraz yorulur; yararlanır. Doğa onu da kabul ediyor.

İnsanların kullandıklarına sıra gelince sorun çıkıyor. İhtiyacından çok çok fazla suyu tabiattan alıyor ve tabiatın kabul edemeyeceği kadar ve derecede kirletiliyor; sonra doğaya özellikle sulara bırakıyor. Böylelikle doğadaki kullanılabilir çok daha fazla miktardaki suyu da kirletiyor. Başka canlıların yaşam sahaları da yok ediliyor. Kullanılabilir sular da.

Su, bütün canlılar için çok önemlidir. Onların vücutlarının her tarafına ihtiyaç duydukları yapı taşlarını, elementleri su taşıyor. Elementleri bulundukları yerlerden çözen sudur. İhtiyaç duyulan yerlere taşıyan da sudur. Çözücülük, hamallık, taşıyıcılık yapıyor. Bazen ısı taşıyor, ısıtıyor; bazen serinlenmesini sağlıyor.

Böyle olduğu için çok konuşuluyor, üzerinde alabildiğine oyunlar oynanıyor ve hesaplar yapılıyor? Stratejiler kuruluyor, geliştiriliyor.

Sade bir mühendis olarak fark ettiklerimi, öğrendiklerimi, hesapladıklarımı, fikirlerimi ve vardığım sonuçları, imkânlarınız ölçüsünde sizinle ve de konuyla ilgilenen aydınlarla paylaşmak istiyorum. Benim varacağım sonuçlara itiraz edenleri heyecanla ve saygıyla bekliyorum.

Su krizi olabilir mi?

Önce şu ‘Su Krizi’ denen konuya bir girelim.

Kriz nedir? Bana göre kriz, yaşamın olmazsa olmazı bir varlığın, bazı zamanlarda ve yerlerde, yeterli miktarda veya hiç olmaması durumunda ortaya çıkan; yaşamın, yönetilemez, tanımlamaz, acı veren durumudur.

Bu tanımın iki koşulundan biri, bu varlığın yaşam için olmazsa olmaz olması ve yerine başka bir varlığın kullanılamamasıdır. İkinci koşul, yeterli miktarda, özellikte, talep edilen zaman ve yerde, bulunmamasıdır. Sunun, olmazsa olmaz olduğu ve yerine başka bir varlık konulamayacağı hususu doğrudur. Yani su krize sebep olabilecek bir varlıktır. Bu madde, varlık, eğer yeterli miktarda ve zamanda bulunmaz ise hayat yönetilemez ve çekilmez hale gelir. Bu duruma ‘su krizi’ diyebiliriz.

Peki; ülkemizde böyle bir durum olabilir mi? Yoksa başka bir hal var da ‘su krizi’ olarak pazarlanıyor. Bunun için önce yıllık su ihtiyacımızı belirlemeliyiz. Sonra da su olanaklarımızı saptamalıyız. O zaman üzerinde bir fikir beyan edebiliriz.

Yıllık su ihtiyacımız ne kadar olur?

Çok özet bilgiler vereceğim. Dileyen kendi yaşamından ve araştırmalarıyla kendi hesabını yapabilir. Burada sadece ‘birinci el su’ hesabı yapıyorum.

Hesaplar kişi başınadır. Kundaktaki bebekle inşaatta güneşin altında çalışan genç işçinin ortalaması gibi düşünün.

1. İnsani kullanım için: İnsan günde 2 litre(10-11 bardak) su içer. Pişireceği yemek içinde o kadar kullanır. Etti 4 litre. Bulaşık içinde 3 litre kullansın. Ayda veya 15 günde bir evini silmek için bir kova kullansın. Gün başına 1 litre eder ama 2 litre alalım. Evin içindeki bitkilere de her gün 1 litre dökelim. Toplam 10 litre eder. Her gün sifon çekelim iki kere; 24 litre de o etsin. İki günde bir herkes, kundaktaki bebeler koltuktaki dedeler, keyifle duş alsınlar. Ona da günde kişi başına 15 litre koyalım. Toplam: 49 litre. Bunu yuvarlatalım. 50 olsun; yani kişi başına iki damacanadan az fazla.

80 milyon insanımızın, her birimizin, bahçeciği ve arabası var sayalım. Onları da haftada bir çimdirelim ve 100 litre su harcayalım. Eder günde 15 litre. Parka bahçelerimiz, Okullarımız, camilerimiz, kiliselerimiz sinagoglarımız, her zaman temiz tutulsun. Oralara da nüfus başına, giden gitmeyen ayırmadan her gün 15 litre verelim. Toplayalım: 65 litre. Yuvarlatalım. 80 olsun.
Küçük sanayi için de su ayıralım, her kişi için, hafif sanayi ve itfaiye içinde 30 litre koyalım. Etti 110 litre. Bu rakamı çeşitli nedenlerle kimsenin bilmediği ve bilinmesini istemediği nedenlerle 40 litre daha artıralım ve yuvarlatalım. Etti, 150 litre. Tam 7,5 damacana su demektir. Karşınıza her gün 7 damacana suyu koyun ve size tahsis edildiğini, rahatça kullanabildiğinizi düşünün.

Koltuktaki dede, kundaktaki bebenin yukarıda sayılan ihtiyaçları için günde 7,5 damacana suyu az düşünenler, kendilerinin her gün kullandığı suyu hesaplamalıdır.

Peki, ülkemiz insanlarının bu ihtiyaçları için yıllık su ihtiyacı ne kadar? Hesaplayalım: 150litrex365günx80 milyon insan için= 4,4 milyar metreküp.

2. Hayvanlarımız için: Bu hesabı uzatmayacağım. Büyük baş hesabıyla 20 milyon hayvanımız var; hepsi sağın inek ve de günde 25 litre süt veriyorlarsa o zaman her bir hayvan günde 100 litre su içebilir. Toplam: 100x20x106 x365= 0,730 milyon metreküp.

İleri sürdüğüm şart doğru olsaydı, günde 500 milyon litre süt sağar; herkese günde 7 litre süt verebilirdik.

3. Ağır sanayi için: Şişirerek bir rakam vereyim. 1 milyar metreküp. Birinci el, temiz su… İtiraz, saygıyla karşılanır.

4. Tarım için: Gökten gelenin haricinde bitkilerimizin ihtiyaç duyacağı su, 2 milyar metreküpü, asla ve asla, 4 milyar metreküpü geçmez, geçemez. Ama gelin biz 6 milyar metreküp alalım. İtiraz eden olur ve yer verilirse gerekçeleriyle açıklarım.

Topladık; yıllık ihtiyaç: 12 milyar metreküp. Bu kadar suyun yarıdan fazlası 2. el, yanı arıtılmış olabilir. Hatta sanayi suyu birçok kere kullanılabilir.

Bu durumda yıllık su ihtiyacımız, sadece doğadan alınan kullanılırsa, 6 milyar’ı geçmez; 12 milyar metreküp etmez, edemez. Ayda 1 milyar metreküp asla olmaz; ama o kadar kabul edelim. Yılda 12 milyar metreküp.

Peki; Allah, Tanrı, Doğa anamız, ülkemize, her yıl, ne kadar su gönderiyor?

Meteoroloji diyor ki: 510 milyar metreküp. DSİ de diyor ki: bunun 186 milyar metreküpü akarsularımızda akıyor 80-110 milyar metreküpü de yeraltına sızıyor; kalanı buharlaşıyor.

Şimdi aklımızı toplayıp düşünelim: ihtiyaç, birinci elden, olsa olsa, 12 milyar metreküp; sadece akan, 186 milyar metreküp. Ve su yetmezliği, millete pompalanıyor.

Bir de bunun yer altında olanı var. O, ne kadar birikmiştir dersiniz? Prof. Dr. İlyas Yılmazer diyor ki: ‘Yer altı sularımız, akan sularımızın 5 225 mislidir.’ Bir katrilyon(1015) metreküp. Ben böyle anladım.

Denizden su arıtmanın bedeli, metreküp başına 30 cent’in altına inmiş.

Prof. Dr. Tolga Yarman da ‘Denizler kurumadan İstanbul’da su krizi olmaz’ diyor.

Yer çekimi ortadan kalkmadıkça dünyadaki su miktarı değişmez. Sadece yer değiştirir. Bu durumda su krizinden bahsetmek, birilerinin amacına hizmet etmek olmaz mı?

Şimdi soruyu ben sorayım: ‘Şeytan, pardon!.. kriz, bunun neresinde?’

Yoksa başka bir yoklukla karşı karşıyayız da sularımızın üstüne mi oyun oynanıyor? Akıl ve Ahlâk yokluğu krizi olabilir mi? Karar sizin.

Bu ikisi, hep benzer hallerle kendilerini gösterir de onun için beraber yazdım.

Sonuç: Yerküre’deki su miktarını ve bu varlığın tekrar tekrar kullanılabilir olduğunu düşündüğümüzde su krizinin olabileceğini düşünmek, çok ama çok, safdillik olur. Kriz pazarlayanların istediği de budur: İnsanların düşünemez hale gelmesidir. Eğer insanoğlu, doğasında var olan yağmacılığı bir kenara bırakıp, aklın ve bilimin yol göstericiliğinde gerçek ihtiyacı kadar suyu alıp kullanır yani kirletir, temizledikten sonra doğaya bırakırsa kendi yaradılışına(fıtratına) yakışanını yapmış olur. Ayrıca ‘su krizi’ gibi, emperyalistlerin toplumları yönetmek için kullandıkları algılatılan endişenin kurbanı olmazlar.

Tabii bunun koşulu önce, toplumun bir ‘insan’ tarafından, aklını kullanan vicdan sahibi birileri tarafından yönetiliyor olmasıdır.

Sularımızın yönetimine gelince…


III- Su Yönetiminin Alfabesi

Bu bölüm, hakkımda yazı yazanlara matematikle cevap vermek için bu yazıya konmuştur. Bu yazıyı okuyanlar, bu bölümü saklamalıdırlar; ileride her zaman ihtiyacımız olacak.

Önceki bölümde ülkemizin yıllık su ihtiyacı ve var olan imkânları anlatmaya çalıştım. Şimdi akarsularımızı yönetmek istersek önce neleri bilmemiz gerekir onu öğrenelim.

Eğer akarsular, düzgün akışlı olsaydı, yani her ay, her gün, aynı veya birbirine yakın miktarlarda akıyor olsaydı; akarsu yönetimi, büyük ölçüde ‘paylaşım’ şekline dönüşürdü. Akışlardaki düzensizlik, zarar veriyor, yararı azalıyor ve paylaşımı çok zorlaştırıyor. Bunun için akarsuyun akış rejimini düzenlemek, su yönetimin ilk işi oluyor. Bu işlemin elif’i akarsularımızı tanımaktır. Onun akıttığı suları miktar ve zamana bağlı olarak ölçmektir.

Bir olayı ölçemiyorsanız yönetemezsiniz. Önce düzensizliği ölçmeliyiz ki düzenlemede kullanacağımız yapıların boyutu, dolayısıyla maliyeti ortaya çıksın. Bütçemize göre de plan ve projeler yapalım.

Düzensizliğinin miktarını ve bunun ne kadarının zarar verici olduğunu bilmek, ilk işimizdir. Düzeltme işleminin önceliği akarsuyun zarar vericiliğini ortadan kaldırmak veya karşılanabilir oranda azaltmaktır. Sonraki işimiz, ondan en uygun biçim ve maliyetle yararlanmanın önlemlerinin, yöntemlerinin aranmasıdır. Yararlanmada öncelik sırası, akarsu içindekiler, kenarında yaşayanlar ve havzada yaşayanlar, en son ülkenin başka yerlerinde yaşayanlardır.

Yönetim, özü itibariyle, akarsuya müdahaledir. Bu müdahalenin ölçülerini ve en yararlısını bulmak için akarsularımızın akış rejimlerini iyi tanımamız, ihtiyaçlarımızı ve geliştirme alanlarımızı her yönüyle bilmemiz gerekir.

Akarsu rejimlerini hesap yapılabilir seviyede tanımak için akarsuyun seçilmiş noktalarında rasatlar yapılır. Rasatların sonuçları, uzun sureli hesaplanmış ortalama akış değerlerine dönüştürülür. Tanıma ve ölçmeyi bunun üzerinden yaparız. Hesaplar, planlar ve projeler bu değerler üzerinden olur.

Söylediklerimizi temsili bir akarsuda göstermeye çalışalım. ÇORUH Nehrindeki değerleri esas alıyorum. Ülkemiz akarsularını temsil edebilecek bir akarsudur. Öyle kabul etmenin sakıncası yoktur. Bütün akarsularımız için benzer uygulama yapılabilir.

Bu akarsuyun aylık akış değerlerini, rakamlarla da yazdığımız bir grafikle göstereyim:
(Bu grafiğin altında aylar gösterilmiştir. Ayların altında yazılan rakamlar, o akarsuyun bir yılda akıttığı suyun aylık oranlarıdır; toplamı 100 dür. Akarsuyun bir yılda akıttığı suyun yüzde yüzünü, tümünü ifade eder.)

Resim

Grafikte gördüğünüz her bir mavi çubuğun alanı, aylık akış miktarlarını gösterir. Çubuk alanlarının toplamı, bir yılda akan suyun toplamına eşittir. Çubukların enleri, eşittir ve bir aylık süreyi gösterir. Bu çubukların boyları birbirinden ne kadar farklıysa akarsuyun rejimi o kadar bozuktur. Müdahale ihtiyacı o kadar artar.

Müdahale yapılarının hacimleri bu grafiğin gösterdikleriyle belirlenir.

Çubukların boyları eşit veya eşite yakın olsaydı akarsuyumuz yüzde yüz düzgün akışlı olurdu. Yönetim, basitleşir, sadece paylaşım olurdu. Bizim yönetimde ilk amacımız, akarsuyun akışını bu hale ‘yaklaştırmak’tır. Yüzde yüz öyle yapmak mecburiyetimiz de yoktur.

Şimdi bu grafikteki mavi alanları ve numaralanmış yatay çizgileri göz önüne alıp bazı tanımlamalar, adlandırmalar yapalım. Söyleyeceklerimi onların üzerinden söylemek istiyorum. Konuşmaya, yazmaya öyle devam edeyim.

Grafiğin en üstündeki 6nolu(3YOD) çizginin üstünde gelen sulara ‘taşkın sular’ diyorum. Akarsuya müdahaleyi gerektiren, zaman zaman gelen, yataktan taşan ve zarar veren bu sulardır. İlk müdahale ihtiyacı bu sular sebebiyle ortaya çıkar.

5nolu çizgi (2YOD), yıllık Ortalama Debinin iki mislinden fazla gelen suların akış seviyesidir. Bu seviyenin üstünde gelen suların toplamı, toplam suyun %11,66 sı kadardır. (Bu değeri aklımızda tutalım)

3nolu çizginin, Yıllık Ortalama Debinin(YOD) üstünde gelen sulara da ‘aşkın sular’ diyorum. Bu seviyenin üstünde gelen sular aynı zamanda taşkın suları da içerir. Aşkın su miktarı, aynı zamanda bu akarsuyu yüzde yüz düzgün akışlı kılmak için bekletilmesi gereken suların teorik hacmini ifade eder.

1nolu çizginin üstünde gelen sulara ise ‘yüksek sular’ diyorum. Yüksek sular, Mart ayından itibaren çoğalan sulardır; Temmuz sonuna kadar devam ederler. Bu sular, hem aşkın hem de taşkın suları içerir. Yönetilmesi, yararlanılması gereken bu sulardır. Hedefimiz, bu sulardır ve öyle olmalıdır.

1nolu seviyenin altında akan sular, ‘dokunulmaz, dokunulamaz sular’dır. Bu seviyenin altındaki sular, akarsu içinde yaşayan canlıların yaşam sahasıdır. Buraya müdahale hakkımız, asla yoktur. Olmamalı da... Dokununca Doğa Ana(!) kızıyor ve çevreyi yaşanmaz kılıyor. Bu sular, doğada, zaman zaman, %2,5 un da altına inebiliyor. Bazı hallerde hesabımızı 2,5 seviyesine kadar indirebiliriz. Hesaplarımda bu çizgiyi, %2,5- seviyesinde tutmaya çalışacağım.

Adlandırılan bu sular, ülkemizde ne kadardır?

Ülkemizde akan suların toplamını, DSİ, 186 milyar metreküp olarak veriyor. Buna göre dokunulmaz su hacmi; 56 ile 67 milyar metreküp arasında olur. 60 milyar metreküp olarak alalım. Bu durumda, (186-60 =) 126 milyar metreküp dokunulabilir, yönetime alabileceğimiz, kullanabileceğimiz suyumuz var demektir. Demek ki yüksek sularımızın toplamı 126 milyar metreküp oluyor. Bu miktarın 130 milyar metreküpe kadar çıkarılmasının akarsu içindeki canlılara zararı olmayacağını biliyoruz.

Grafikte gösterdiğimiz rejimde aktığını varsaydığımız akarsularımızın aşkın su miktarı, Yıllık Ortalama Debi’nin üstünde gelen sular, teorik olarak, yıllık akışın 0,33’ü kadar yani, 61 milyar metreküptür.(Rakamların yakın olması, oran seçimimden kaynaklanıyor)

Bu kadar suyu bekletmeye alırsak bütün akarsularımızı yüzde yüz düzgün akışlı hale getirmiş oluruz. Aşkın olmayan, yani Yıllık Ortalama Debi altında akan su miktarı da bu durumda 125 milyar metreküp olur.

Müdahale edeceğimiz yüksek suların yani 126 milyar metreküpün 61 milyar metreküpe yakınını bekletirsek bütün yüksek suları düzgün akışlı hale getirmiş oluruz.

Bu suyun içinde taşkın su da vardır. Taşkın su miktarı, toplam suyun %2-4’ü arasında olur. Ülkemiz için taşkın su miktarını, yıllık, 4-6 milyar metreküp olarak düşünebiliriz. Her zaman taşkın olmaz. Toplamda taşkın su miktarı, akılda kaldığı kadar değildir. Çünkü insanın aklında taşkının en yüksek hali kalır. Taşkın akarsuların etkisi öyledir. Mühendise düşen görev, onun zararlarından çevresindekileri korunmaktır.

Özetleyeyim:

1. Ülkemizde akarsularımızda akan 186 milyar metreküp suyun 60 milyar metreküpüne dokunamayız.

2. Yöneteceğimiz sular yüksek sulardır. Miktarı, 126 milyar metreküptür.

    a. Bu kadar suyun 4-6 milyar metreküpü taşkınlarda ortaya çıkan sudur.

    b. 61 milyar metreküp su aşkın sudur. Bu kadar suyun bekletmeye alınması halinde akarsularımız yüzde yüz düzgün akar. Bu suyun içinde taşkın sular da vardır.

Suyun yönetilmesinde öncelikler:

Suyu yönetmek istediğimizde aşkın suların hepsini veya bir kısmımı bekletmeye alırız. Böylelikle, taşkın suları da denetim altına almış oluruz. Hem de yüksek suları düzenlemiş oluruz.

Esasen, akarsuların zararlarından kurtulmanın en etkin ve kestirme yöntemi, bu taşkın suların denetim altına alınmasıdır. Bu işlemin ilk adımı, taşkını tetikleyen unsurlardan olan yüzeylerin çıplaklığının giderilmesi, yani giydirilmesi, bitkilendirilmesidir. Yüzeylerin bitkilendirilmesi, yüzey toprağının, yani bitkisel toprağın organik madde bakımından zenginleştirilmesi demektir. Biliyoruz ki toprağın organik madde miktarı arttıkça su tutma kabiliyeti ve erozyona direnci artar.

Bu işlem, yeterli, etkili ve ekonomik olmuyorsa taşkın, bir miktar da aşkın suları zemine yükleyebiliriz. Zemine yükleme imkânı, denilebilir ki bütün akan suları bekletecek kadardır. Hatta daha fazladır. Açıklayayım: Toprağın 1 metreküpü 300 litre, kalkerin 1metreküpü ise 500 litre su tutar. Bu kadar kapasitenin %30 dahi bizim bütün sularımızı içine alacak büyüklükte olacağını söylemek için bilgili olmak gerekmez. Ülkemizdeki dağların %30 u kalker olduğuna göre hesabını siz yapabilirsiniz.

Zemine yüklenecek suların yarıdan fazlası, daha aşağı rakımlarda düzgün akışlı olarak akarsu yataklarına çıkar. Geri kalan kısmı ise doğanın zenginleşmesine sebep olur ve bitkilerden ve zeminden buharlaşır, yer altı sularını besler. Bu işlemler, taşkınları önlediği gibi, doğamızı zenginleştirir böylelikle, refahımıza derin katkıda bulunur. Bu işlemlerin yapılacağı rakımlar, 1800-2000-2500 ve daha yukarı rakımlar olmalıdır. Bu çözüm, bana göre, en akıllı, en ekonomik, en çok yan geliri olan su düzenleme yöntemidir.

Akarsu yönetiminin ‘A’sı, akarsuyu tanımak, onun akış seviyelerini hesaplamak ve de bekletme ihtiyacımızı belirlemek, bu işlemin hangi yöntemlerle yapabileceğimizi düşünmek ve fikir üretmektir. Karara vermektir. ‘B’sı ise ‘taşkın su’ları ve bir miktar da ‘aşkın su’yu zemine yüklemek; geri kalan yüksek suları ise enerjide kullanmaktır. Böylelikle taşkınlar önlenir ve doğamız zenginleşir; akarsularımız çevrelerine huzur verecek şekilde düzgünlükte akar; su ihtiyacımızı karşılamış ve de ihtiyacımızın üstünde elektrik üretmiş oluruz. Yani sularımızı çeşitli görevlere paylaştırmış, yönetimi tamamlamış oluruz.

Bunu nasıl yapmalıyız?


IV- Akarsularımızı nasıl yönetmeliyiz? Ne kadar enerji üretebiliriz?

Akan sularımızın ortalama olarak %33üne dokunmuyoruz. Bu kadar suyun, yatağında her ay eşite yakın miktarda akmasını güvence altına alıyoruz. Bu, bizlerin çevreye karşı, insani ve dini sorumluluğumuzdur. Bütün akarsuların yatağında, her ay, yılda akan suyun %2,5 ile %3’ünü her ay akmasını sağlamış oluyoruz. Bu orandaki sulara, içinde ve kenarında yaşayanların yaşam haklarını güvence altına aldığı için dokunulmaz su diyoruz.

Bizim ülkemizde akan suların 60 milyar metreküpü bu tanıma giren sudur. Bu kadar suyun her hal ve koşulda akması gereken su miktarıdır. Bu kadar su, Vatandaş Mustafa ile Yurttaş Kazım’ın ve su içinde ve kenarında yaşayan canlıların hayat sahasıdır. Onların yaşamının ve huzurunun güvencesidir. Bu suya dokunmak çevre katliamına köklü bir şekilde başlamak demektir. Bütün derelerimiz, akarsularımız, Ekim ayındaki gibi akmalıdır; akacaktır. Böylelikle, yurttaşlarımız, vadilerimizde huzur içinde olacaklar; akarsu içinde yaşayanlar da güvence altına alınmış olacaktır. Su üzerinde plan yapanların öncelikle korumaları, sağlamaları gereken husus budur.

Dokunulabilir sudan ne kadarını enerjide kullanmalıyız?

Akan sulardan 60 milyar metreküp dokunulmaz suyu düşersek(186-60=) 126 milyar metreküp dokunulabilir, yüksek suyumuz olduğunu yazmıştım. Kullanacağımız, üzerinde oynayabileceğimiz su miktarı bu kadardır.

Bu suların bir bölümünü, mesela 20 milyar metreküpünü, ileride bir kısmını kullanıma açmak üzere zemine yükleyelim. Bu durumda taşkın suları da dizginlemiş, taşkını önlemiş hatta o suları yararlı hale getirmiş oluruz. Zemine yüklediğimiz sulardan yarıdan fazlası, 8-12 milyar metreküpü, aşağı rakımlarda vadiye döner. Yararlanacağımız sulara katılırlar. (Bu rakam bir gözlem sonucu kestirmedir)

Demek ki: elimizde, yüksek sulardan kullanabileceğimiz, yönetebileceğimiz, düzensiz, 115 milyar metreküp kadar suyumuz olacaktır.

Bu sudan, ilkyazımızda hesabını verdiğimiz, ülkemizin yıllık ihtiyacı olan 12 milyar metreküp suyu düşelim: kalan, 103 milyar metreküp. Enerji üretiminde kullanmayı planlayacağımız su miktarı 103 milyar metreküptür.

Yıllık ihtiyacımız için ayırdığımız suyun bir kısmını da çerez parası kazanmak için enerjide kullanılabilir.

Kullanacağımız 103 milyar metreküp suyun ağırlığı kaç Kg’dır?

103 milyar metreküpü yuvarlatalım, hesap kolay olsun. 100 milyar metreküp diyelim. Bu kadar su, kaç kilogram eder: 100 000 000 000 000 Kg.kuvvet(1014Kg.kuvvet) Yani enerji üretiminde kullanacağımız akışkanın ağırlığı bu kadardır.

Peki, bu kadar sudan ne kadar enerji üretebiliriz?

Önce potansiyel enerji dediğimiz ham maddemiz ne kadar onu bulmalıyız.

Ne kadar hidrolik potansiyel enerjimiz var?

Önce genel enerji formülünü, lise yıllarından hatırlayalım: Potansiyel enerji= ağırlıkxyükseklik dir. Fizik dersinde yazılışı, E= mxgxh. Burada m, kg.kkütle olarak düşen akışkanın kütlesini, g, mt/sn2 olarak yerçekimi ivmesini, h metre(mt) olarak ise düşüyü yani düşme yüksekliğini gösterir. Bu formülü su için yazar ve mg yerine ağırlık(Kg.kuvvet) olarak düşecek olan su miktarını gösterirsek sadeleşir ve E= Qxh(Kg.kuvvetxmetre) şekline dönüşür. Q, ağırlık(Kg.kuvvet) olarak su miktarıdır.(1 Kg.kuvvet, 1 litre suyun ağırlığıdır) Düşen suyun ağırlığı yükseklikle çarpılırsa enerjinin potansiyel değerini buluruz. 100 000 000 000 000(1014) kg.kuvvet. Demek ki düşürmeyi, türbinlerden geçirmeyi planladığımız suyun ağırlığı bu kadar.

Sıra, metreyle ölçeceğimiz yüksekliği belirlemeye geldi.

Bu kadar ağırlığı ne kadar yükseklikten düşürebiliriz?

Enerjinin diğer çarpanı yükseklik(h), ne kadar? Kaç metre olacak? Ülkemizde enerjide kullanabileceğimiz yüksek sular, ortalama kaç metre düşürülebilirler? Bunun için bu suların ortaya çıktıkları rakımları bilmemiz gerekir. Bu kolay. Akıl yürütme işi.

Tahmin etmeye çalışalım. Ben söyleyeyim siz itiraz ediniz. Bu yüksek sular, hangi aylarda akıyor? Mart ile temmuz ayları arasında. Neden bu aylarda akıyor? Karlar bu aylarda eridiği için. Peki, bu aylarda karlar nerede? Söyleyelim: 1800, 2000, 2500 rakımlarında ve daha yukarılarda. Demek ki enerjide kullanacağımız yüksek suların ortaya çıktıkları rakımlar, 1800, 2000, 2500 metreler ve daha yukarılardır.

Bu suların enerjide kullanmak üzere denetim altına alınabilecek bu rakımları, ortalama olarak 2 100 mt alalım. Bu bir ön kabuldür. Peki, bu sular ülkemizi, bizi, en son, nerelerde, hangi rakımlarda terk ederler. Onları da söyleyelim, tahmin edelim. Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz’e dökülenler (0) rakımında; Fırat, Dicle ve Zap suyu, 350-400 rakımında bizi terk ediyor. Aras ve Kura ise 800 rakımlarında.

Bütün akarsuların akıttığı sular ve terk ettikleri yükseklikler ayrı ayrı hesaplanmalıdır. Bizim burada bu hesapları yapmamıza imkân ve gerek yok. Amacımız o değil. Tahminle gerçeğe yaklaşmaya çalışalım. Akarsu hacimlerini, çıktıkları ve terk ettikleri rakımları göz önüne aldığımızda enerjide kullanabileceğimiz yüksek suların ortalama olarak 1800-2100 metre arasında düştüğünü, yani yüksekliği terk ettiğini kabul edebiliriz. Ortalama düşü yüksekliğini 1900 metre olarak almamız, bizi güvenli tarafta tutacağını düşünüyorum.

Bu yaklaşımı güvenli bulmayanlar kendi yaklaşımlarını ortaya koymalıdır.

Bu durumda Potansiyel enerjimiz ne kadar olur?

Devam edelim: h= 1900 metre; ağırlık ise 100 000 000 000 000 Kg.kuvvet’dır. Ep= Qxh = 100 000 000 000 000x1900 kg.kuvvetxmt. Ham maddemiz yani potansiyel enerjimiz, eder: Ep=190x1015 kg.kuvvetxmetre. (Ep=190 000 000 000 000 000 Kg.kuvvetxmetre)

Peki. Bu kadar potansiyel enerjiden Ne kadar elektrik üretebiliriz?

Kaç KWh elektrik enerjisi üretilebilir?

Bu ne demektir? 1800- 2500 ve daha yukarı rakımlarda denetime alacağımız yüksek suların büyük bir kısmından, bu kadar potansiyel enerjisinden, ne kadar elektrik enerjisi üretiriz? Bunun hesabı daha kolaydır.

Liseyi okuyanlar, enerjiyle meşgul olanlar, 1 Kwh elektrik enerjisinin 367000 kg.kuvvetxmetre’lik potansiyel enerjiye denk olduğunu bilirler. Açıklama istemeyiniz; yerimiz zamanımız azdır. Fizik dersini hakkıyla vermiş bir lise talebesine veya hafızasını, aklını para-pul işiyle fazla doldurmamış bir mühendise sormanız yeterlidir.

Eğer yukarıdaki potansiyel enerjiyi, 367 000 ne bölersek teorik olarak ne kadar elektrik üretebileceğimizi buluruz; ama bu teoriktir. Pratik olarak bulmak için zayiat ve randıman katsayılarıyla bu rakamı büyütmemiz veya toplam potansiyel enerjimizi bu katsayılarla küçültmemiz, azaltmamız gerekir.

Potansiyel enerji zayiatımızın oranı ne kadar olur?

Bu katsayı ne kadar olur?

Tesislerin seçilen yerleriyle, tesisin sebep olacağı, hidrolik yük kaybı dediğimiz, kayıpların toplamıdır. Topoğrafik ve hidrolik yük kaybını %20 olarak alıyorum. Her tesisin su kullanırken yer zorlukları ve suyun iletildiği hatlardaki sürtünmeyle düşme yüksekliği azalmaktadır. Anlamı şudur: net düşü, bürüt düşünün %80’ni kadar oluyor; yani h, yükseklik çarpanımız, %20 azalıyor.

Bir de teknolojik kayıplar, yani tesis randımanı dediğimiz olay var. Bu değer, türbin tiplerine göre değişse de benim bilgilerime göre %11-12 civarındadır. Bunu da %15 alacağım; (Sebebini açıklayabilirim; yerimiz yok).

Bu durumda, toplam potansiyel enerjimizi önce %20 oranında azaltmalıyız:

Bölelim: 190 000 000 000 000 000x 0,80 = 152 000 000 000 000 000 Kgkuvvetxmetre eder. Potansiyel enerjimiz, türbinlerimizin kanadına kinetik enerji olarak çarpıncaya kadar bu kadara indi. Türbin kanadına çarpan suyumuzun kinetik enerjisinden ne kadar elektrik enerjisi elde ederiz? Bu rakamın %85 i kadarını elektrik enerjisine çevirince çıkan rakam kadar. Hesaplayalım: 152 000 000 000 000 000x0,85/367 000 = 352 000 000 000 KWh


Demek ki ülkemizdeki akarsular, bana okutulan bilimin ve tekniğin ışığında planlanırsa; havza insanlarını, vadilerde ve akarsu içinde yaşayanları rahatsız etmeden, huzur içinde yaşamlarına devam etmelerini sağlayarak, yıllık su ihtiyaçlarını da güvence altına alarak; sadece yüksek suları kullanarak, toplamda bürütten %35 zayiatla, 352 000 000 000 KWh, -yazıyla: üçyüz elli iki milyar kilovatsaat- enerji üretilebilir.

Bu rakam daha yukarılara çıkabilir. Zemine yüklediğimiz suları da enerjide kullanabiliriz. Yer altı sularından ve başka amaçla kullanılan sularından da enerji elde edilebilir.

Bu sonucu eleştirmek isteyenleri görev başına çağırıyorum. Eleştiriler, başımızın üzerinedir. Bu konuyla ilgilenenler ve özellikle sorumluluk yüklenip ülkenin akarsularının başına çöreklenenler… Gelin, bu rakamı eleştirin. Yükseklikten kesin, suyu azaltın. Azaltın bu rakamı… indirin 300’e, 250 ye ama ne olur gerekçelerini de yazın, söyleyin. Çünkü ben sizin önünüze bir hesap koydum; hem de %35 zayiatla. Siz zayiatı artırın. ‘O kadar suyumuz yok’ demeyin; çünkü DSİ ‘var’ diyor. Siz, ‘o kadar yükseklikten düşüremeyiz’ deyin. ‘1500 metreden düşer’ deyin; ama lütfen gerekçesini söyleyin ve hesabınızı yapınız. Hesabıma güveniyorum ve devam edeceğim.

Bu kadar enerjinin elde edilmesi için nasıl ve ne güçte santrallar kullanılmalıyız ve ne kadar harcama yapmamız gerekeceğini anlatmaya çalışacağım.

Bu arada bir hatırlatma yapayım: Ülkemizin bir yılda kullandığı elektrik enerjisi 220-230 000 000 000 KWh(ikiyüzyirmi-otuz milyar kilovatsaat)tır. Bunun sadece 60 milyar KWh’ı şimdiye kadar yapılan barajlı ve barajsız HES’lerde üretiliyor!


V- 352 milyar KWh enerji nasıl üretilmeli? ‘Yamaç Santralları’ ne demek?

Önceki bölümde 352 milyar kilovatsaat elektrik üretilebileceğini hesabıyla göstermiştim. Peki, bu kadar enerjiyi hangi anlayışlarla, nasıl ve hangi tip santrallarla üretmeliyiz?

Bu soruların cevabı, planlama anlayışının ürünü olacaktır. Bu kadar enerjinin üretilebileceğini hesapla ortaya koyan, bunun nasıl gerçekleşeceğini ve kaça mal olacağını ve de sonuçlarını da düşünmüştür; göstermesi gerekir. Planlama anlayışını da ortaya koymalıdır.

Anayasamız, devletimizin sosyal hukuk devleti olduğunu söylüyor. Ülkenin kaynaklarını planlayacak kadar yüce mevkilere gelmiş olanların anayasanın bu amir hükmünden haberdar olmaları gerekir.

Sosyal hukuk devletinin bir yöneticisi olarak düşündüğümüzde, akarsularımızı yönetmeye kalkanların aklına ilk şu gelmelidir: Bir milletin en değerli varlığı, suları, yaşadığı çevre ve doğasıdır. Akarsuları yönetmek isteyenler, önce su içinde yaşayanları, sonra çevresinde yaşayanları ve insanlar başta olmak üzere her türlü canlıyı, sonra da ülkede yaşayanları ve yeryüzünde diğer yaşayanları düşünülmelidir. Çevreye zarar verilmemeli, çevrenin geliştirilmesi amaçlarının içine almalıdır.

Ortaya çıkan artık değerden, öncelikle havzalarda yaşayanlar pay almalıdır. Havzada, üretilen değer, önce havzada, yerinde yaşayanlarla, sonra da ülkeyle paylaşılmalıdır. Olabildiği kadar tabana yayılmalıdır. Çok sayıda insan yararlanmalı, havzadakiler güvenli iş sahibi olmalıdır. Böyle bir planı yapanın aklından hiç çıkmaması gereken husus, yıllardır o olanakların, kaynakların yanında yaşamış, yetersizliklerinden dolayı üretime geçirilememiş yerel zenginliklerin öncelikle o insanlarla paylaşılması sosyal hukuk devleti olmanın ötesinde insana saygının emridir.

Doğayı koruyarak, geliştirerek bu planlamayı yapmak, planlamacı olmanın ötesinde her sade insanın, mühendisin, yöneticinin, vicdani ve ahlakî değeri olmalıdır.

Ben böyle bir planlamayı yapmakla görevli olsaydım bu planlamanın içini şu ilkelerle doldurabilirdim. Daha fazlası elbette vardır, olabilir; olmalıdır.

    1. Tabiata müdahale varsa önce çevreye saygılı olmalı, olabilir tahribat, giderilebilir olmalı; her hangi bir türün kaybına asla sebep olmamalı; varlık kaybı, giderilebilir hatta daha fazlası üretilebilmelidir. Tüm canlılara yeni üreme ve üretim yerleri, sahaları hazırlanmalıdır.

    2. Var olan potansiyelden en fazla oranda yararlanmayı sağlayacak büyüklükte ünite, santral sayısı ve tipi seçilmelidir.

    3. Santral sayısı olabildiğince çok olmalı ki paylaşım daha sosyal, toplumcu olabilsin.

    4. Her türlü elektromekanik aksam ve inşaat malzemesi yurt içinde yapılabilir olmalı.

    5. Bu üniteler, her türlü koşulda taşınabilir, monte edilebilir ve onarım için sökülebilir boyutlarda, ağırlıkta olmalı.

    6. Kaynak(finans) temini ve organizasyonu, öncelikle, havza insanıyla; çevreden, yetmiyorsa, yurt içinden ve de kamu katılımıyla olmalı.

    7. Üretim birimlerinin, santralların yapımında ve işletilmesinde havza insanı öncelikli görev ve pay almalıdır

    8. Santral su iletim hatlarından, santralların düşük seviyede çalıştıkları saatlerde sulama suyu alınabilmeli. Böylelikle yan gelirler ortaya çıkarılmalı. Başta insanlar olmak üzere havza canlıları için yeni yaşam sahaları oluşturmalı.

    9. Bu santrallar, öncelikle ülkenin geri kalmış yörelerinde kurulmalıdır. Ki kalkınma daha etkili olsun.

    10. En küçük birimlerden başlanmalı ki, yerli sanayi kolayca üretimine geçsin ve deneyim kazanma maliyeti çok küçük kalsın.

    11. Santrallar, bir birlerini kaynaklandıracak sırayla yapılmalı ki kaynak ihtiyacı azalsın.

Gibi birçok ilke, ‘sosyal hukuk devleti’ inde planlama yapanın önünde amentü maddeleri gibi yol gösterici olmalı.

Bu ilkelerin öncelik sırası, o ülkenin siyasetini yönetenlerin anlayışının ürünü olacaktır.

Bütün bu ilkelere cevap verecek santral tipi nasıl olmalı?

Bir kere, teknik olarak, şunu hatırlatmalıyım: Suyun en küçük biriminden yararlandıran türbin tipi, Pelton türbinleridir. Bu türbinler az su, yüksek düşü, düşük debili potansiyeller için uygundurlar. Debi değişiminde randıman düşüklüğünü çok geç gösterirler. İyi, temiz su isterler; bu hal, iletim hatlarından sulama suyunun alınmasını teşvik eder ve zorunlu kılar. İletim hatları, vadinin yamaçlarından götürülmeli; böylelikle, yeni tarım alanları açılabilmelidir. Yer yer su içindeki katı maddeler alınmalı sulama suyuna verilmelidir. Olabildiğince küçük kapasiteli iletim hatları kullanılmalı, doğa tahrip edilmemeli, doğaya ve canlılara tehdit yaratılmamalıdır.

Santrallar, benzer tesisler olmalı ki, havza insanları santralların kuruluşlarında büyük oranda görev alabilsin; işletme ve onarım sorunları küçülsün. En geri kalmış yurt bölgeleri ve en küçük birimler öncelikle ele alınmalı.

Daha birçok husus akla gelebilir.

Bütün bu koşullara, ilkelere ve amaçlara uygun santrallar yapılabilir. ‘Yamaç Santralı’ dediğimiz santrallar, bu isteklere ve koşullara cevap veren ve uyan santrallardır.

Yamaç Santralı deyince ne anlıyoruz?

Tanımlamaya çalışayım: Havzaların en önemli ekonomik değerlerinden olan hidrolik potansiyelden en çok yararlanmak için olabildiğince çok sayıda, su iletim hatları vadi yamaçlarından giden; bu hatlarından alınacak sulama suyu ile su içindeki katı maddelerin alınacağı şekilde tasarlanan santrallardır.

En küçüklerden başlayarak, havza insanını kamuya ortak yaparak; teknolojik bilginin ve elektromekanik aksamın teminine; kaynak temini(finans) ve organizasyonuna kamunun katıldığı, yapımını ve işletmesini havza insanın başarabildiği; çevreye asla zarar vermeyen, akarsu içindeki canlıların hayatını güvence altına alan, onların haklarına dokunmayan; yaşam alanlarını büyüten, çoğaltan, yeni yaşam alanlarının açılmasını da hedeflerine almış bu santrallara ‘Yamaç Santralı’(YAS) diyoruz.

Kısacası, yamaç santralı, kamunun, başta havza insanı olmak üzere, bütün canlıları ‘yamacına aldığı’, havza insanıyla ülkenin refahı için her adımda beraber olduğu santrallardır. Akarsuların 1800-2500 rakımlarından daha aşağı çığırlarındaki alanlara dokunmayan; havzalarda yaşam alanlarını, tarım yapılabilir alanları 2-3 misli artıran santrallardır.

Bu amaçları hedefine almış, iletim hatları vadi tabanına yakın giden ve Prof. Dr. İlyas Yılmazer’in önerdiği, Küçük Dere Santraları’nı da bu çerçevede saymalıyız.

‘Yamaç Santralları’ sözü güven vermiyorsa bu santrallara ÇAS (Çift-Çok Amaçlı Santral) adını da verebiliriz. Ad değil amaçlar, ilkeler önemlidir.

Bu santralların sahipleri, koruyucuları; önce planlamacılar, daha sonra bu santraların gerçek sahibi havza insanıdır.

Güzel!... Santraların nasıl olacağını anlattık da bu santralardan ne kadar kurmalıyız? Kurulu güç toplamı ne kadar olmalı? Bu iş bize kaça mal olur?

Ne kadar kurulu güç ister?

Bu sorunun cevabını iki uç(extrem) hal için vereceğim. Planlama yapanlara bu iki uç hal yol gösterici olur. Aynı zamanda bu yazıyı okuyanların değerlendirmelerine de kolaylık yaratmış olurum.

Santralların üretim başarı değerlerine sunu, performans diyorum. Sunu veya performans bir santralın yıllık ürettiği enerjinin kurulu güce bölünmesiyle ortaya çıkan saat olarak değerdir. Bu değer, tavan değere ne kadar yakın olursa projemiz üretim açısından o derece başarılı olur. Bu değer, oran olarak da gösterilebilir. Çıkan rakam, 1 KW kurulu gücün bir yılda ürettiği enerji miktarını veya kurulu güç kapasitesinin ne kadarının kullanıldığını gösterir. Yıllık üretim, kurulu güce bölündüğünde çıkan rakam, 8 760 rakamına ne kadar yakın ise o santralın performansı o kadar yüksektir. 8760 bir yılda bulunan saat sayısıdır; nominal tavan değerdir. Bir santralın performansını bu rakama bölersek oran olarak da kapasite kullanımını ifade etmiş oluruz. 8760 rakamına yaklaşmak kurulu gücün kapasitesini iyi kullanmak demektir. Bu o projenin başarısını gösterir.

Performansın 8760 saat olmasını, yani %100 olmasını enerjide kullanacağımız suyu yüzde yüz düzgün akıtmakla sağlarız. Bunun çaresi, aşırı gelen suları bekletmektir.

Su bekletme yapılarının, özellikle barajların enerji üretiminde yaptıkları tek şey, bu performansı yükseltmektir. Performansın %100 olduğu bir santralda, birim kurulu güç(1Kilovat), bir yılda 8760 KWh enerji üretiyor demektir. Barajlar, bu rakamı eğer 7500-8500 üzerine çıkaramıyorlarsa başarısız bir projenin ürünüdürler; sorgulanmalıdırlar. Bazen bu rakam daha yukarılara, 9000 saatlere çıkabilir. Performans rakamı 8760’tan aşağıya doğru ne kadar uzaklaşırsa proje o kadar başarısızdır. Bu durum bize enerjide kullanılacak suyun hepsinin işlenebileceği en küçük kurulu gücün miktarını hesaplamamızı sağlar.

Gelelim iki uç(extrem) halde, bizim, 352 milyar kilovatsaat enerji üretmek için ihtiyaç duyacağımız kurulu güçlerin toplamına:

1.En küçük kurulu güç: en çok suyun bekletilmesi halinde ihtiyaç duyulan güçtür. W=352 000 000 000 kilovatsaat/8760 saat = 40 200 000 KW= 40 200 MW olur. Bu durumda bekletmeye alınacak en çok su miktarını araştıralım:

Eğer biz yüksek suların tümünü kullanmak isteseydik 61 milyar metreküp suyu bekletmeye alacaktık. Halbuki bu kadar suyun 20 milyar metreküpünü zemine yükleme kararı vermiştik. (III. Bölümde 2YOD seviyesinin üstündeki su miktarının toplam suyun %11,66 sı olduğunu söylemiştim. Bu miktarın(186x0,1166=) 21,7 milyar metreküp olduğunu görürüz. Bu miktarı şimdilik 20 milyar metreküp olarak sayalım.) Bu durumda bekletmeye alacağımız su miktarı, 41 milyar metreküpe inecektir. Ayrıca tesis randımanını da göz önüne alırsak kurulu gücü %15 civarında artırmalıyız. (Burada bir açıklama yapmalıyım: Kurulu Güç tanımı, eğer jeneratörün tanımlanmış zaman içinde üretebildiği enerjiyi, yani jeneratörün gücünü ifade ediyorsa %15 lik kurulu güç artırımına gerek yoktur. ) Bu sebeplerle kurulu gücü (40200x1,15 =) 46 300 MW, Yuvarlatarak 46 000 MW diyelim. Bu kadar kurulu güç ihtiyaçtan fazladır. Bu durumda performans 7650 saat olacaktır.

Bu durumda, birinci uç halde, kurulu gücümüz, 46 000 MW civarında ve bekletmeye alacağımız su miktarı da 41 milyar metreküp olacaktır. Böyle bir çözümde üretilen enerji, muntazam, yani daha değerli olacaktır. İstenen, ideal üretim tarzı budur.

Bu durumu tümüyle gerçekleştiren bir çözümü bulamayız.

Gelelim diğer uç çözüme:

Aynı miktarda enerjiyi hiçbir bekletme olmadan da üretebiliriz. Bu durumda kurulu gücümüz, 1. Nolu seçim dekinin iki misli yani 92 000 MW olacaktır; çünkü iki misli debinin üstünde gelen 20 milyar metreküp su zemine yüklenmiştir; bu sebeple gelen suların en yüksek değeri, ortalama debinin iki mislinden fazla olmayacaktır Üretim suyun akışına bağlı olarak düzensiz olacaktır. Performans daha da, 3 826 saate kadar düşecektir.(Bu rakam, şuan Ülkemizdeki birçok barajlı santraldan çok daha yüksektir)

Gerçekleşecek çözüm, bu iki uç çözüm arasında bir yerde olacaktır. Planlamadaki başarı, çözümü birinci uca yaklaştırmaktır.

Kullanılan 106 milyar metreküp su, doğaya yüklediğimiz 20 milyar metreküp suyun yarısına yakını vadilere döneceğinden daha aşağı rakımlarda 110-115 milyar metreküpe yükseleceğini yazmıştım. Dönen suların bir kısmı enerjide kullanılabilir. Bunun için ilave güç talebi olmaz. Bu tesisler talep olduğunda saymaca(nominal) kapasitelerini de aşabilirler. Ayrıca vadiye dönen bu sular, başka amaçlar için kullanılabilir.


VI- Bu Kadar Enerjiyi Yamaç Santrallarıyla Kaç Paraya Üretiriz? Kaç Adet Santral Kurmalıyız, Kurabiliriz?

Ülkemizdeki akarsuların yüksek sularından, zemine yüklenen 20 milyar metreküp haricindeki 106 milyar metreküp suyun 100 milyar metreküpünü enerji üretiminde kullanmamız halinde ne kadar yatırım yaparız? Harcamalarımız USD olarak ne kadar olur?

Burada sadece sonuçlarını vereceğim: DSİ’nin 1 KW kurulu güç tesisi için verdiği maliyet 1400 USD dir. Tesislerin küçüklüğünü göz önüne alarak, bu rakamı 2000 USD’ye çıkaracağım. Bu takdirde kurulu güç kurma maliyetimiz, (46 000 000x2000 =) 92 Milyar USD olacaktır.

Bu rakama su bekletme maliyetini eklediğimizde 352 milyar KWh enerjinin düzgün bir şekilde üretilmesi için gerekli yatırımın toplamını tahmin etmiş oluruz.

Su bekletme maliyetine gelince; burada azıcık kendimden bahsedeceğim. Ben, Doğu Karadeniz sıradağlarının güney yamaçlarında doğmuş, ömrünü 80 yaşına kadar inşaat yapmakla geçirmiş bir babanın inşaat mühendisi oğluyum. O dağlarda çobanlık ta yaptım. 45 yıl serbest çalıştım. Bu konuyla ilgilenmeye başladıktan sonra o dağlara en az 5 kere daha çıktım. Yanıma aklına ve kimliğine güvendiğim, yanımda çalışmış, halen o havzada taş duvar ağırlıklı işler yapan bir inşaat müteahhidini aldım. Yapılacak işleri tarif ederek kendisinden maliyetini sordum. Şimdi size söyleyeceğim rakamlar onun verdiği rakamların en az iki mislidir. Yani verdiğim rakamlar 40 yıldan fazla serbest çalışmış bir mühendisin gözlem, deneyim ve bilgilerinin ışığında yapılan tahminlerdir.

Uzatmadan özetleyeyim: Yaptığım araştırmaya göre, 1800-2000-2500 rakımlarında, 1 metreküp suyun bekletilme bedeli 2,5 kuruş ile 100 kuruş arasında değişir. 1,5 la çarpıp Dolar’a çevirerek kullanacağım. 1,5 cet ile 60 cent arasında olduğunu bilerekten 50 cent’en hesaplayacağım. 61 milyar metreküp sudan, zemine yüklenen 20 milyar metreküpü düşünce 41 milyar metreküp bekletmeye alınacak suyumuz kalmıştı.

Zemine yüklenen su miktarını 20 milyar metreküp seçmemizin nedeni, eğer tesis debileri, ortalama debinin(YOD) iki misli seçilirse bekletmeye alabileceğimiz su miktarı teorik olarak 21,7 milyar metreküp olmasındandır. Bu teorik rakamdır. İki rakamın birbirine çok yakın olması bize olayın anlatılmasını da kolaylaştırıyor. Bekletmek mecburiyetinde kalacağımız hacmi 41 milyar metreküp alırken doğu bir miktarı aldığımı biliyorum. Bu kadar suyun bekletilmesinin maliyeti, metreküp başına 50 cent’ten yaklaşık 20 milyar USD eder. Bu rakamın şişirilmiş bir rakam olduğunu biliyorum. Bu rakama zemine yükleme işlemlerinin bedeli olarak da 10 milyar USD’yi ekleyelim. Bu durumda 46 000 MW kurulu güçlü santralları içeren ve tam düzgün akışlı bir planın maliyeti, (92 +20+10=) 122 milyar USD olacaktır.

Bu anlayışla yapılan planlamaların sonucunda doğamız canlanmış olacak, kimse su bekletme yapıları yüzünden yerlerinden edilmeyecek, hiçbir tarım alanı su bekletme yapılarının işgaline uğramayacak buna karşılık 352 milyar KWh elektriğimiz düzenli olarak üretilebilecektir. İdeal çözüm budur.

Ülkemizdeki akarsulardan çevreye hiç zarar vermeden 352 milyar KWh elektrik üretmenin maliyeti bu kadardır. BU durumda, 1 KWh enerji için yapılması gereken yatırım, (122/352=) 35 cent eder. Bu rakamı aklınızda tutunuz; lütfen.

Ancak bütün havzada bu çözümü tümüyle uygulamak mümkün değildir. Diğer uç çözüme de başvurmamız gereken yerlerde olacaktır. Bütün üretimin su bekletme olmadan yapılması halinde maliyeti de hesaplayalım. Sonuçta gerçek maliyet, bu iki çözüm maliyetleri arasında bir yerde olacaktır. Planlamadaki başarı, 1. uç çözüme yakınlıkta olacaktır.

2. Uç çözüm maliyetine gelince:

Eğer hiç bekletme yapmadan bu kadar enerjiyi üretmek istersek kurulması gereken güç, en çok, teorik olarak 3x46 000 MW’ kadar olur. Yüksek suların 20-25 milyar metreküpünü doğaya yüklediğimizden bu kadar kapasiteye ihtiyaç duymayız.

Grafikli yazıda, tesis debilerini yıllık ortamla debinin iki misli seçersek bekletmeye alacağımız su miktarı 20 milyar metreküp civarında olacağını göstermiştik. Bu kadar suyu doğaya yüklediğimize göre bizim ihtiyaç duyacağımız tesis debisi, aşağı yukarı, yıllık ortalama debinin iki misli olur. Böylelikle kurulu gücümüz, 2x46 000 MW = 92 000 MW olacaktır. Bu durumda maliyet, DSİ’nin rakamlarıyla (92 000 000 KWx 1400 USD/KW =) 129 Milyar USD eder. Zemine yükleme işinin maliyeti 10 milyar USD’yi de ekleyelim; eder, 139 milyar USD. Her iki yaklaşımın maliyetleri arasındaki fark, 17 milyar USD’dir. Gerçekte bu fark daha fazladır. Hatırlatayım birinci çözümde birim kurulu güç maliyetini 2000 USD ikincide DSİ nin verdiği rakam 1400 USD’yi almıştım. Bu sebeple fark azalmıştır. Başka önemli bir fark, ikinci uç çözümde üretimin mart-temmuz ayları arasında ve düzensiz olacağıdır. Kalitesi, yani fiyatı düşecektir. İhtiyaç fazlası üretilen enerjinin taşınması ve pazarlanması sorunları bu rakamı daha da büyütecektir. Bu sebeple bu çözüm, istenen değildir. Ancak tümüyle ret edilmez birçok yerde kullanılması zaruri olabilir.

Buraya kadar söylediklerimi özetleyeyim:

Ülkemizdeki akarsularda Mart, Nisan,Mayıs, Haziran, hatta Temmuz aylarında akışa geçen, 125-130 milyar metreküp yüksek sulardan sadece 100 milyar metreküpünün türbinlenmesi halinde üretilebilecek enerji, net olarak, 352 milyar KWh olacaktır. Bu kadar enerjiyi su bekletme yapılarını kullanarak üretmek istersek maliyeti 122 milyar USD olacak ve enerji düzenli olacaktır. Eğer su bekletme yapılarını kullanmadan, suları geldikleri gibi türbinlenmesini hedeflersek, yüksek sulardan aynı miktarda enerjiyi üretilmesinin maliyeti, bu sefer 139 milyar USD olacak; üretilen enerjinin kalitesi, yani fiyatı düşecektir. Enerji üretimi ise mart- temmuz ayları arasında olacaktır.

Aradaki fark, 17 milyar USD kadardır. Neredeyse su bekletme yapılarının maliyeti kadar. Bunun açıklaması, ne kadar çok suyu ne kadar yüksekte bekletirsek maliyetimiz o derece azalacak ve enerji üretimimiz o derece düzenli yani kaliteli olacaktır. Sonuç olarak söyleyelim: Yamaç Santralları anlayışıyla akarsularımızın yönetilme maliyeti 122-139 milyar USD arasında olacaktı, olacaktır.

Aradaki fark, su bekletme yapılarının değerini de ortaya koyuyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus, su bekletme yapılarının 1800 ve daha yukarı rakımlarda olmasıdır. Bu hesabın temel koşulu budur. Bu rakımlarda ve daha yukarılarda yerleşimler ve tarım alanları ya çok azdır veya hiç yoktur. Buna karşılık yapım malzemesi çoktur. Yapımda harcanacak iş gücü, büyük oranda sade, eğitimsiz iş gücüdür. Daha önemlisi yatırımlardan en çok pay alması gereken insanların yaşadığı yerlere çok yakın olmalarıdır.

Bu durumda kaç adet santral kurulmalıdır ve kurulabilir?

Esasen bu kadar yazıyla siz okuyucu aydını yormamın amacı, bu sorunun sorulması ve cevabının verilmesidir.

Bana göre santral sayısını beş etken belirler:

1. Sosyal Hukuk Devleti Kurumunu yönettiğinizin ne derce bilincinde olduğunuzdur. Bu bilinç ne kadar gelişmişse o kadar çok sayıda santral kurarsınız. Çünkü hidroelektrik imkân, doğal bir kaynaktır. Bu kaynak havzalarda yaygındır. Havza insanıyla olabildiğince yaygın olarak paylaşılmalıdır. Yani ne kadar çok santral planlarsak anayasanın emrine o kadar uymuş oluruz.

2. Bu konuda ikinci zorlayıcı etken, yüksek rakımlarda yerleşimlerin küçük, dağınık ve fakir olmasıdır. Devlet kalkınmayı en fakirden başlatırsa yatırım daha etkin olur. Gelir dağılımının düzelmesi daha etkili olur. Ayrıca tesislerin ve su bekletme yapılarının büyük ölçüde ‘sade insan emeği’ diyebileceğimiz emekle yapılabilir olmasıdır. Buralardaki insanların işe kavuşturulması, işletmelerde görev verilmesi, göçün önlenmesi, havzaların canlanması, yurtsever bir planlamanın temel amacı olmalıdır.

3. Hidroelektrik potansiyelden en çok yararlanmanın yolu, her türlü potansiyeli değerlendirmektir. Kısaca, topoğrafyaya ve yerleşim yerlerine uymaktır. Suları bekletmeye alacağımız rakımlara çıktıkça akarsular çok ama çok sayıda kollara ayrılır. Bu bize çok sayıda su bekletme yapısı yapmaya ve çok sayıda tesis kurmaya götürür. Bu bir zorluk olarak akla gelse de aslında kolaylıktır. Eğer amaç daha çok ve hızlı elektrik üretmekse, yaygın ve her yerde tesis kurmaya yönelmek gerekir. Herkesin kolaylıkla yapabileceği tesislere yönelmek gerekir. Mühendis aklı böyle söyler.

4. Gerek elektromekanik aksam üretiminin, gerekse tesis ve su bekletme yapılarının en küçükten başlaması yine aklın emridir.

5. Tesisler ne kadar küçük olursa doğaya o kadar az zarar verir. Hatta vermez, zenginliğini artırır. Yamaç santrallarının ikinci görevleri, yeni tarım alanlarının, yaşam sahalarının oluşturulması olduğunu hatırlayalım. Santrallar küçüldükçe, sayıları arttıkça bu alan o derece genişler. Ve en küçük tarım alanları dahi suya kavuşabilir.

Bu gerekçeler, bize, bu santralların olabildiğince küçük, dolayısıyla çok sayıda olmasını emreder. Bu durumda bir sayı bulmaya çalışalım: Eğer bizim santrallar, 5KW tan başlayıp 5MW kadar oluyorlarsa- ki bunu akarsularımızın taşıdığı su miktarı, havzanın topoğrafyası, insan yerleşimleri ve tarım yapılmaya uygun arazilerin durumu belirleyecektir- ve biz olabildiğince sosyal hukuk devletine inanan yurtsever bir planlamacı isek; ortalama kurulu gücü, 50 KW seçebiliriz. Eğer bütün potansiyeli 1. Uç çözümle projelendirirsek bu takdirde santral sayısı: performansı 8760 yerine 8000 alırsak santral sayımız, 352 000 000 000/7650/50 = 920 000 adet; Yok, santralları daha büyük, mesela 100 KW, ortalama büyüklükte seçersek- ki bu sefer potansiyel zayiatımız artacaktır- bu takdirde santral sayımız, performansını 7650ye düştüğünü kabul edersek 460 000 adet olacaktır.

İkinci uç çözümde santraların performansı 3825 saate düşecektir. Bu durumda güçlerini iki misli seçtiğimizden dolayı santral sayımız, (352 000 000 000/3825/100 =) 920 000 adet; kurulu güç ortalaması 160 KW olması halinde de bu rakam 575 000 adet olacaktır.

Her iki halden şu sonuca varırız: Yamaç santralları anlayışıyla bir planlama yaparsak Devlet, en az, 500 000 aileyle ortak olacaktır. Bu çok büyük çaplı devlet-millet iş birliği demektir. Böylelikle, Ülkemiz, 8-10 yıl içinde elektriğin kilovatsaatını 0,5 cent’e üreten, işletmesini, bekçiliğini tamirini, havza insanının yaptığı santralların büyük ortağı olacaktır. Havzalar, terk edilen yerler değil insanların güven içinde yaşadıkları yerler olacaktır. Atalarının yaşadığı yerlere döndüğü alanlar olacaktır. Buralarda yaşayanlar, medeniyetin en önemli göstergesi ve varlığı elektriğin üreticisi olacaklardır. Bütün akarsuların iki yanı, benzer işlerle, tesislerle hayata bağlanmış yurttaşların yaşadığı alanlar olacaktır. Köylü böylelikle hak ettiği milletin efendiliğine ulaşmış olacaktır. Böyle bir ortam, havzaları coğrafyanın yırtıldığı alanlar olmaktan çıkaracak, kaynaştığı ortamlara dönecektir.

Bu tercihi, planlama anlayışını, anayasal ahlak, yatırım ekonomisi bilinci, yurtseverlik, insana ve doğaya saygı sevgi, belirler. Havza kültürleri, en değerli tarım alanları yok olmadan, coğrafyaların barajlarla yırtılmadan, her iki yakanın yerleşim ve tarım alanı olmasını sağlayacak çözüm, olabildiğince ve alabildiğince çok sayıda yamaç santrallarıyla mümkündür.

Barajların coğrafya yırtıcılığı yerine, coğrafyaların kaynaşmasını düşünen insan aklı ve ahlakı, bu tip çözüm dışında başka bir çözüme dönüp bakmaz; bakamaz. Ülkesini hem enerjiye, hem de gelişmiş elektromekanik sanayiye kavuşturmak, her safhada iş imkânlarını topluma yaymak gerçek yurtsever plancının görevidir. Amentüsü, manifestosu olmalıdır. Plancının ruhunun gerçek fotoğrafı, böyle bir planlamayla görülür.

Neden mi? Ülkemizde yapılanları bir yol görelim o zaman ne dediğim daha kolay anlaşılır.


VII- Ülkemizdeki Sulama projelerinin, Barajlı ve Barajsız HES’lerle Enerji Üretiminin Durumu Nasıldır?

Sayın Aydın; buraya kadar yazdıklarımdan yorulmuş olabilirsiniz. Buradan sonra özetlemeye çalışacağım. Bu özetler, on yıllık merak ve araştırmalarım ve hesaplarımın sonuçlarıdır. Dileyene ayrıntılı cevaplar verebilirim.

I. Ülkemizin sulamalı tarım yapılabilir alanları, 210 000 000 dekardır. Bu kadar alanın doğadan gelen suyun haricinde ihtiyaç duyacağı su miktarı, biraz dikkatli hesapla, 2 milyar metreküptür. Ben hesaplarıma 6 milyar olarak aldım. DSİ, 90 000 000 dekarı sulama hedefine aldığını, bunun 45 000 000 dekarını sulamaya açtığını söylüyor. Bu kadar alan için akarsularımızdan aldığı su miktarı, 35 milyar metreküp! Bunun anlamı şudur: DSİ tarım alanlarımıza, bitkilerin gökten gelenden yeteri kadar yararlanmadığını düşünerek sulama mevsiminde 78 santim yüksekliğinde su taşımaktadır. DSİ her tarım alanına ülkemize bir yılda yağan ortalama sudan daha fazlasını 3-5 ay içinde boca etmektedir. Bu kadar suyun yaptığı, tarım alanlarının tuzlanması veya bitkisel toprakların yıkanması sebep olmaktır. Özetle fakirleşmemizin alt yapısını hazırlamaktır. Bu işlemi, bu milletin parasıyla ve evlatlarının eliyle yapmaktadır. Ülkeyi borca batırmak, sefaletin bir başka yönüdür. HES’lerle ise vadilerde yaşayanları canlarından bezdirmektedir. Bu durum ancak melânet kelimesiyle ifade edilebilir. (Melânet kelimesini ‘sınır tanımayan kötülük olarak kullanıyorum.)

II. Ülkemizdeki akarsuların neredeyse tümü, böyle bir sulama anlayışına ve büyük ölçüde barajlı ve Halkın HES dediği santrallarla elektrik üretimi için tahsis edilmiştir. Bunun neticesinde çok özetle şu sonuçlar ortaya çıkmıştır:

    1. Ülkenin 1,5 Trilyon USD’lik kaynakları yok edilmiştir. Çevrelerde paha biçilemez çeşit ve büyüklükte varlıklar yok edilmiştir, edilmektedir.

    2. Toplamda 8 000 000 dekar en değerli tarım toprakları ve kamu arazileri yok edilmiştir, edilmektedir.

    3. 1,5 milyon yurttaş yerlerinden sökülmüştür, sökülmektedir. Yıllarca yaşadıkları çevrelerden, üretim alanlarından uzaklaştırılmış siyasal olayların maşası haline getirilmişlerdir.

    4. ‘Sulama yapıyoruz’ adıyla tarım alanlarımız çoraklaştırılmıştır, çoraklaştırılmaktadır. Bu ülkenin gelecekte aç kalmasına sebep olabilecektir.

    5. HES’lerle havzalar yaşam çekilmez hale getirilmektedir. Havzalarda yaşayanlar canlarından bezer hale gelmişlerdir. Bu utanmazlık, akıl dışılık devam etmektedir.

    6. Yapılan tesislerin büyüklüğü nedeniyle, potansiyelden yararlanma oranı çok düşük seviyelerde inmiştir. Doğa olağanüstü derecede tahrip edilmiştir.

    7. Çok büyük fizikî ve sosyal kültür kayıpları yaşanmıştır, yaşanmaktadır.

    8. Ülke, DSİ’nin planlama ve proje anlayışlarının ve uygulamaları sonucunda, her yıl en az 50-60 milyar USD faiz ödemeye mahkûm edilmiştir. Kaynaklarımız yok edilmektedir.

    9. Hidrolik imkânlardan dünyanın en pahalı elektriği üretilmiştir, üretilmektedir.

    10. Ülkenin hem hidroelektrik imkânları, aday tarım alanları ve yaşam sahaları yok edilmiştir.

    11. Ülkenin elektromekanik sanayisinin gelişmesi önlenmiştir. Yatırımlarda ve işletmelerde devlet-yurttaş ortaklığı gibi çok değerli bir kamu yönetimi imkânı yok edilmiştir, edilmektedir. Havza insanlarının yatırımdan ve işletmelerden hakları olan payları almaları önlenmiştir.

    12. Yabancıların iş sahalarına, sanayisine paramızla destek verilmiş, ülke borç altına sokulmuştur. Geleceği karartılmış edilgen hale getirilmiştir.

    13. Havzalarda kaynaşma, bütünleşme imkânları yok edilmiştir. Bazı havzalarda ana kollar üzerinde yapılan barajlarla coğrafyamızın yırtılması ve parçalanması fiilen gerçekleştirilmiştir.

    14. Çevrelerde, iklim bozulmuştur, karlar yağmaz olmuştur; tabiat fakirleşmiştir. Baraj havzalarında erozyona sebep olunmuştur.

Bütün bu olumsuzlukların karşılığında yılda üretilen enerji, 60 milyar KWh; suya kavuşturulan- maalesef batırılan, çoraklaştırılan- alan, sadece 45 000 000 dekardır.

DSİ, yukarıda 14 başlıkta topladığım melânetleri kötülükleri, barajlar, HES’ler ve sulama projeleriyle işlemiştir, işlemektedir. Bütün bu kötülükler, plan ve projelerle, aşağıdaki mühendislik ve ekonomik sefaletlerle işlenmiştir. (Buradaki ‘sefalet’ kelimesi yoksunluk, eksiklik, fakirlik olarak okunmalı ve nesneler için kullanıldığı bilinmelidir. Failleri tanımıyorum ve durumları hakkında değerlendirme yapmak durumunda, görevinde ve arzusunda değilim)

En büyük melanet, barajlı HES planlamaları ve projelerindeki mühendislik sefaletleriyle işlenmiştir:

    1. Barajlardan önce alınması gereken su bekletme tedbirlerine başvurulmamıştır. Öncelikle yapılması gereken yüzeylerin bitkilendirilmesi işlemi yapılmamıştır. Yer kabuğuna, zemine su yükleme olanağı kullanılmamıştır. Doğanın zenginleşmesi sağlanmamış ve erozyon engellenmemiştir.

    2. Özellikle 1800 rakımının üstünde insan yerleşimlerinin olmadığı yerlerde, her türlü yaşayan ve kuru göl çukurları, tektonik çukurlar ve diğer göller gibi, çok kolay ve ucuz su bekletme yerleri ve olanakları kullanılmamıştır.

    3. Barajların aklın ve mühendislik ilkelerinin emri olarak 1800 ve daha yukarıda, insan yerleşiminin olmadığı rakımlarda, yapılması gerekirdi. Bu yapılmamıştır. Ülkemizdeki barajların çok büyük kısmı bu rakımdan daha aşağılardadır. 50 rakımında dahi baraj yapılmıştır. Bu çok derin bir mühendislik sefaletidir. Akıl almaz, kabul edilemezdir.

    4. Barajlar aktif(faydalı) hacimleri için yapılırlar. Ülkemizde, tesisler göz önüne alındığında faydalı hacimlerde bekletilebilecek su miktarı 10-12 milyar metreküptür. Buna karşılık yapılan barajların faydalı hacimlerinin toplamı 110 milyar metreküptür. Yapılan faydalı hacimlerin %90’ı kullanılmamaktadır; boştur. Görev yapmayacak, yapamayacak barajlar yapılmıştır; yapılmaya devam edilmektedir. Bu durum da mühendislik açısından derin bir sefalettir. Akıl almaz, açıklanamaz bir durumdur. Kötü amaç aranmaması mümkün değildir.

    5. Barajlar aktif hacimleri için yapılırlar. ‘Bir barajın aktif hacmi, toplam hacmin yüzde sekseninden az olmamalıdır’ temel ilkedir ve çok sade bir kuraldır. Bu kurala uyulmaması halinde barajın ekonomikliği kalmaz. Ülkemizde yapılan barajlarda bu hal tersinedir; ölü hacimler, toplam hacmin yüzde ellisinden çok fazladır. Bunun en acı örneği Atatürk Barajıdır. Bu durum da açıklanamaz bir mühendislik sefaletidir.

    6. Gerek barajlar gerek sulama projeleri yatırım ekonomisi açısından asla incelenmemiştir. Bayındırlık eseri olma sınırı hiçbir projede dikkate alınmamış, kaça mal olursa olsun, refah yaratacağı iddia ve söylemleriyle halka sunulmuşlardır. Bunun sonucunda yatırımlara harcanan kaynakların yıllık maliyeti, bu tesislerin yıllık gelirlerinin on mislinden fazla olmuştur. Bu durum, ülkeyi devamlı artan borç sarmalına sokmuştur. Ülkenin ekonomik geleceğini dolayısıyla siyasi geleceği karartılmıştır.

    7. Halk, ‘ucuz elektrik ve bol üretim’ gibi büyük yalanlarla kandırılmış; dünyanın en pahalı elektriğine mahkûm edilmiştir.

Uluslararası kabul görmüş anlayış, plan ve projelerin durumlarını, ürettikleri ürünlerin maliyetlerinin piyasada var olan fiyatlarla karşılaştırarak değerlendirmektedir. Bu anlayışta sebepler, olumsuzluk, bilgisizlik, beceriksizlik ve akıl yetmezliği, korkaklık, suiistimal ve ihanet olarak derecelendirilmektedir. Bir plan veya projenin ihanet olarak sıfatlandırılması için üretilen ürünün piyasadaki fiyatlardan %50 daha fazla olması yeterli görmektedir.

Ülkemizdeki barajlı santralların ürettiği elektriğin 1 Kilovatsaatının maliyeti, 60 cent’in üstündedir. Halen ülkemizde kullanılan elektriğin fabrika çıkış fiyatı 6-7 cent arasında olmayı gerektirir. Pahalılık, %50’yi bırakınız, %500 %1000 ve daha fazla olmaktadır.

Bu kadar büyük bir melânetin tanımlaması, henüz yapılmamıştır.

HES’ler bu işin neresinde?

HES’ler, görevsiz içi boş barajları yapan bir zihniyeti taşıyan kafalardan çıkmış projelerdir. Doğayı tahrip etmektedirler, havzalarda yaşamın sürekliliğini, kalıcılığını yok etmektedirler. İnsanları yaşadıkları yerlerden göçe zorlamaktadırlar. Bu durum devlet denen o yüce tüzel kişiliğin yapabileceği şey değildir. Yapan devlet de değildir; onun organı DSİ’yi yönetenlerdir. Böylelikle ‘Baba Devlet’ algısı tahrip edilmiş, ‘Zalim Devlet’ algısı yaratılmış milletin devlete olan saygısı, bağlılığı azaltılmıştır.

Devlet halkına kötülük yapmaz, yapamaz; çünkü tüzel kişiliğini belirleyen anayasasında, yasalarında böyle bir şey yazmaz. Yazılamaz da… Çünkü yasalar, meşruiyet halinde geçerlidirler.

İzninizle bir benzetme yapayım: HES’ler, salhane kasabının tıraş yaparken attığı kesiklerdir. Büyük sorun, kasabın katliamları, barajlardır. Kasabın katliamlarını bir kenara koyup, kasap tıraşının kesikleri, HES’ler için feryat etmek başka bir çarpıklıktır.

Elbetteki HES’ler, doğru projeler değillerdir; ama barajların yaptıklarının yanında onların kötülüğü çok ama çok küçük kalır. HES’lere karşı mücadele eden Vatandaş Mustafa’ya, Yurttaş Kazım’a ve diğerlerine saygı duymamak mümkün değildir. Çünkü bir akılsızlığın, hatta ahlaksızlıkların öncelikli kurbanı onlar oluyorlar. Onlar felâketi ilk ve en derin hisseden yurttaşlarımızdır.

Benim sözüm entelektüel geçinenleredir; mühendis ve iktisatçılaradır.
Durumu, ‘Yamaç Santrallarıyla Çözüm’ anlayışıyla yapılacak planlama sonuçlarıyla süregelen uygulamaların sonuçlarını bir tabloda karşılaştırırsak daha iyi görürüz.


VIII- Her iki anlayışla yapılan planlama ve projelendirme sonuçlarını karşılaştırırsak ne görürüz?

Bu tabloda karşılaştırma konusu yapılanlar, benim aklıma gelenlerdir. 10 yıldır yapmış olduğum araştırmalarım ve hesaplarımın sonuçlarıdır. Olayın tümünü gösteremez. Elbette ki, eksikler ve eleştirilebilir taraflar olabilir. Olmalıdır da. Bu tablodaki sadece yapım amaçlarını gösteren sonuçları tersine çevirecek fikri olan bir kimse ortaya çıkana kadar bekleyeceğim.
Hesabıyla yapılacak eleştiri, haktır ve saygı değerdir.

Resim

Bu tablo, 65 yıldan beri insanımızın nasıl kandırıldığının, akarsularımızı yönetenlerin ne derece yanlış yönlendirildiğinin en duru ve en çarpıcı göstergesidir. Ortaya çıkan netice şaşırtıcıdır, inanılmazdır; ancak maalesef gerçektir. Bu tablo uzun, üzücü, her an ortaya konulanı ağzımıza tıkmaya hazır insanların olduğu bir toplumda, en yakınımın dahi başımı belaya sokmamamı önerdiği bir çevrede, meslektaşlarımın sustuğu biz zamanda, yapa yalnız kalan bir mühendisin tespit ettiklerinin, hesapladıklarının özetidir.

Türkiye’mizin oltaya nasıl takıldığının resmidir. Ülkemiz, kendi evlatları eliyle, oltalara takılmış hatta çengellere asılmıştır. Sıra, ülkemizden fileto çıkarmaya gelmiştir.

8 000 000 Dekar en değerli vatan toprakları, aktif hacimlerinin %90’nı görev yapmayan barajlarla yok edilmiştir.

İşlenen mühendislik ve ekonomik sefaletlerin derinliğini, ortaya çıkan, kötü, inanılmaz sefillikteki sonuçlarla dolduramazsınız. Başka, daha büyük, kötülük aramak gerekir. Çünkü ortaya çıkan bir melânettir; yani sınır tanımayan kötülüktür.

Bu tabloda, üretilen ile üretilebilir enerji miktarlarının karşılaştırılması dahi bırakın bir mühendisi, her insanı utandırır. Bir mühendisin bu çapta imkânları yok sayması, enerji üretimi yaparken enerjinin temel çarpanlarının sadece biriyle ilgilenmesi; ülkeyi altından kalkamayacağı borca batıran projelerle enerji üretmeye kalkışması, ancak özel hallerle olur.

Bir ülkeye bu çapta kötülük yapmak için çok özel bir eğitimli ekip gerekmez mi?
Nasıl oluyor da sade bir mühendis, kendisine öğretilen mühendislik ilkelerini ve serbest hayatın öğrettiği ekonomiyi rehber ederek bu derece birbirinden farklı sonuçları ortaya koyabiliyor?
Yöneteceği, çalışacağı, vatana hizmet edeceği kuruma girerken bir kere daha yemin eden, birçok kere daha eğitim alan, Prof., Dr. derecelerine yükselmiş mühendisler, neden bu durumların farkına varamıyorlar?

Yapılan tesislerin ve barajların boyutları ve maliyeti, inşaat mühendisliğinin en büyük utancıdır. Hangi mühendis, içinde bekletecek su olmayan barajlar yapabilir? Hangi vicdan en değerli tarım alanlarını yok eden görevsiz barajları nehirlerimizin üzerine dizebilir? Hangi mühendis, enerji üretimi için bekleteceği suları, ortaya çıktığı rakımlarda değil de 1000 rakımlarında, 500 rakımlarında 50 rakımlarında bekletmeyi düşünebilir? Bir mühendis, enerji(mgxh) çarpanlarından birinin yükseklik(h) olduğunu nasıl unutabilir?

Bu çapta projeleri denetleyen ekonomistler neredeler?

DPT’nin görevi, bu tip planları halkın aklından ve gözünden saklamak mıdır? Denetlemek, ülkenin yararına olup olmadığını sorgulamak mıdır?

İşlenen mühendislik ve ekonomik sefaletler, ortaya çıkan kötülüklerle doldurulamaz. Bu sebeple daha derin ve uzun soluklu bir stratejik plana bilerek veya bilmeyerek hizmet edildiğini düşünmemek mümkün değildir. Bu kadar sefaletin arkasında başka kötülüklerin aranması her yurtsever aklın isteği ve zorunluluğu olmalıdır.

Bu baraj göllerinin konumları, ürkütücü, şaşırtıcı ve kahredicidir. Görev yapmayan baraj göllerinin özellikle iki nehir, Fırat ve Çoruh ana kolları üzerine, peş peşe ve iç içe dizilişleriyle yaratılan coğrafya yırtığı, BOP haritasında istenen parçalanma hattıyla tıpa tıp uyuşmaktadır. Ayrıntılar da ihmal edilmemiştir. Uzun soluklu bir planın eseri olduklarını anlamamak için kör ve bigâne olmak gerekir. Fileto dediğimiz, bu yırtıkla alınmak istenen, vatan parçasıdır. Bu konu, ayrıca bir seri yazıyla anlatılacak kadar derin ve geniştir.

İnşaat Mühendisleri Odası, ülkemiz insanı, böyle mühendislik sefaletleriyle, içinde bekletecek suyu olmayan barajlarla refaha kavuşturulacağı yalanıyla kandırılırken neden susar? Bu odalar, mühendisliğin onurunu da korumakla görevli değiller mi? Meslektaşlarının toplama çıkarma bilmemelerini nasıl sükûnetle karşılayabiliyor?

Bu ülkede ekonomi dersi verenler, kalkınma planı yapanlar; siyasetçilerin aklına gelen her yapının bayındırlık eseri olduğunu mu düşünürler? Sadece göze ve kulağa büyük gelen, refah asla yaratmayan, devamlı borç üreten bu yapıların halka pazarlanmasının karşısına neden çıkmazlar? Yıllık veya ömrü boyunca geliri belli olan bir yapıya harcanacak kaynakların sınırlı olması gerektiğini nasıl bilmezler? Ülkenin hızla borç uçurumuna yuvarlandığını, bunun sebebini araştırmanın kendilerinin özgörevi(misyonu) olduğunu nasıl unuturlar? Yatırımın ekonomisi diye, bakkal Hüseyin amcanın bile bildiği bir kavramın, ülkeleri için de geçerli olduğunu bilmezler mi? Neden yatırımların yıllık gelirleriyle maliyetleri arasındaki ekonomik ilişkiyi hatırlamazlar? İktidardakilerin kalkınma edebiyatlarına rağmen ülkenin borçlarının neden devamlı arttığını merak etmezler? Siyasilerin aklına gelen her yatırım karşısında neden susarlar?

Bu ülkenin medyası, bu melânetler karşısında neden susar? Böyle derin, dehşetengiz, gömülü melanetleri, halkın aklına neden taşımazlar? Bu görev, sadece, Aydınlık Gazetesiyle, Teori Dergisi ve Ulusal Kanal ve KURAM Dergisi’nin mıdır? Diğer medya kuruluşları, bu ülkenin kuruluşları değil mi?

10 yıldır, ülkeme yapılan büyük melâneti öncelikle aydınlara, meslektaşlarıma, milleti temsil ettiklerini söyleyenlere anlatmaya çalışıyorum. Hesaplarıyla, grafikleriyle, haritalarıyla herkesin önüne bir kitap da konmuştur. Yüzlerce sayfa mektuplar yazılmıştır. Sesimizi duyuran medya kuruluşlarına, çığlığımıza şimdiye dek ciddi hiç bir cevap verilmemiştir.

Meslektaşlarımdan İ.D. ve A.K. itiraz sesi çıkarmışlar, sonra susmuşlardır. Elektrik-Kaynak Dergisinde meslektaşım T.D., dergide üç ay yazılar yazmış; o da işin esasına girmemiştir. Enerji İşleri Genel Müdürlüğün deki danışman C.S. ise kitabı aldıktan sonra teması kesivermiştir.

Her ortamda, her sayıda, aklı ve vicdanı hür mühendis ve ekonomistler önünde, yazdıklarımın, söylediklerimin hesabını vermeye hazırım. İrfanı ve vicdanı hür kişilerin kesecekleri cezaya da razıyım. Yeter ki içinde bekletecek suyu olmayan barajların sırrını öğreneyim ve de yararlı oldukları ispat edilsin.

Bu durumda; barajlı santralların, HES’lerin yapımına devam etmek, tarihin hiçbir ülkeye reva görmediği melanete onay vermektir. Bu durumu halka anlatmak aydınların, yurtseverlerin ve medyanın özgörevidir. Tarih, bu durum karşısında susan bir topluma, ülke ve kurumlarını yönetenlere henüz bir ad koymamıştır.

Bu büyük ve sefil melânetten kurtulmanın yolu, yapılmakta olan suyla ilgili bütün projelerin durdurulması, ulusal bir konseyin yönlendirmesinde yeniden akarsularımızın planlanması; bu planın uygulanmasına koşut olarak, yapılmış barajların sırayla yıkılmasıdır. Mutlu bir yurttaş, onurlu bir mühendis, ekonomist olarak yaşamın koşulu budur. Bu yapılmadığı takdirde kendi evlatları eliyle batırılan ve coğrafyası yırtılan bir ülkenin yurttaşları olmak sefaletini yaşadık, yaşamaya devam edeceğiz. Tarih hükmünü yürütecektir.

Ben sadece onurlu bir mühendis olmak için yurttaşlık görevimi yaptım, yapıyorum, yapacağım.

10.10. 2015- Üsküdar
Yurttaş Mazlum Çoruh - İnş. Müh. Naci Özen
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x