İktidar ile muhalefetin arşa çıkan karşılıklı ağız dalaşı ve laf cambazlığı arasında ömür denilen tadımlık zaman diliminden koca bir yıl daha göçtü gitti.
Nereye, neden ve nasıl? Bilen varsa beri gelsin. Zaten doğru dürüst birşey de bilmiyoruz ya!
Ne münasebet; olur mu öyle şey?! Ademoğlu atomu parçaladı ya, aya da gidip geldi! Çoktandır uzayda ıstasyonu da var! Dahası saymakla bitmez…
Tamam da, ister şu lânet atom çekirdeğinin parçalanması ya da aya gidilmesi olsun ister de bildiklerimiz veya bildiğimizi sandıklarımız, evrendeki o muazzam bilgelik karşısında hepsi de ancak incir çekirdeği mesabesinde kalır.
Ülkede son altmış yıldır siyâsilerin yığınla lâf kalabalığı ve çoğunluğun da kıt kanaat varoluşu arasında insanlar sözde yaşıyorlar işte! Bunun adına da geçmişte kalkınan, şimdilerde de yükselen Türkiye diyorlar. Nüfus başına 3,4 yıllık bir eğitim ortalamasının düştüğü, dershane tabelasından geçilmeyen bir toplumda bu nasıl da bir yülselme ise?!..
Yarım yüzyıldan beri Avrupa Birliği, sekiz yıldır reformlar da reformlar, evrensel hukuk ve insan hakları, son olarak da açılımlar diye diye neredeyse ne huzurlu bir ülke kaldı, ne ülkede karnını alnının teriyle doğru dürüst doyurabilen insanlar, ne hukuk, ne millet ve ne de milliyet! Halkbilimci geçinen çadır kültürü meraklısı İngiliz mimâr Peter Andrews’un amacı gibi içeriği de kuşku uyandıran derleme kitâbından 1 bu yana Türkiye’de her türlü etnik azınlık fazlasıyla var da biz Türk’ler -biraz daha gayret etseler- âdeta yok sayılacağız! Hani neredeyse onlar -maşallah- ev sahibi, bizler ise kirâcıyız; baksanıza hâlimize…
İktidar ve ikbâl uğrunda kaç yıldır ticâretini yapanlara Ulu Tanrı niye hâlâ göz yumar?, anlaşılır gibi değil doğrusu. Oysa, Tevrat’ta "intikam benimdir!" diyen de Yüce Hak’tır! İyi de, senin halkın göz yumuyorsa Tanrı ne yapsın?
Her ne hâl ise, biz üzerimize vazife olmayanı yine de “levh-ı mahfuz’da” 2 gizli ilahî bilgeliğe bırakalım.
Kolayına kaçıp işi Allah’a bırakmak adetimizdir zaten!
***
Türkiye’nin geleceği olan kızlı erkekli gençler cop ve biber gazıyla serpilip gelişirlerken abdiâciz ile denkleri daha da yaşlandı. Ya da kibarından biraz daha kemâle mi erdik desek, ne desek?, bilmiyorum! Zaten bir yaştan sonra pek de birşeyi umursamıyor, galiba topraktan da korkmuyoruz artık. Niye korkacakmışız ki? İnsanoğlu ezelden beri gizemine eremediği, bilinmeyen bir hiçlikten gelip de bir sürü afra tafradan sonra yine hiç olmaya gitmiyor mu! Topu topu hepsi de bu kadar galiba. Bunu bir de tanımlamışlar, aslına dönmek diyorlar!
Kimilerinden işitir gibi oluyorum: Kâfir!
Ya da başkalarından: Yersen tabii!!
Neyse ki gün döndü de, bahar yaklaşıyor. Güneş küçülüp ufalmış kalıbımı şimdiden ısıtıyor sanki; denizi koklar gibi oluyorum. Siteye kapılanmış Garibim ile Tobi artık iyice yaşlanmışlar ama geldiğimize memnun, bacaklarımızın arasında dolanıp bir sıra şaklabanlık yapıyorlar. Oysa kışlığa dönerken ikisine de bakarak demiştim ki içimden: “Gelicez ki biriniz yoksunuz.Ya da siz beklicek, bakıcaksınız ki birimiz gelmiş, birimiz yokuz!”
Ama şükürler olsun, akşamleyin ufukta perde perde kızıldan eflatuna dönen, giderek de morlaşıp simsiyah kararan deniz ile yıldızların ışıldadıkları ğöğe karşı çipura var yine, sarmısaklısından domates soslu köpoğlusu, rokası, gayet tabii ki onların yanında olmazsa olmaz yoldaşları rakı da!
Hiç çenenizi yormayın, iki tekle imanım bozulmaz; ben yine de Müslüman’ın! Ne demiş Hallacı Mansur?: “En-el Hak”. Hak’tan gayrı değilim!
Evelallah!
Ya da koca Yunus: “Bir ben vardır bende benden içerü”. Elhamdülillah!
Bir de Aşık Veysel: “İki kapılı bir handayım, gidiyorum gündüz gece.” Hem de aval aval gidiyoruz, doğru dürüst birşey bilmeden. Yalan mı?
İşte hep böyle düşünmekle, hayal kurmakla, bâzan aldanmak, aldatılmak ve insanlara hâlâ daha aptalcasına inanmak istediğim için hatta dolandırılmakla, ara sıra da yaradılışı, var oluşu anlamak için boşuna kafa patlatmakla geçti bıldır da zamanım. Eşiminki ise bana tahammül etmekle! Yarı ömür boyu fedakâr ve vefakâr sevgilim, şükür artık son aşkım benim! Son mu? Maraton birkaç zaman içinde elbet birgün bitecek de, ondan son.
***
Korkarım orada da düşüneceğim Türkiye’yi. Düşüneceğim “ne yanlış yaptık da düştük dünyada bu hâllere?” diye. Oysa, oraya gitmeye lüzum yok! Olay burada da çok açık:
Son yarım yüzyıldır bize “sıkın kemerlerinizi, bakın kalkınıyoruz, ha gayret kalkındık” derlerken et, ekmek, tuz parasının derdine düşürüldüğümüz için kafamızı kaldırıp da şu şehitler emaneti vatanda -ülkeyi yönettiklerini sananların topu dahil- çevremize alıcı gözüyle şöyle bir türlü bakmadık, bakamadık! Farkına varmadık ki bitip tükenmez lafta değil fiilîyatta demokratik, sosyal hukuk devleti ile işi aşı olan eşit ve özgür yurtdaşlardan kurulu bir toplumun oluşturulmasına hizmet edecek politika, her nasılsa ele geçirilmiş koltuk, makam ve mevkiden olmak endişesiyle iktidarın ve onu çıkartan siyasi partilerin tasarrufu altına girmiş, daha doğrusu sokulmuştur.
Bir de doğaldır ki bilgi, deneyim ve yeteneklerin tümü demek olan çap sorunu var politikamızda. Geçmişteki politik kişilikleri düşünüyorum da hayıfla içimi çekiyorum, burnum sızlıyor!
Dil dil idi! Örneğin, “hakkında, konusunda, iligili” ya da “ilişkin olarak” gibi bağlantı söylemleri birilerinin ağzında henüz daha -TDK sözlüğünde olmayan- ne idüğü belirsiz “noktasında” saçmalığına dönüşmemişler, “dam üstünde un eler” türünden anlamsız bir hâl almamışlardı. Genizsel bir ses ve yanlış vurgularla bir de üstelik bağıra bağıra camdan değil yıllar yılı olmuş oturmuş akıcı bir söz söyleme yeteneğiyle konuşulurdu. Dinlerken zevk alır, öğrenirdiniz de! A’dan girip de nereden çıkılacağı şaşırılmazdı.
Toplumun güvendiği, dostun düşmanın saydığı bir kurum olan Türk Ordusu ordu idi! “Otur oturduğun yerde, sen benim memurumsun” gibi küstahlıklara maruz bırakılmamış, iktidar endişesiyle günah keçisi hâline getirilmemişti. Nitekim anımsanacaktır, Sayın Demirel 1960’tan sonrasını kasıtla “Türkiye’de politikacı askerden korkar!” 3 dememiş miydi?
Hem dinin devlet işlerine karıştırılmamasını öngören lâik düzende sürekli dine, şeriata vurgu yapılacak, demokrasi istenilen durağa varılınca inilecek bir tramvaya ya da Kemalizm –görülmemiş bir densizlikle- yola oturmuş, menzile varılmasını engelleyen bir ineğe benzetilecek; yetmedi, en üst belirleyicinin İslam’ın ilkeleri olduğu, herşeyin ona göre belirleneceği ve İslâm’ın devlet plânı içinde düşünüldüğü Türkiye Cumhuriyeti’nde pervasızca söylenilecek, hem de ondan sonra haşa(!) korkulmayıp “Ergenekon”muş, “Balyoz”muş, çekiçmiş, kesermiş gibi yılan hikâyelerine sığınılarak TSK küçük düşürülmeye çalışılacak, yargı kurumu ile dalaşılacak, 102. madde nedeniyle azılı katiller zaten kaygılı toplumun içine salıverilirlerken düşünce ve bilim adamları ile gazeteciler tutuklanıp hapise atılarak tutukluluk hâli yargısız infaza dönüşecek!
Sonra da bütün bu “ucube”liklerin yaşandığı ülkede hukuk devletinden, demokrasiden, hak ve özgürlüklerden söz edilecek! Üstüne üstlük, tüm bu görülmemiş ayıplarımıza rağmen Sayın Başbakan da bir tek gazeteci, yazar, fikir ve bilim adamının meslekî etkinliğinden ötürü tutuklu olarak şunca zamandır hapiste yatmadığı A.B.’ye elli yıldır bizi beklettiğini hatırlatacak ha! Gülmezler mi adama?
Evrensel hukuk, insan hakları ve basın özgürlüğü savunucusu o kendini beğenmiş A.B. de yargısız infaza dönüşmüş tutuklamalar karşısında sessiz kalacak?
Anlaşılan, Ankara’daki AKP iktidarı gibi AB’nin alayı da âlemi kör milleti aptal sanıyor.
Eeee,na’parsın? Başı sonu çıkar dünyası bu!
Allah yardımcıları olsun demez de ne dersiniz bunlara?
E. Fuat TEKÇE, Ocak 2011 - Güncel Meydan