Terörle mücadele ile geçen 30 yıl ve Türkiye hala terörü tartışıyor.
Günümüzde moda, askeri şikayet etmek, TSK’yı suçlamak. Terör örgütünün giriştiği eylemlerin bile Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapıldığının ima edildiği bir dönemde, 1990’lı yıllarda Şemdinli’de görev yapan emekli Albay Erdal Sarızeybek’le, kafalarda birçok soru işareti yaratan olayları konuştuk. Eşref Bitlis politikası ile Turgut Özal politikası arasındaki farkları, köy boşaltmalarını, faili meçhul iddialarını, açılım sürecini değerlendiren Sarızeybek Gazete 5’e çarpıcı açıklamalar yaptı.
Türkiye bir açılım sürecinde. Başlangıcı ve bugünüyle açılımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
EMEKLİ ALBAY ERDAL SARIZEYBEK- Hepimizin şunu görmesi gerekiyor. Türkiye'nin hedef olduğu, hedef gösterildiği bir küresel proje var. Bu küresel projenin adını ABD Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail adını Yahudi Kürdistan, AB de kendilerine göre hedef seçtikleri Türkiye'ye yönelik projenin adını Bizans Projesi koymuş. Yani Türkiye'nin hedefte olduğu üç tane küresel proje var.
Nedir bu projelerin içerikleri?
ABD’nin BOP'una bakın… Türkiye, İran, Irak ve Suriye'den birer parça koparıp, bir büyük Kürdistan'ı kurma projesi var. İsrail'e baktığınızda Irak'ın kuzeyinde Barzani liderliğinde bir Yahudi Kürdistan kurma projesi var. AB'ye baktığınızda da onlar da Anadolu'yu Hıristiyanlaştırarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da büyük Ermenistan ve büyük Kürdistan'ı hayata geçirip Anadolu'daki Türklerle, Orta Asya'daki Türklerin bağını kesip bu şekilde Anadolu'nun kaynaklarını ve yönetimi ele geçirme projesi var.
Biz bir devletiz ve bir hükümetimiz var. Fakat Türkiye'yi hedef seçmiş ABD, İsrail ve AB bizim müttefik ülkelerimiz. Bunlarla güvenlik anlaşmalarımız, AB ile üyelik sürecimiz var. Bu böyle gidiyor. Ama Türkiye'de ne yazık ki medya halkımıza doğruları söylemediği için bu bize müttefik olarak gözüken ülkelerin, ülkemizle ne gibi olumsuz faaliyet yaptığını söyleyen yok.
Biz ayrı bir devlet olarak, ABD, İsrail, AB'nin bize yönelik ne küresel projesi olursa olsun kendi devletimize bakmamız lazım. Bizim devletimizi ve gücünü yöneten siyaset bu küresel projelerin neresinde. Eğer ki bizim seçtiklerimiz, hükümetimiz, AKP siyasetimiz ABD'nin, AB'nin ve İsrail'in bu küresel projesinde rol alıyorsa, vatanın birliği ve bütünlüğü doğrudan tehlikeye girmiş demektir. Eğer ki seçtiğimiz Hükümet bunlarla mücadele ediyorsa o zaman endişe edecek bir durum yoktur. Biz referandum öncesi veya sonrası da olsa 8 yıllık bu AKP siyasetine baktığımız zaman aldığı kararlar, yaptığı uygulamalar açısından Türk Milleti’ne 30 yıldır acı çektiren terör örgütüyle hiç mücadele etmediğini görüyoruz.
Hiç mi mücadele edilmedi?
Hiç... Örgütün yapısına baktığınız zaman lider kadrosu, örgüt başı, finans kaynakları, siyasi kadroları... Bunlara yönelik, bizim seçtiğimiz hükümetimizin yaptığı hiçbir eylem yok. Şu an ben bakıyorum Türkiye'ye teröristlerle mücadele eden bir tek polis, jandarma, asker kaldı. Onun dışında AKP siyaseti terör üzerinden siyaset yapıyor. Terörle mücadele etmiyor. Terör üzerinden siyaset yaparak bize hizmet etmiyor, gidiyor ABD'ye, onun projesine hizmet ediyor. Zaten Başbakan gidip ben o projenin eşbaşkanıyım diyor. AB ile üyelik sürecimiz güya gündemde, PKK terör örgütünün siyasi cephesi, parası Avrupa'da. Hiç kimse ses çıkarmıyor.
Ancak son dönemlerde Avrupa'nın bazı ülkelerinde PKK'ya yönelik operasyonlar yapılıyor.
O operasyonlar kamuoyunda AB'ye, ABD'ye yönelik doğan öfkeyi yatıştırmak amaçlı. Yoksa örgüt, Devlet Bakanı Cemil Çiçek'in dediği gibi Avrupa'da cirit atıyor. Üstelik parası da orada. Bu çok ağır bir trajedi. Avrupa'dan gelen para, silah, cephane oluyor, beni şehit ediyor, benim Başbakanım da şehitlerimizi seyrediyor. Gerçekten ağır bir tablo bu. Olaya bu çerçevede baktığınız zaman, ABD'nin Körfez'de yaptığı iki tane savaş var. Birinci 1991 Körfez Savaşı, ikincisi de 2003 yılındaki.
1991 Körfez Savaşı'nda Türkiye'de Özal siyaseti vardı, 2003 Körfez Savaşı'nda da Erdoğan siyaseti. Bizim sesimizin ulaştığı insanlarımız 1991 Körfez Savaşı'yla 2003 Körfez Savaşı'nı, sonuçları itibariyle yan yana getirdiği zaman şu gerçeği görecek. Bu Körfez Savaşları birbirinin devamı. Biri değerini hazırlamak için yapılmış. Yani 2003 Körfez Savaşı, 1991'deki savaşın devamıdır.
Neden?
- ABD, 1991 yılında Irak'a müdahale etti. Bu müdahalenin sonucu, Irak'ın kuzeyinde özerk Kürt devleti kuruldu. 2003 Körfez Savaşı'nda federe Kürt kuruldu. Bugün de fiilen Kürt devleti kuruldu, sadece ilanı eksik kaldı.Şimdi Kürt devleti projesi ABD, AB ve İsrail'in müşterek projesi. 1991 Körfez Savaşı'nda özerk yönetim kurdular ve Barzani'yi lider yaptılar. 2003 Körfez Savaşı'nda da federe Kürt yönetimini kurup Barzani'yi lider yaptılar.
Bugün fiiliyatta Irak'ın kuzeyinde Kürt devleti hayata geçirildi. Türkiye'ye bakıyorsunuz, nasıl ki Körfez Savaşları birbirinin devamı ise Özal siyaseti ile Erdoğan siyaseti de birbirinin devamı... Çünkü Özal siyasetinde PKK terör örgütü eylemlere başlıyor, 1984 Şemdinli-Eruh olayları, Özal ABD ile çok yakın ilişkilerde ve ABD'nin bölge siyasetine destek veriyor ve bakıyorsunuz Özal siyaseti sonucu Irak'ın kuzeyinde bize tehdit olan, sayıları 20 bin kişilik bir PKK yaratılıyor. Bu siyaset yaratıyor.
2003 Körfez Savaşı'ndaki Erdoğan siyasetine baktığınızda da Özal döneminde yaratılan silahlı PKK gücü, bugün siyasi PKK gücüne dönüştürülüyor, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da artık sandıktan çıkıyor, bu bölgelerimizde yerel yönetimlerin hepsi PKK siyasetinin elinde. Bunları yan yana getirdiğinizde Erdoğan siyasetinin Özal siyasetinin devam olduğunu görüyorsunuz ve her iki siyasetin de ABD'nin küresel projesine hizmet ettiğini görüyorsunuz. Dolayısıyla bu iki siyaset de Türkiye'nin milli siyaseti değil.
Bu bahsettiğiniz dönemler arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin siyaseti ne? 1991 ile 2003 arasında ne değişti?
1991’de de Türkiye’nin milli siyaseti Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıydı. 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar, yani AKP siyaseti gelinceye kadar Türkiye’nin milli siyaseti yine Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıydı. Fakat ne yazık ki siyaset yapıcısı olan Özal ve Erdoğan siyaseti, adı Irak’ın toprak bütünlüğü de olsa milli siyasetin yaptığı uygulamalarla Türk milletinin milli menfaatlerini yok saydılar.
Uyguladıkları siyasetle Irak’ın parçalanmasına göz yumdular ve yol açtılar. Bugün Anayasa’yı açın bakın. Başlangıç hükümleri derki: Hiçbir yönetim Türk Milleti’nin milli menfaatlerini yok sayan karar alamazlar, uygulama yapamazlar. Ne yazık ki Özal’ın uyguladığı siyaset de Anayasamıza aykırıdır, Erdoğan’ın uyguladığı siyaset de Anayasa’ya aykırıdır, anayasal suçtur. Çünkü Türk Milleti’nin milli menfaati yok sayımlı, Irak’ın toprak bütünlüğü korunmamış, aksine onun parçalanması için ABD’nin siyasetine destek verilmiştir. Bu suçtur. Bunun hesabı gün gelince sorulacaktır.
1991 öncesinde ABD’nin “Irak’ın kuzeyindeki devlet kurulsun ve bu devleti siz kontrol edin” talebi vardı. Günümüzde de benzer talepler var. Siz Şemdinli’de görev yaptınız ve o bölgeyi çok iyi biliyorsunuz. O dönem neler yaşanıyordu? Bu talepler pratiğe nasıl yansıyordu?
- Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tarihini yeniden hepimizin okuması lazım. Bizim sınırlarımız ne Fransa, ne İngiltere cetvelle çizilmiş sınırlar değil. Zaten güneyde, doğuda sınırlarımıza baktığınız zaman her karışı şehit kanıyla sulanmış, bir bedel ödenerek o sınırlar çizilmiştir. Dolayısıyla Türk Milleti’nin, Türk Devleti’nin sınırlarını değiştirecek hiçbir projeye Türkiye’nin sıcak bakmaması gerekir. Şimdi siz söylem olarak, Irak’ın kuzeyindeki o Kürt devleti yapısını Türkiye’ye bir federasyon olarak bağlamak veya Türkiye’nin etki sahası içinde yönlendirmek gibi söylemlerle halka umut verebilirsiniz ama Irak’ın kuzeyinde olaşın yapı ABD, İsrail ve AB’nin 1920’deki Sevr projesinin devamıdır.
Büyük Kürdistan projesini büyük Ermenistan projesi izleyecektir, ardından da büyük İsrail projesi gelecektir. Her üç projenin hedefinde Türkiye vardır. Siz bugün söylem olarak Irak’ın kuzeyini sanki Türkiye’yi genişletecek büyük Osmanlı projesi gibi gösterip, Türkiye’ye katacakmış gibi yola çıkarsınız, ama 100 sene sonra Irak’ın kuzeyindeki o minicik Kürt devleti Türkiye’nin doğusuna da sirayet eder, bu sefer kendi topraklarınız elinizden gider.
Bir Kürt devleti projesi var. Bu proje yeni değil. 1920’de Kurtuluş Savaşı’nı biz kime karşı yaptık. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar, Rumlar, Ermeniler ve doğuda Ruslar. Bunlar Kurtuluş Savaşı’nda Ege’yi, Akdeniz’i, İstanbul’u işgal ettiler ve önümüze bir harita koydular. Bu harita, Sevr haritasıydı. Neydi o haritadaki amaç? Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük Ermenistan ve büyük Kürdistan’ı kurup Anadolu’daki Türklerin Orta Asya ile bağını kesmek. Kalan topraklardaki Türkleri kuşatıp, tarihten silmek. Ama biz bir Kurtuluş Savaşı yaptık ve bu haritayı parçaladık. Şimdi bu harita tekrar gözümüzün önünde masaya serilmiş, tekrar aynı ülkeler oturmuşlar masanın başına, almışlar ellerine kalemi topraklarımızı paylaşıyorlar.
Ama o dönem ile günümüz arasında farklılıklar var.
Evet. Kurtuluş Savaşı’nda düşman silahlı olduğu için görüyorduk. Şimdi düşman silahsız olduğu için göremiyoruz. Yine hedef aynı, proje aynı ve bu projenin hedefinde Türkiye var. Türkiye’de kamuoyunu yanıltmak için ‘Irak’ın kuzeyinde küçücük bir Kürt devletinden ne olur ki. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem bu Kürt devletini de yönetir, ekonomisini de kontrolü altına alır, hatta federasyona giderek kendi topraklarına da katar’ gibisinden yola çıkar isek Irak’ın kuzeyindeki Barzani siyaseti, ABD, İsrail ve AB ile işbirliği yapacak, büyük Kürdistan projesinde Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki topraklarını da müstakil bir devlet kurmak amacıyla kullanmaya çalışacak. Bu sefer de kendi topraklarımız tehlikeye düşecek. Dolayısıyla bizim izleyeceğimiz siyaset, Irak’ın toprak bütünlüğü esasına dayalı olmalı, Barzani Irak’ın merkezi yönetimine bağlı bir aktör olmalı ve Türkiye ile doğrudan ilişkilere asla girmemelidir.
Neden?
Bakın PKK’nın adı Kürdistan İşçi Partisi’dir. Barzani’nin partisinin adı Kürdistan Demokrat Partisi, Talabani’nin partisinin adı da Kürdistan Yurtseverler Birliği. Bunu ilkokul çocuğuna sorsanız o da diyecek ki ‘Bunların üçü aynı yolda yürüyor. Çünkü hepsinin başında Kürdistan var.’ Buna ABD’nin BOP’unu ekleyin, orada da Kürdistan var. AB’nin Sevr haritasında da Kürdistan var. İsrail’in Yahudi Kürdistan projesi de var. En sade mantıkla yaklaştığınızda Türkiye’yi hedef almış bir Kürdistan projesi var ve bu projenin bize görünen yüzü PKK, Barzani ve Talabani’dir. Ama bunların arkasında ABD, İsrail ve AB var.
Dolayısıyla biz izleyeceğimiz siyasetle dağdaki teröristi yok etmekle uğraşacağımıza onu bir yandan etkisiz hale getirirken, Türkiye’yi yöneten siyasetin bu Kürdistan projesini etkisiz hale getirecek kararlar alması, tavır göstermesi ve uygulamalar ortaya koyması lazım. Ama ne yazık ki bugünkü Türkiye’ye baktığımızda Erdoğan siyasetinin karar ve uygulamaları, ABD, İsrail ve AB’nin küresel projesindeki Kürdistan’ın temelini kurmaya yönelik olduğunu görüyorsunuz. Bu nedenle Erdoğan siyaseti zarar verdiği için Türk Milleti’nin siyaseti olamaz. Küresel projeye hizmet eden bir siyaset bize hizmet etmiyor.
Türkiye’ye hizmet etmediği yönünde kanaatiniz oluşmasına yol açan nedir?
8 yıldır tek başına iktidar ve ülke neredeyse kardeş kavgasının eşiğine geldi. Bursa’da ve Dörtyol’da gördük bunu.
Ortada bir sorun olduğu kesin ve yıllardır Türkiye bunu Ancak son dönemlerde “30 yıldır askerin siyaseti başarısız oldu. Bir de açılım sürecini deneyelim” diyenler var. Gerçekten başarısız mı oldu askerin politikaları?
Biz Doğu ve Güneydoğu’da teröristlerle mücadele ederken her zaman arkamızda güçlü bir devletin gücünü hissediyorduk. Şemdinli’de tabur komutanıyken dağlara çıktığımızda, terörist peşinde koştuğumuzda sanıyorduk ki devletin Cumhurbaşkanı da bizi düşünür ve bu terörün ortadan kalkması için elinden gelen gayreti gösteriyor. Başbakan da keza aynı şekilde, hükümet üyeleri de aynı şekilde. Yani biz dağda terörist peşinde koşarken, ülkeyi yöneten hükümetin de hükümeti yapan Başbakan’ın, bakanların da bu terörle mücadeleye katıldığını sanıyorduk. Biz aldatılmışız. Biz ülkemizi yönetilenler tarafından sırtımızdan vurulmuşuz da farkına varmamışız. Neden diyecek olursanız, Türkiye terörün adını 15 Ağustos 1984’te Şemdinli ve Eruh baskını ile duydu. Ben zaman genç bir üsteğmendim ve Turgut Özal “3,5 eşkıyanın işidir” diyordu o saldırılar için. Ben üsteğmen olarak hata yapabilirim. Yaşım 26-27 yaşında genç bir delikanlıyım. Elbette ki pişeceğim, öğreneceğim. Yani yaptığım hatalar kabul edilebilir. Ama Cumhurbaşkanı, Başbakan Türkiye’nin bugün başına bela olmuş terör konusunda ve bu terörle mücadele konusunda hata yapamaz. Bir devlet adamının bir milletinin kaderini etkileyecek konularda yanlış karar alması diye bir şey düşünülemez. Ben olaya bu şekilde baktığım zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin iki ilçesine saldırı yapılmış, benim Cumhurbaşkanım diyor ki “Bu 3,5 eşkıyanın işidir”. Ben o dönemde, yani genç bir üsteğmenken bende onları 3,5 eşkıya sanıyordum.
Askerde de bu kanı var mıydı o dönem?
Elbette vardı. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk.
Ancak o dönem üst düzey askerlerin hükümeti, tehdidin ciddi olduğu yönünde uyardığı yönünde bilgiler de var.
Sizin söylediğiniz 1990’lı yıllar. Ben 1984’ten bahsediyorum. 1984’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iki ilçesine silahlı bir eşkıya grubu saldırı yapıyor, askerlerimiz şehit düşüyor ve devletin Başbakanı da diyor ki “Bu 3,5 eşkıyanın işidir” ve tehdit göz ardı ediliyor. Siz kendinizi benim yerime koyun. Genç bir üsteğmen Başbakan’ın bu sözü üzerine, o tehdidi nasıl algılasın. Şimdi düşündüğümde, o saldırı olduğu gün Türkiye’de yer yerinden oynamalıydı. O saldırı cüretini gösterenler de tarihten silinmeliydi. 1984’te Özal siyaseti tehdidi gözardı etti. Biz 1992 yılında Şemdinli’ye geldiğimiz zaman Allah şahidim olsun o 3,5 eşkıyaya hesap sormak için gittik. Ama sonra Şemdinli’de girdiğimiz çatışmalar bize şunu gösterdi. Bunlar 3-5 eşkıya değil, 1992 itibariyle sayıları 20 bini bulan ve çok iyi silahlarla teçhiz edilmiş, belli bir eğitim seviyesinden geçirilmiş bir karma güçmüş. Bu güç Türkiye’nin karakollarına saldırıyor.
1984 ile 1991 arasında geçen sürede neler yaşandı da terör örgütü 20 bin kişilik güce ulaştı?
Bu yıllar arasında geçen süreçte Özal’ın 3,5 eşkıya dediği teröristler köylere girdi, masum halkımızı öldürdü. Çünkü halk savunmasızdı ve onları öldürmek daha kolaydı. Öldürdüğünüz zaman nam, isim yapmak, dünya kamuoyunda sesinizi duyurmak daha kolaydı. Gece girdiler köylere gece öldürdüler ve kaçıp gittiler. Ama o tarihlerde de bunlar Barzani ile anlaşma yapmış, biz sonra öğrendik bunu. 1982 yılında yapılmış bu anlaşma ve Şemdinli’nin güneyinde bir kamp yeri tutmuşlar, Hakurk’u. Orada eğitim görmüşler, oradan gelip saldırmışlar. Biz bunlardan haberdar değildik o dönemler. Biz karakollarımıza saldıran teröristin bile 1984-1991 yılları arasında kim olduğunu bilmiyorduk.
Burada tek suçlu Özal siyaseti mi?
Benim bu konu ile ilgili sorgulamak istediğim devletin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bu örgütün faaliyetleri, kampları, silahları, eğitim verenler, lojistik desteği konularında hiç bilgisi yok muydu? Biz Şemdinli’ye gittiğimiz zaman 3-5 eşkıya diye gittik. Yani biz b konuda uyarılmadık. 1992 yılında 30 Ağustos’ta Alan karakolunda çatışmaya girdiğimiz teröristlerin elindeki silahların ateş gücü, bizim askerin kullandığı silahların ateş gücünden daha yüksekti. Ben bunu bilmiyordum. Peki devletin Milli İstihbarat Teşkilatı da mı bilmiyordu?
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Alan Karakolu baskınından sonra mı geldiler?
Evet Alan karakolu sonrası geldiler. İkisi birlikte geldi. 30 Ağustos 1992’de Alan karakolu baskınından sonra 7 Eylül 1992’de geldiler. Şemdinli’de teröristlerin durumun ikisine ben anlattım. Hatta Cumhurbaşkanı’na ben “Bunlar Irak’ın kuzeyinden, Barzani bölgesinden geliyor, Çekiç Güç’ün kontrolündeki bölgeden geliyor, sayıları çok fazla, ateş gücü yüksek silahları var ve bunlar yine gelecek ve karakollarımıza saldıracak” diye ben söyledim.
Özal bizi dinledi, Eşref Bitlis de bizi dinledi. Benim tahminim hem Özal hem Eşref Bitlis ABD tarafından, özellikle de Çekiç Güç tarafından bir tuzağa düşürüldüğümüzün farkına ilk kez Şemdinli’de vardı. Gerçekten Özal’ın ve Eşref Bitlis’in benim sözlerime verdiği değere, davranışlarına, oradaki silahları inceleyişlerine bakıyorum diyebilirim ki, şaşırmışlardı.
Yani durumun vehametini bilmiyorlar mıydı?
Bilmiyorlardı. Orada sorularımıza asıl yanıtı vermesi gereken MİT’tir. MİT, 1991-1992’de Çekiç Güç’ün Irak’ın kuzeyinde güvenli bir bölge oluşturduğunu bilmiyor muydu? Burada silahlı teröristlerin yetiştirildiğini, bu yetiştirilen teröristlerin karakollara saldırılar yapacağını ve ateş gücü yüksek silahlara sahip olduğunu bilmiyor muydu? Ben bilmiyordum.
Askeri istihbarat da var ama…
Askeri istihbarat çok sınırlıdır bizde. O dönemde Irak’ın kuzeyinde görevli olan istihbarat subaylarımız da olsa yanlarında hep Barzani peşmergeleri ve ABD’li irtibat subayları olduğu için hareket sahaları çok kısıtlıdır. Her şeyi öğrenemezler. Ama MİT’in istihbarat sahası çok açıktır ve geniştir. Ben öğrenmediklerini düşünmüyorum.
MİT’in bu bilgilere sahip olup da bilinçli mi vermediğini söylüyorsunuz?
Elbette. Biz buna köstebek diyelim. Demek ki bizim istihbaratımızın içine sızmış, Amerikan-İsrail köstebekleri var ki, zamanında Türkiye’ye Çekiç Güç konusunda uyarmadılar. 7 Eylül’de Özal ve Bitlis gelip orada gördüler ve şaşırdılar. Çünkü böylesine bir güç Irak’ın kuzeyinde Barzani bölgesinden ve Çekiç Güç’ün içinden nasıl çıkar, nasıl karakollara saldırır, ki o çatışmalarda 19 şehidimiz vardı.
Yanlış hatırlamıyorsam bir hafta sonra bir saldırı daha oldu.
Evet arkasından bir hafta sonra Aktütün’e saldırdılar. 22 şehit verdik o saldırıda da. Çok terörist vurduk ama 22 şehidimiz vardı. Ardından da Derecik’e saldırdılar. Zaten sanıyorum hem Özal’ı hem Eşref Bitlis’i karar vermeye sevk eden Şemdinli’deki üç karakol baskını oldu. Alan, Aktütün ve Derecik. Arka arkaya oldu bu saldırılar. Çok terörist öldürdük, örgüte de darbe indirdik ama bu üç saldırıda 74 şehit verdik. Ve 3 Ekim 1992’de Eşref Bitlis Irak’a ilk kez PKK terör örgütünü “imha amaçlı bir harekat” yaptı.
Eşref Bitlis Paşa mı emretti o harekatı?
Evet Eşref Bitlis komutasında gerçekleşti. Özal Eşref Bitlis’e destek vermemiş olmasaydı, Bitlis böyle imha amaçlı bir harekatı yapamazdı. Çünkü Özal Cumhurbaşkanı’ydı. Demek ki Özal ve Eşref Bitlis bu konuda anlaşmış.
Ancak aralarında mücadele konusunda yöntem farklılıklarından bahsediliyordu.
O ileri aşamada. Başlangıç olarak Özal’ın ve Eşref Bitlis’in anlaştığı nokta şuydu: PKK terör örgütünü Irak’ta yok etmek. Çünkü kampları, silahlı teröristleri oradaydı, yerleri belliydi ve bunlara müdahale edilmeseydi Türkiye’ye ateş ve kan gölüne boğacaklardı. Kesin karar verdiler, imha amaçlı karar verdiler ve Özal’ın sempati duyduğu, sevdiği Barzani ve Talabani ile de Türk Ordusu işbirliği ve koordinasyon yaptı. PKK’yı imha etmek için Barzani ve Talabani Türkiye’ye destek verdi ve Türkiye’den silah, cephane, para, elbise istedi. Ne istediyse Türkiye ona verdi. 3 Ekim’de de harekat başladı.
3 Ekim harekatı Türkiye’nin en büyük harekatıdır. Harekatın daha ilk üç gününde PKK terör örgütüne tarihimizin en büyük darbesi vurulmuştur. İşte o zaman Amerika, İsrail, İngiliz ve Fransız ajanları tekrar devreye girdi, harekattan bir hafta sonra Talabani PKK ile anlaşma yaptı. Türk Ordusu’ndan PKK’yı saklamak için, teröristleri peşmerge kılığına soktular. Harekattan 15 gün sonra Barzani de PKK ile anlaşma yaptı. O da kaçan, dağılan terörist grupları kendi içlerinde sakladı. Harekat örgüte büyük darbe vurdu ama imha edemeden harekat kış nedeniyle durduruldu ve asker geri çekildi.
Gerçekte de kış nedeniyle mi sonlandı harekat…
Evet kış nedeniyle durduruldu. Cem Ersever de aynısını söylüyor. Normal olarak baktığınızda, harekatın 1993 yılının Şubat veya en geç Mart ayında baharla birlikte yeniden başlaması gerekiyor, PKK’yı tarihten silmesi gerekiyordu. Ne olduysa o dönem, harekat 3 Ekim’de başlamıştı, tam öncesinde 2 Ekim’de ABD uçak gemisi Saratoga, Muavenet’i vurdu. O dönemde Türkiye’nin siyasetine baktığınızda Türkiye’nin gündeminde olan tek konu PKK terör örgütünü imha amaçlı ve Irak’ta yok etmek. Harekatın komutanı Eşref Bitlis’ti.
Muavenet zırhlısını vurarak ABD Türkiye’ye “harekatı yapmayın” diye bir gözdağı verdi. Çünkü ABD Irak’a müdahale edilmesini istemiyordu. Türk Ordusu bu harekatı Muavenet’in vurulmasına rağmen yaptı. Örgüte darbe vurdu. ABD’de tuttu, Barzani ve Talabani’yi alarak PKK ile anlaştırdı ve dağılan örgüt mensuplarını Barzani-Talabani peşmergesi içinde sakladılar. ABD öyle de yapmış olsa, Barzani-Talabani ikilisi Türkiye’ye ihanet etmiş de olsa Eşref Bitlis, Özal hayatta olduğu için normal olarak Mart ayında ikinci bir harekatın başlatılıp, PKK’nın tarihten silinmesi gerekiyordu. Barzani ve Talabani’nin de başka şansı yoktu. Ya Türk Ordusu’yla işbirliği yapacaktı, ya da Türk Ordusu bir yandan PKK’yı vururken diğer yanda Barzani ve peşmergelerini vuracaktı.
Neden yapılamadı bu?
Hatırlayın o dönem Türkiye’de neler olduğunu. Önce Çekiç Güç’ün Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurmakta olduğunu haykıra haykıra söyleyen ve yazan Uğur Mumcu bir suikast sonucu öldürüldü. Harekatı yapacak olan Eşref Bitlis’in uçağı, bu suikasttan bir ay sonra düştü, şehit oldu. Bu olayları, yani ABD’nin Çekiç Güç eliyle Kürt Devleti kurduğunu bilen Cem Ersever, baktı ki, Eşref Bitlis şehit oldu, harekat yapılmayacak, Türkiye PKK ile bir ateşkes sürecine giriyor, fiilen 18 Mart 1993’te istifa etti. İstifasının da tek gerekçesi olarak da Mart 1993’te ateşkes sürecinin bir ihanet süreci olduğunu, PKK’nın yeniden toparlanacağını, Barzani ve Talabani’nin de Türkiye’ye ihanet ettiğini söyleyerek istifa etti. O istifa ettikten 2 gün sonra, Lübnan Bekaa da Abdullah Öcalan denilen hain, Ahmet Türk, Celal Talabani bir ateşkes ilan etti. Bu ateşkese Türkiye Özal siyasetiyle uydu. Bir baktık ki, 20 Mart’ta ateşkes ilan edildi, ardından Özal kalp kriziyle öldü.
Ateşkes sürecinde ABD ve İsrail’in eliyle toparlanan terör örgütü, başlangıçtaki düşüncesine uygun olarak o silahlı güçlerini Türkiye’ye soktu ve Bingöl’de 33 eri şehit ederek çatışmayı Türkiye’ye kaydırdı. Burası çok önemli. O saldırının yapıldığı gün olan 24 Mayıs, Abdullah Öcalan ile eşi Kesire Öcalan’ın evlilik yıldönümü. Yani İmralı’da yatan hain herhalde eşine şehit kanlarını ikram etti. Eşref Bitlis ve Özal Çekiç Güç’ün yaptıklarını gördü ve harekatı Irak’ta başlatarak silahlı PKK unsurlarını Irak’ta yok etmeyi ve bu çatışmadan Türkiye’nin zarar görmesini engellemeyi amaçlıyordu. Mart 1993 ateşkesi ve Bingöl katliamı ile PKK Eşref Bitlis’in planını ortadan kaldırdı, tuttu bütün silahlı unsurları ile Türkiye’ye girerek, bütün Türkiye’yi kan ve ateş gölüne dönüştürdü. Onun üzerine Çiller geldi, şiddete karşı şiddet politikasını uyguladı.
Çiller dönemine geçmeden önce şunu öğrenmek istiyorum. Türkiye’nin, terörü bataklığında kurutmak için yaptığı hamleye, ABD, ateşkes gibi bir oyunla terörü Türkiye içine taşıma hamlesi ile mi karşılık verdi?
Evet bu karşılığı verdi. Neden çekti demek için sonucuna bakmak lazım. 93 Mart ateşkesi ve Mayıs 1993 Bingöl katliamı ile çatışma Türkiye’ye çekildi, her yıl 500’den fazla şehit verdik, bir yanda kamuoyu öfkelendi, ama bir yandan da güvenlik gerekçesiyle köyler boşaltıldı. 3225 köy boşaltıldı. Bugünkü rakamlarla 1,5 milyon insan göç etti. Ama bu terördür, terörle mücadeledir, güvenlik gerekçesiyle göç eden insanlar olabilir.
Çiller siyaseti eğer ülkeye hizmet eden bir siyaset olsaydı, o göç eden sorunlarını zamanında çözerdi. Çözmedi, göçle gelenleri görmezden geldiler, 1,5 milyon insan mağdur bir halk kitlesi oluşturdu, devlete kızdı ve bugün PKK terör örgütüne, yani küresel güçlerin Kürdistan projesine halk tabanı oluşturuldu.
Habur’a bağlarsak, Erdoğan Habur’da teröristlerle o mağdur olan insanları buluşturdu, PKK halkın temsilcisi durumuna getirildi. Bu durumda baktığımızda, Özal siyaseti, Çiller siyaseti ve Erdoğan siyaseti birbirinin devamıdır. Üçü de Türkiye’ye hizmet etmemiştir, üçünün izlediği siyaset de ABD-İsrail ve AB’nin küresel projesine hizmet etmiştir.
Eşref Bitlis ile Özal siyaseti nerede çatıştı?
Sanıyorum ki, Eşref Bitlis ile Özal arasındaki ayrılığın temeli 1991’de Çekiç Güç’ün getirilmesi noktasında atıldı. Çünkü o dönemde Özal “Ben Başkan Bush’la her gün görüşüyorum, Çekiç Güç’ü ben getirdim” diyordu. Çekiç Güç Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri, Saddam’ın katliamından korumak için geldi. Ama Eşref Bitlis yaptığı araştırmalarda, Çekiç Güç’ün Barzani-Talabani peşmergelerini ve halkı korumaktan öte, Türkiye’ye karşı bir silahlı PKK gücü yarattığını ve Irak’ın kuzeyinde de bir Kürt devleti kurduğunu gördü. Özal’ın siyasetine baktığınız zaman, Irak’ın kuzeyindeki Kürt devleti projesine sıcak bakılıyor gibi görülebilir. Ama Türkiye’ye tehdit olan silahlı PKK gücüne Özal sıcak bakmıyordu.
Yani Özal, Barzani-Talabani’ye sıcak bakarken PKK’ya sıcak bakmıyor muydu?
Evet. Eşref Bitlis ile Özal Barzani-Talabani’nin desteğiyle ve ABD’ye rağmen silahlı PKK terörünün imhasında aynı görüşü paylaştılar, ama Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulması projesine Eşref Bitlis sıcak bakmadı. Özal siyasetinin yanlışlığı da buradaydı. Eğer Irak’ın toprak bütünlüğünün parçalanmasına göz yumarsanız, izlediğiniz siyasetle buna hizmet ederseniz, Irak’ın kuzeyinde de Barzani liderliğinde Kürt devleti kurarsanız, bu Kürt devleti sizin varlığınıza gün gelir bela olur, tıpkı bugün olduğu gibi.
Özal’ın PKK’ya sıcak bakmadığını söylüyorsunuz ama o dönem Cumhurbaşkanı Özal’ın terör örgütü elebaşı ile dolaylı yollardan mesajlaştığı belirtiliyor.
Özal da bir insan. Sonuçta devlet adamı, Cumhurbaşkanı ve yanında danışmanları var. 1993 Ekim harekatıyla, PKK’ya çok ciddi bir darbe vuruldu. O harekatta en az 4 bin terörist öldürüldü. En an 3-4 bin terörist de PKK’yı Talabanileştirme, Barzanileştirme formülüyle, bu iki gücün peşmergeleri içinde barınmasına izin verildi. Bu, daha sonra basına da yansıdı. Bugün bile aynı şey konuşuluyor. Koda Adı: 300 PKK’lı diye bir senaryo konuşuluyor. Bu projeye göre PKK terör örgütünün Barzanileştirilerek ve Talabanileştirilerek, onların peşmergesi arasında eritilmesi. Oysa bu proje zaten 1993’te vardı. O zaman da tutmadı, göreceksiniz şimdi de tutmayacak.
Özal’ın ateşkes sürecinde Cem Ersever’in söyledikleri ve yaptıkları da burada önem kazanıyor. Ersever haykırıyordu, “Talabani ve Barzani siyasi fahişedir, sakın buna inanmayın, Türkiye’ye ihanet ediyorlar” diyordu. Özal, Barzani ve Talabani’ye güveniyordu. Bu ikisi ortaya çıkıp da “bu örgüt zaten dağılıyor. Biz de bunları kendi içimize alıp eritiyoruz. Abdullah Öcalan da silah bırakıyor, ateşkes yapacak. Biz bu şekilde PKK’yı Irak’ta yok ederiz” diyerek barış içinde PKK’yı yok etme formülü getirdiler. Zaten bugünün işbirlikçi medyasına çıkıp da 1993 yılı Mart’ı ateşkesine destekr veren zihniyetler bugün de aynı şeyi söylüyorlar. Ne diyorlar: 1993’te PKK bitiyordu, barışa gidiliyor. Bunlar tamamen yalan. Uğur Mumcu da bunun yalan olduğunu söylüyordu, Cem Ersever de bunun yalan olduğunu söylüyordu, Eşref Bitlis de söylüyordu. Bugün de bizler bunun yalan olduğunu söylüyoruz. Özal’ı tuzağa çektiler ve bu plana inandı.
Aynı düşüncede olduğunu söylüyorsunuz ama Cem Ersever’in, Eşref Bitlis Paşa’ın uçağının düşürülmesinde payı olduğu dillendiriliyor.
Türkiye’de rahmetlilerin arkasından konuşmak moda oldu. Bizim Müslümanlığımızda ölen bir kimsenin arkasından kötü şeyler söylenmez. Elbette gerçekten milletimizin ve devletimizin kaderini olumsuz yönde etkileyecek eylemler yapmışsa, bunlar da ortaya çıkmalı, ölmüş de olsa millete yaptığı kötülüğü bilmesi lazım. Ama Ersever’e siz o tarihte kötü diyemezsiniz. Çünkü Ersever ateşkes sürecinin bir ihanet olduğunu, Barzani ve Talabani’nin Türk Milleti’ne ihanet ettiğini söyleyerek istifa etti. Siz kötü bir adam olsanız, terörden rant sağlasanız, istihbaratın başında olan birisiniz, tutuyorsunuz, dilekçenizi verip bu görevlerden ayrılır mısınız? Tepki olarak ayrıldı. İkincisi, öldüğünde yapılan araştırmalarda hiçbir mal varlığı çıkmadı. Eşi emekli maaşıyla yaşıyor. Demek ki terörü de ranta çevirmemiş. Üçüncüsü ise Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir binbaşı, isterse istihbaratta olsun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Jandarma Genel Komutanı’na böyle bir teknik bilgiler gerektiren bir suikastı yapabilecek ne bilgisi, ne organizasyonu, ne de gücü vardır.
Böyle bir suikast ancak yabancı istihbarat örgütlerinin, Türkiye’deki köstebeklerini kullanarak yapabileceği bir suikasttır. Eşref Bitlis eyleminin de böyle bir suikast olduğunu düşünüyorum.
Bu olayın ABD’nin Adana Konsolosluğu’nda planlandığı yönünde yorumlar var.
Yabancı istihbarat örgütlerinin, Türkiye’de devlet adamına, önemli isimlere bir suikast yapması için, o suikast sonucu Türkiye’de siyasetin değişmesi lazım. Bakıyoruz, Eşref Bitlis aramızdan ayrılınca Türkiye’de siyaset değişti. Eşref Bitlis yaşarken siyasetimiz neydi: Silahlı PKK unsurlarını Irak’ın kuzeyinde yok etmek, Türkiye’nin bundan zarar görmesini engellemek, Türkiye’nin çatışma ortamına girmesine izin vermemek.
Bitlis Paşa’ya suikast yapıldı. Sonra ne oldu: Düşman Türkiye’ye çekildi. Uğur Mumcu suikasta kurban gitti, sonrasında Mumcu zihniyetinde olan medya susturuldu. Uğur Mumcu’nun 1991-1992’de söylediklerini neredeyse bugün söyleyen gazete kalmadı. Bugün Türkiye’deki medya unsurları, ABD’nin Çekiç Güç eliyle Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurduğunu bilmiyor mu? Biliyor, ama hiçbiri söylemiyor. Uğur Mumcu yaşasaydı, bütün gücüyle ABD’nin Türkiye’ye hedef seçmiş bir projesi olduğunu halka anlatmak ve halka tehlikeyi göstermek için elinden geleni yapacaktı. Uğur Mumcu’yu öldürdüler, medyayı susturdular.
Peki o harekat yapılsaydı, ne olurdu?
En basitinden söyleyeyim, hem PKK biterdi hem de Türkiye’de 3 bin 225 köy boşaltılmaz, 1,5 milyon insan göç etmeyecek, mağdur duruma düşmeyecekti ve yaklaşık 5 bin şehit de verilmeyecekti.
Siz Eşref Bitlis’in uçağının düşmesinin kaza olduğuna inanıyor musunuz?
Hayır ben kaza değil suikast olduğuna inanıyorum. Bakınız siz bir eylemin içerisinde değilseniz, o eylem hakkında yorum yapabilmeniz için elinizde veriler olması lazım. Biz komplo teorisi üretmiyoruz. Ne diyoruz: Eşref Bitlis 7 Eylül 1992’de Özal ile birlikte Şemdinli’ye geldi, teröristlerden elde ettiğimiz silahları fiilen gördü, teröristlerin kullandığı silahların, askerin kullandığı silahlardan çok daha yüksek ateş gücüne sahip olduğunu da gördü, sayısal olarak çok daha kalabalık olduğunu da gördü. Hepsinin de Irak’ın kuzeyinde yetiştiğini, Çekiç Güç’ün koruması altında olduğunu da gördü. Bu son derece açık. O tarihte bu eylemden sonra, 3 Ekim harekatını planladılar. Biz harekatın içinde olan kişiyiz. Siz böylesine imha amaçlı bir harekatı yapacak komutan eğer ki aniden ölüyorsa, o öldükten sonra bu harekat yapılmıyorsa, aksine PKK ile ateşkes yapılıyorsa, PKK tekrardan Türkiye içine eylemlerini taşıyorsa, o zaman bu uçağı birileri düşürdü diye düşünürsünüz.
Köy boşaltmalarına dikkat çektiniz. Yıllardır iki konu var bölücülerin psikolojik savaş unsuru olarak kullandığı: Biri köy boşaltmalar, diğeri faili meçhuller. Neydi bu köy boşaltmaları meselesi?
O ayrı bir siyasi stratejiydi. PKK ateşkes sürecine girdi, Özal rahmetli oldu, aramızdan ayrıldı, teröristler Mayıs 93’te askerlerimizi şehit ettikten sonra Türkiye’ye Çiller siyaseti askere büyük destek vereceği ve terörü bitireceği söylemleriyle geldi. Gerçekten askere destek verdi, özel birlikler kurdu, 1992’de elimizde olmayan, terörle mücadelede kullanılabilecek özel silah ve teçhizatlar alındı, çatışmalar şiddetlendi, Irak’ın kuzeyindeki bütün teröristler Türkiye’ye girdi, her gün çatışma, her gün pusu yaşandı ve bu çatışma Türkiye’ye çekilmekle mağdur bir halk kitlesi yaratıldı.
Eşref Bitlis aramızdan ayrıldıktan sonra, ben neredeyse karakolumu koruyamayacak duruma düştüm. PKK çok şiddetli bir şekilde Türkiye içine çekilmişti. Çünkü benim karakolumun mevcudu 100 kişiydi, saldıran terörist sayısı 500. Kendimizi korumaya çalışırken köylerimizi hiç koruyamadık. Bu sefer teröristler köylere girmeye başladı. Önce yiyecek istediler, köylü mecburen verdi, sonra para istediler köylü mecburen verdi, sonrasında köyden ufak tefek çocukları kaçırdılar, köylü ona da göz yumdu, ne zaman kızlarını ve kadınlarını almaya kalktılar köylü namus davası yaptı bir gecede bütün köyleri boşalttı.
Olayın gerçek yönü budur. O zamanki Çiller siyaseti bu göçleri görmezden geldi. O göçle gelen insanlar, bugün İstanbul’da diğer illerde polise Molotof kokteyli atan çocukların babalarıdır.
Güvenlik anlamında köy boşaltma hiç yaşanmadı mı?
Köy boşaltmaları çok önemli. Özal siyaseti bitip de Çiller siyaseti geldiği zaman, o dönemde yaşanan köy boşaltmalar, bugün asker köyleri yaktı diye dillendiriliyor. Diyarbakırlı Osman Baydemir çıkıyor “asker 4 bin 400 köyümüzü yaktı” diyor. Bu tamamen yalandır. Ama Çiller siyaseti bu propagandaya zemin hazırladı. Bilinçli olarak hem de.
Çiller döneminde teröre büyük darbe indirildi denir ama her zaman. Siz neden buna katılmıyorsunuz?
Bakın Çiller döneminde yapılan köy boşaltmalar bugün PKK tarafından “Asker köy yaktı” propagandasına dönüştürüldü, sözde aydın olup işbirlikçi medyaya çıkanlar da bu yalana inandı.
Faili meçhuller de yalan mı?
O dönemde biz teröristleri tanımıyorduk. Irak’tan Aktütün’e öyle bir terörist geldi ki, çatışmaya girdik. 22 şehit verdik. Dağda da 70-80 teröristin ölüsü vardı. Köylüleri götürdük ve gösterdik. Tanımadıklarını söylediler. Kimse teşhis etmedi. Savcılar da olay yerine gelip soruşturma yapmadı, bizim o tarihlerde dağlarda bıraktığımız kemikler bugün faili meçhul cinayetler oldu, ölüm kuyuları oldu, toplu mezarlar oldu. Bakın bunların hepsi bilinçli yapıldı.
Çiller siyaseti döneminde köyler bilinçli boşaltıldı, o köyler PKK’ya halk tabanı durumuna getirildi. O tarihte çatışma Türkiye’ye çekildi, çok şehit verdik, ölen teröristlerin cesetleri de dağlarda kaldı, sonra o kemikler şimdi askere faili meçhul cinayetler olarak döndü. Mesela o dönem polis de çok güç durumdaydı. Ben özel harekatçılara mühimmat veriyorduk, destek amaçlı. O tarihlerde verdiğimiz mühimmatlar bugün sözde Ergenekon terör örgütünün cephaneliği oldu. Bunların tamamı bir proje.
Bakın biz köy falan yakmadık. Eğer yakıldığı iddia edilen kaç köy iddia ediliyorsa, gidin inceleyin. Teröristler bilinçli olarak köyün içinde pusu kurardı. Evin içinden roket atışı yaparlardı. Kim ateş ettiysek biz de onlara ateş açtık. Bizim açtığımız ateşler sonucunda evler yandı. O evlerin zararı da karşılandı. PKK bilinçli olarak köyün içinde pusu kurardı ki, köylü zarar görsün diye. Aynısı Şırnak’ta da Cizre’de de oldu. Şehrin içine girdi, evlerden ateş etti, bizler ateş edilen yerlere ateşle karşılık verince, çocuk, kadın zarar gördü, ondan sonra bugün çıkıyorlar, asker köyü yaktı, asker çocuk öldürdü, asker kadın öldürdü diyorlar. Bunlar onların kurduğu tuzaktı.
Benim asıl üzüldüğüm nokta şu: Devlet, savcılar, hükümet bunların hepsini biliyor. Ama bilinçli olarak askeri hedef tahtasına dönüştürdüler. Güvenlik sağlanamadı, ABD Barzani-Talabani ile işbirliğine gidip PKK’yı güçlendirdi, Çekiç Güç bütün teröristleri Türkiye’ye gönderdi, biz karakolu korumaya çalıtığımız için köylü garip kaldı, bütün tasını tarağını toplayıp çekti gitti. Ama bu devletin Başbakanı Çiller o göç edenleri toparlaması, çoluğuna çocuğuna sahip çıkması bakması gerekirdi. Bugün göçlerden bahseden yok. Çünkü bahsetmemek işlerine geliyor. Devletin valisi kamyonun üstüne çıkıp kömür dağıtacağına, İstanbul’da o göçlerle gelenlerin çocuklarına sahip çıksa, ailelerin sorunlarını çözse sözde Kürdistan projesinin halk tabanı elden gidecek. Onun için o insanların sorunlarını çözmüyorlar. PKK’nın bugün BDP adındaki partisi bile bunlardan bahsetmiyor. O kemiklere gelince. Haykırıyoruz, dağ taş kemik dolu diye.
Cemal Temizöz bunun için yargılanıyor.
Açıkça söylüyorum. Yazıktır, günahtır. Dağ taş kemik dolu. Cemal Temizöz’ün adını çıkartıp, kemik çıkarmaya gerek yok. Ben size söylüyorum. Gidin Aktütün’de Leylek Dağı’na kemik doludur. Alan Karakolu’nda Dumanlı Dağı kemik dolu. Tamam da bizim de orada 22 tane şehidimiz var. 19 tane şehidimiz var. Yani biz teröristle çatışmayacak mıydık?
Hepsi teröristlerin kemikleri mi?
Hepsi PKK’lıların kemikleri. Ama biz kim olduklarını bilmiyorduk. Ama teröristler biliyordu ölenlerin kim olduklarını. Çünkü ellerinde kayıtları vardı. Örgütün arşivleri bu yüzden önemli. Şimdi diyorlar ki, geldiler, evinden kaçırdılar, dağda öldürdüler. Cemal Temizöz’ün trajedisi budur. Çatışmaya girdiğimiz teröristlerin kemikleri şimdi oldu toplu mezar. Bir terörist çıkıp “asker aldı öldürdü” diye ihbar ediyor ona inanıyorlar.
Cemal Temizöz’ü de sözde ihbar eden kişi teröristtir. Bu yüzden devletin bir Albayı hapiste ve yargılanıyor. Devlet bunu çözmek zorunda. Bu işi çözmek zorunda. Tıpkı kod adı Ergenekon olan operasyonda bulunan cephanelikler gibi…
Şimdi kayıtlara bakılıyor ve deniyor ki Kara Kuvvetleri’ne verilmiş. Doğru değil bu. Onlar Kara Kuvvetleri’ne vermiş olabilir. Ben Şemdinli Jandarma Komutanı olarak o el bombalarından çok aldım. Bunları teröristlere karşı kullanmak için aldım. Benim yanımda da polis özel harekat birliği vardı. Onlara da verdim. Bomba atar da verdim, LAW silahı da verdim, el bombası verdim… Polise verdim bunları, vermeyecek miydim. Ben o dönem onlarla teröre karşı mücadele ediyordum. Benden mühimmat isteyen polise bu mühimmatı vermeyecek miydim? Verdim. Şimdi o mühimmatların fazlası sağdan soldan çıkarılıyor, askerin mühimmatı diye askere saldırıyorlar.
Bu ülkede 35 bin terörist öldürüldü. Nerede bu insanların mezarları. Toplasanız 100 tane kemik bulamazsınız. Nerede peki bu kemikler. Elbette dağlarda. Şimdi bu dağlardaki kemikler üzerinden toplu mezar diye soruşturma açılıyor. Terörle mücadele etmiş insanlara yazık günah değil mi?
Bu mesele nasıl çözülür?
Türkiye bir yalan dünyasında. Ülkeyi yöneten siyasetin sorun diye ortaya koyduğu her şey yalan. Böyle olunca çözüm olarak da ortaya konulanlar da yalan. Soruna da, bu ülkeyi yöneten siyasetin çözüm önerilerine de bakıldığında hepsinin yolu Kürdistan’a çıkıyor. Bakın söylüyorum, 1,5 milyon insan var, sorunlarını çözün diyorum, kimseden ses çıkmıyor, gündeme bile taşımıyorlar. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da feodal ağalık var diyoruz, kimseden ses çıkmıyor, bu bölgelerimiz cehaletten yanıyor, hayvancılık öldü, insanlar aç diyorum, Hükümet gidiyor Avrupa’dan inek ithal ediyor, hayvancılığı geliştirmiyor. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin doğusundaki mesele yüz yıllara dayanan bir meseledir. Ortaçağ’dan kalma çağdışı bir feodal ağalık vardır. Toprak, aşiret, din ağalığı vardır, şeyhler, şıhlar gibi. Avrupa bu sorunu 1789 Fransız İhtilali’nden sonra çözmüştür. Ama Türkiye bu sorunu Osmanlı içinde çözmemiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu hep feodal, din ağalarıyla idare edilmiştir.
Atatürk Cumhuriyeti kurduktan sonra toprak reformu gündeme getirilmiş, fakat ne yazık ki Demokrat Parti’den rahmetli Adnan Menderes, ki kendisi de bir toprak ağası olduğu için bu reformu kapatmıştır. Atatürk bu cehaleti yok etmek, insanlara demokrasi nedir, insan hakları nedir öğretmek, Cumhuriyetin faziletlerini öğretmek için okullar açmıştır. O dönemde açılan bütün okullar sonra kapatılmıştır. Dolayısıyla siz feodal ağalığı kaldırmazsanız, ağaların, beylerin, şeyhlerin, şıhların otoritesini kırmazsanız, topraksız köylüye toprak vermezseniz, hayvancılığı geliştirmezseniz, sizin ülkenizi hedef almış İsrail, AB ve ABD’ye milli bir siyaset izlemezseniz, işte bugünkü siyaset gibi aldığınız her tedbir küresel projenin Kürdistan projesine hizmet etmek olur. Türkiye’nin yapacağı ilk iş derhal bu siyaseti değiştirmektir. Gerçek sorunları çözecek siyaseti işbaşına getirmektir.
Ceyhun BOZKURT
13.10.10 / Gazete 5