EKONOMİ POLİTİĞİN EKONOMİSİ VE POLİTİKASI (V)
(Burjuvazinin vatanı yoktur)
Para
Bir ‘değişim aracı’ olarak kullanılmaya başlanan ‘para’, ‘değer’in tüm toplumsal niteliklerini gizleyip, değişimde ‘yanıltıcı’ bir ‘işlev’ görerek, salt ‘para’ya dayanan bir ‘sistem’ kurar ki, buna ‘kapitalsit sistem’ diyoruz.
‘Para’nın sıradan bir ‘değişim aracı’ olarak ‘dolanım’a çıkarak ‘ödeme işlevi’nin yanısıra, tasarruf, rezerv vb işlevleri de vardır ki, toplumsal üretimin farklı aşamalarında biribirlerini önceleyip, diğerine baskın gelebilirler. Ve bu süreç çok karmaşık olduğundan, parayla ilgili çözümlemelerde, tekil işlemlerle somuttan soyuta gitmek kadar (tümevarım), belirli dönemler boyunca soyuttan somuta gelmek (tümdengelim) de gerekebilir.
Mal-Para-Mal Süreci
Bu süreçte gereksinim duyulan başka malları almak için üretim yapılmaktadır. Bir yıl boyunca buğday üretip, harmandan sonra gazyağı, şeker ve basma almanın yanısıra, çocuğun düğün parası da çıkıyorsa ne âlâ.
Ancak, Mal-Para-Mal sürecinden Para-Mal-Para sürecine geçildiğinde, yani kârla satmak üzere bir mal alımına girildiği anda ‘sermayenin genel formülü’ de kurulmuş olmaktadır. Çünkü satılan maldan elde edilecek ‘fazla para’ (kâr), birikimin ilk adımı olacak, dolanım sürecinde bir ‘artı-değer’ kazanılmış olacaktır.
Oysa, köye gelen çerçi örneğinde olduğu gibi, çerçi, yumurta karşılığında leblebi şekeri satmakta ve büyük olasılıkla onun oğlu da çerçi olabilmektedir. Yani basit dolanım sürecinde, sadece malların ‘eşit değerleri’nin değişimi sözkonusu olmaktadır. Üstelik, çerçi her yeni gelişinde bir avuç leblebiyi bir yumurta karşılığı vermek zorundadır. Fiyatları artırmak yetkisi de yoktur. Yoksa köye bir daha giremez.
Tüketim süreci de değer yaratır
Sermaye sahibi işçi çalıştırdığında onun ‘emek gücü’nü satınalmakta, emekçi de ‘emek gücü’nü satmakta ya da ‘tüketmektedir’. Emekçinin aldığı ‘ücret’, ailesini geçindirmek için olduğu kadar, ‘çalışırken tükettiği’ enerji yerine koymak için gerekli zamanı kapsamaktadır.
O nedenle de ‘canlı emek’ ya da ‘değişken sermaye’ olarak adlandırılır.
Çünkü o da artık sermayenin bir parçası olmuştur. Değeri, güya ‘piyasa’da belirlenen ‘işçi’dir artık. ‘Ücret’i kadar konuşabilecektir, ‘değer’i de ‘ücret’i kadardır.
Üretim araçları ise, gökten zembille inmeyip, hammadesinden başlamak üzere, üretmleri için harcanan canlı emeğin yoğunlaşarak biriktiği ‘sermaye’ olup, ‘ölü emek’ ya da ‘sabit sermaye’ olarak adlandırılmaktadır.
Tarihsel olarak ‘veri’ bir dönemde, üretim, bir ‘süreç’in adı olup, emek gücününün belirli üretim araçlarını (toprak, kazma-kürek, tohum ve eşek) kullanarak elde edilen her ne ise onun ortaya çıkarılması sürecidir. Örneğin, köyden uzak bir tarlaya eşekle gidilerek üretilen ‘hıyar’, ürün, hıyarların ekiminden toplanarak köye taşınması ve satışa sunulmasına değin geçen zaman dilimine de ‘üretim süreci’ denilmektedir.
Satış işlemiyle basit ‘üretim süreci’ kapanmış, ‘dolanım süreci’ne geçilmiştir. Çünkü, sözkonusu hıyarları alan her kim ise, ister taze taze yer (tüketim), isterse buzdolabında saklayarak kente götürüp daha fazlasına satabilir ( genişletilmiş yeniden üretim).
İşte, hıyarın ‘değeri’nde, toprak, kazma-kürek, tohum ve eşeğin payına ‘sabit sermaye’nin payı, köylünün harcadığı zaman ya da alınterine de ‘değişken sermaye’nin payı denilebilir. Her ikisinin toplamı ‘artı-değer’, ya da burjuva ekonomistlerinin sonradan sulandırdıkları ‘katma değer’i vermektedir.
Bu ‘artı’ ya da ‘katma’ değerin içinde, sabit sermayenin payı değişken sermeyenin payını geçtiği oranda, köylünün ‘sömürü oranı’ artıyor demektir. Açıktır ki, eşeğin payının köylüden fazla olması, köylü için bir ‘haksızlık’ kaynağı olacaktır.
Kuşkusuz, uygarlığın daha sonraki dönemlerinde, eşeklerin yerini başka ‘büyükbaşlar’ alacaktır. Ki, en sıradanı bile yan gelip yatmak yerine ‘eşek gibi çalışmak’tan yakınacaktır. O nedenle, burada, kesinlikle ve tüm açıklığımızla, bu ‘toplumsal’ sınıf için herhangi öznel bir karşıtlık yerine, nesnel olarak onların ‘konum’larını belirtmek istediğimizin bilinmesinde yarar vardır. Sonuçta, belirli bir ideolojinin savunulması yerine, klasik ‘ekonomi politik’in bilimsel temellerini çözümlemekteyiz.
Buraya kadar, en yalın somut gerçekliklerden hareketle kimi tanımlamalar yaptık. Oysa, bu ‘süreç’ler toplumsal düzeyde ele alınacak olursa, ister istemez ‘soyut’a yükselinecek ve ‘mutlak’ ve göreli’ gibi ayırımlar da yapılacaktır.
Örneğin, üretim sürecine ‘Devlet’in müdahalesi, denildiği üzere, yasal düzenlemeler de girecektir. Sözgelimi Devlet, yasayla, ‘çalışma sürelerini’ kısaltıp uzatabilecektir.
Yasal çalışma sürelerinin uzatılması sonucu elde edilecek ‘artı-değer’e, ‘mutlak artı-değer’, makinalaşma sonucu çalışma sürelerinin kısalması sonucu, ki miktar olarak çok daha fazal art-değere karşılık gelebilir, üretilen artı-değere de ‘göreli artı-değer’ diyoruz.
Tarihsel olarak kapitalizmin başlangıç dönemlerinde (XIV-XVIInci yüzyıllar), Devlet’ler yasayla çalışma sürelerini uzatabiliyor, günde 10-12 saat çalışma zorunluluğu getirilebiliyordu. Bu dönemde elde edilen artı-değer, mutlak artı-değer olmasına karşın, daha sonraki dönemler gibi ‘aşırı üretim bunalımlarına’ yolaçmadığı gibi ‘sömürü oranı’da yüksek değildi.
Oysa, XVIIInci yüzyıldan itibaren üretimde makinalaşma (sabit sermaye artışı), işçilerin daha az süre çalışmalarına karşın, hem sistem ‘aşırı üretim bunalımları’na sürükleniyor ve hem de emeğin ‘sömürü oranı’ artıyordu.
Demek ki, gelişmiş kapitalist ülkeler, ya da emperyalist ülkelerde, çalışma saatlerinin azgelişmiş ülkelere oranla daha kısa olması, onların azgelişmiş ülke işçilerine göre ‘daha az sömürüldükleri’ anlamına gelmez. Tersine ‘daha çok sömürüldükleri’ anlamına bile gelebilir.
Kaldı ki, üretimde makinalaşma ile birlikte, makinalaşmanın hızlı olduğu ülkelerde, daha az makinalaşmış ülkelere oranla, daha büyük bir işçi kesimi ‘işsiz’ kalacak ve bir ‘yedek işçi ordusu’nun doğmasına yolaçacaktır.
Devlet ve Demokrasi
Burada ‘ekonomik çözümleme’lerimize bir virgül koyup, ‘üretim süreci’ne Devlet’in müdahale gerekçelerine ve Devlet’e karşı koyma girişimlerinin gelişimine bakabiliriz.
Zaman zaman, Devlet’in ‘göreli özerkliği’nden, zaman zaman da devletin ‘Baba”lığından sözediyoruz. Kuşkusuz en uygun tanım ‘Burjuva Devlet’idir, çünkü Devlet burjuvaların ‘Babalarının malı’ gibidir.
Yine de, babalarının malından ‘sadaka’ gibi değil ama başta işçi sınıfı olmak üzere halk kesimlerinin ‘mücadeleleri’ sonucu ‘Demokratik kazanımlar’ elde edilebilmiş ve göreli ‘Sosyal Devlet’e geçilebilmiştir.
Ne var ki, Engels’in, ömrünün son günlerinde, Devlet’in işçi mücadeleleri karşısında, ‘ince hesaplar’ sonucu, ‘sosyalizm gerekiyorsa onu da biz getiririz’ anlayışına uygun olarak davranmasını ‘bilimsel sosyalizm’ için bir ‘tehlike olarak gördüğünü de anımsatalım (2).
Nitekim, Engels, yüzyılın sonunda, Alman işçi sınıfının ekonomik-demokratik kazanımları’nın, bir Rus-Alman savaşı durumunda, gerçek bir sosyalizme yol açabileceği de bir ‘olasılık’ olarak görmüyor değildi.
Yeri gelmişken anımsatmakta yarar olabilir: Sık sık Marx, Engels ya da önemli bir düşünürün uzgörüşlerine yer verirken, onların uzgörüşlerinin Tanrı vergisi olmaktan çok bir bilim olarak ‘ekonomi politik’i sindirmiş olduklarına bağladığımızı belirtmiş olalım.
O arada, ekonomi politik’in ekonomik ve politik olayları ‘öngörme’deki başarım (performans)ını da test etmiş olmaktayız.
Ve yine ‘sermaye’nin bir parçası konumuna düşen işçi sınıfı, ya da bilinen adıyla ‘proletarya’nın, kendisine özgü bir ‘Ahlâk ve hukuk’ geliştirdiğini de belirtelim.
İşte bu ‘ahlâk ve hukuk’, ‘burjuva ahlâk ve hukuku’nun tam karşısında yeralmaktadır. Örneğin, burjuva sınıfının çıkarları, Devletler arasında bir ‘savaş’a sürüklendiği zaman, savaştan ‘proletarya da payına düşeni alacak’ gibi ‘ekonomik çıkar’a dayalı ama ‘insanî değerler’e aykırı bir öneriye, Marx ve marksistler her zaman karşı çıkmışlardır.
Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda, Georgi Plekhanov şöyle diyordu: “Alman Sosyal Demokratları “Almanya’nın kazanması halinde Alman proletaryası da payına düşeni alacak’ diyorlar. Alman Sosyal Demokratlarına Marx’ın şu sözü anımsatılmalıdır; ‘Proletaryanın, ahlâk ve hukukun temel ilkelerine dayanmayan bir dış politikası olamaz!’” (3).
O nedenle ‘Devlet’ ve ‘Demokrasi’ gibi ‘politik kurumlar’ın, ‘ekonomik’in doğrudan yansısı olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Yani ‘burjuva ekonomi politiği’nin ileri sürdüğü gibi, devletler ya da ‘uluslar’ arasındaki savaşlar ‘ekonomik zorunluluk’lardan değil, ‘insanî değerler’e aykırı ‘burjuva ahlâk ve hukuku’nun sonucudurlar.
Ve yine o nedenledir ki, kanıtlanmasına gerek olmayan bir ‘aksiyom’ olarak ‘Burjuvazinin vatanı yoktur’ denilebilir ve tersini ispat etmek için çalışılmasına da gerek yoktur.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem
(1) Bismarck’ın Alman Parlamentosu’nda “Eğer Sosyal Demokrasi olmasaydı ve birçok kişi ondan korkmasaydı, Sosyal Reform alanında bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz mutedil ilerleme bile ortaya çıkmazdı” dediği söylenir. Yıldırım Koç, Sosyal Demokrasinin Öyküsü : Marksizm’den Kapitalizmin Payandalığına,E Kitap, s.52. Kuşkusuz Bismark’ın ‘sosyal demokrasi’ dediği, Alman Sosyal Demokrat Partisi’dir.
(2) Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşı’na yazdığı ‘giriş’-1895
(3) Habip Hamza Erdem, Fransız Basınında Genç-Türk Devrimi, Kaynak yayınları, İstanbul, 2016 s. 145