ENCÜMEN-İ DÂNİŞ
Geçenlerde Curia Regis kurumundan sözetmiştik.
Bu ‘oluşum’un, zaman içinde ve ülkesine göre nasıl ‘Devlet Konseyi’ ya da ‘Konsey’leri biçimi aldığından sözetmiştik.
Bugün de, Türkiye’de, şimdilerde, hep olduğu üzere gelişigüzel dillendirilen ‘Encümen-i Dâniş’ten kısaca sözedelim.
Öncelikle, Osmanlı’daki ‘aydınlanma’yı anlatırken, başlıngıçta ‘Genç’ ama ardından olgun ‘Türk’ aydınlanmasını küçümseyenlerin görüşlerine bakılabilir.
Bu görüşü benimseyenler, Tanzimat ve Ishalahat çabalarını hep “gayrimüslim teba lehine koyduğu hükümler sebebiyle Müslüman halkı memnun etmemiştir” biçimindeki bir ‘önyargı’yı ‘tez’ olarak ileri sürmektedirler (*).
Örneğin H.Z. Ülken bile Osmanlı ve giderek Türk ‘Aydınlanması’nı tarihsel bir ‘evrim’in sonucu değil ama ‘dışarıdan gelen bir fikir aşısının ürünü’ olarak değerlendirmektedir.
Bu anlayış, genel olarak ‘evrim’i kutsayan ama ‘devrim’in her türüne gözünü kapayan bir anlayış olarak nitelendirilebilir.
Encümen-i Dâniş bağlamında, kısa bir tarihçeye başvurulduğunda, projenin Fransa’daki Ansiklopedist’lerden Fransız Akademisi’ne giden yola benzer ve ‘dışarıdan gelen bir fikir aşısının ürünü’ olarak doğduğunu görüyoruz.
Fransa’da Napolyon Bonapart’ın iktidara el koymadan önce, Osmanlı’da II. Mahmud’un tahta çıkmasıyla birlikte bir ‘eğitim seferberliği fikri’nin olgunlaşmaya başladığını görüyoruz.
Her ne kadar bu eğitimin din temelli olmasına karşın, aydınlanma için okuma/yazmanın olmazsa olmaz olduğunun altını çizmemiz gerekiyor.
Ancak tam adıyla Encümen-i Dâniş’in (ya da Türkçesiyle Bilim Kurulu) 18 Temmuz 1851’de Sadrazam Koca Reşit Paşa tarafından kuruluyor.
Ne var ki on-onbir yıl sonra kendiliğinden kapanıyor.
Kapanma nedenleri arasında, Kurul’a seçilen üyelerin ‘bilim ve sanat’ adamları yerine Devlet işleriyle uğraşan bürokratların çoğunlukla olması gösterilmektedir.
Bununla birlikte, adı Bilim Kurulu olmasa da, 1839’dan itibaren, Ali, Fuad, Safvet paşların yetiştiği ‘Tercüme Oda’sının, “Batılılaşma düşüncesi”nin gayri resmi bir biçimde yeşermesine yol açtığı da söylenebilir.
Bu tür bir ‘düşünce’nin ‘kökü dışarıda’ olarak küçümsenmesinin nedeni ise, ‘aydınlanma ile siyasal mücadelenin birlikte gelişmesi’dir.
Çünkü Osmanlı padişahları, ne kadar ‘ilerlemeci’ olurlarla olsunlar, ‘siyasal mücadele’yi şeytanî olarak değerlendirmek durumunda ve hatta zorunda olmuşlardır.
Ancak başta II. Abdülhamid olmak üzere, ne denli despot padişahlar olurlarsa olsunlar, Tarih’in kendine özgü bir ‘mekanik’i olan tekerleğinin dönmesini durdurmak mümkün olmamıştır.
Nitekim Encümen-i Dâniş bir ‘Bilim Kurulu’ olarak olmasa da, denildiği üzere kendiliğinden (spontanement) bir ‘aydınlanma ortamı’ doğurarak, başta Mustafa Kemal olmak üzere nice Osmanlı Paşası’nın yetişmesine ve önce 1908 Genç-Türk Devrimi’ni ve ardından Cumhuriyet’le taçlanan Büyük Türk Devrimi’ni yapmasına olanak sağlamıştır denilebilir.
Kurum ya da Kurul olması da, tohumlarının atılmasından tam yüzyıl sonra 1930’larda Türk Dil ve Tarih Kurumu olarak gerçekleştirilebilmiştir.
Burada bilim ve sanat düşmanı 1980 Faşizm’inin bu kurumları ‘kapatma’sı üzerinde duracak değilim.
‘Türk Aydınlanması’nın 1980’den itibaren, II. Abdülhamid örneği tam 42 yıldır ‘baskı ve zulüm’ altında tutulmasını somut örnekleriyle ayrıntılandırmanın yeri de burası değil.
Burada, Encümen-i Daniş’in, bir ‘Bilim Kurulu’ olarak değil ama bir ‘Danışma Kurulu’ olarak ve Devlet’in gayri resmi bir ‘Konsey’i olarak çalışmalarını sürdürdüğüne ilişkin kimi tezlere değinmek istiyorduk.
Ordu’da bir Batı Çalışma Grubu’nun oluşturulması da, ileri sürüldüğü anlamda bir ‘Encümen-i Dâniş’ anlamına gelmez.
Encümen-i Dâniş değil ama bir Encümen-i Danış yani gayri resmî bir Devlet Danışma Kurulu, yine bilim ve sanat çevreleri dahil, ama daha çok sermaye çevrelerinin baskın olduğu ve muvazzaf ya da emekli askerlerin de içinde bulunduğu bir ‘Gizli Konsey’ olarak düşünülmektedir.
‘Derin Devlet’ de denilebilir.
İlk bakışta, emekli olmuş yüksek bürokrat, yüksek yargı üyesi, bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanılığı yapmış namuslu siyasetçilerden oluşan bir ‘Danışma Encümeni’nin kurulmuş olmasının zararlı değil, tam tersine çok yararlı olabileceği bile düşünülebilir.
Nitekim, ‘Çağdaş Hukuk Devlet’lerinde bu tip kurum ya da kuruluşlara yer verildiği de söylenebilir.
Ancak ve ne var ki, Binali Yıldırım, İsmail Kahraman, Beşir Atalay ya da Bekir Bozdağ gibi ‘tip’lerin içinde bulunduğu bir ‘Danışma Kurulu’nun çağdaşlık şöyle dursun ‘hukuk’la ilgisi olabilir mi?
Ya da Mehmet Cengiz gibi tipleri ‘Sermaye Kesimi’ olarak nitelendirmek mümkün müdür?
Ne var ki, Türkiye’de varolduğu ileri sürülen ‘Encümen-i Dâniş’in gerçekte kimlerden oluştuğu üzerine kimi ‘söylentiler’in olduğu da güncel bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Yeri geldikçe onların yaptıkları kadar ne yapmak istedikleri ve yapıp yapamadıkları üzerinde duracağız.
(*) Bu konuda görüşlerini Cemil Meriç ve Şerif Mardin gibi yazarlara dayandırmaya çabalayan ama olguları kavrayamayan üniversiter çalışmaya bir örnek olarak bkz. Dr. Fatih ARSLAN, “Encümen-i Dâniş ve Osmanlı Aydınlanması”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2009 Cilt: 6, Sayı: 11, ss:422-441