EPİSTEMOLOJİK KOPUŞ (3)
Althusser’in ‘epistemolojik kopuş’ kavramını kurarken esin kaynağının ne olabileceği sorulacak olursa, kaynaklarından birinin Friedric Engels olduğu söylenebilir.
Nitekim Marx’ın ‘Artı(k)-Değer’ kavramının tüm ‘klasik ekonomi’ anlayışını, temelden değiştirdiği biliniyor.
İşte Engels de, Marx’ın ‘Artı(k)-Değer’ kavramı ‘keşf’ini, Lavoisier’nin oksijeni keşfine beneztmekteydi.
Öyle ki, bu ‘keşif’ ile birlikte, o güne değin paslanma gibi kimi doğasal olaylar Alchimie olarak bilinen ‘bilgi dalı’ çerçevesinde açıklanmaya çalışılırken, kimya gibi bir ‘bilim dalı’nın kuruluşuna yol açmıştı.
Demek ki, Engels’e göre, Marx’ın ‘Artı(k)-Değer’ kavramını keşfi de, klasik ekonomi politiği, denilebilirse eğer ‘Ekonomi Bilimi’ aşamasına sıçratmış oldu.
Böylece, bu kavramdan hareketle ‘Tarisel Materyalizm’ ve giderek ‘toplumsal yapı’ların çözümlenmesi ‘bilimsel’ olarak yapılmaya başlanmıştır denilebilir.
Demek ki, konumuz açısından, ‘epistemolojik kopuş’ tam da bu durumu açıklamak için kullanılabilir diyeceğiz.
Daha sonraki yıllarda, örneğin J.M.Keynes’in klasik ekonomi politiğe ‘Makro ekonomik’ yaklaşımı getirmesi de ‘epistemolojik kopuş’a örnek gösterilebilir.
Ancak ve ne var ki, bu ‘kismî’ ve ancak belli bir ‘bilimsel alan’da yapılmış, sıradan bir ‘model değişimi’nin ötesine gidemeyen bir ‘kopuş’ olarak değerlendirilmelidir.
Oysa marksizm bütün bir ‘toplum’ ve giderek tüm ‘insanlık’ı kapsayan bir ‘dünya görüşü’, ‘ideoloji’, ‘bilimsel bakış’, artık ne denilebilecekse o olan ve o güne değin geçerliliğine inanılan en geniş anlamıyla ‘paradigma’nın değişmesi demektir.
Burada yeniden ‘felsefe’nin işlevi ve Althusser’e dönülecek olursa, onun bir başka esin kaynağı olarak Spinoza’nın, “l’idée de cercle n’est pas circulaire” sözünden hareketle ‘kuramsal özerklik’ diyebileceğimiz bir kavramsallaştırmaya çalıştığını görüyoruz.
Aslında, o güne değin, ‘bilgi kuramı’nın dayandığı ve “gerçek, şeyler va anlağın çakışmasından başka bir şey değildir” (adaequatio rei et intellectus) biçiminde formüle edilen ampirist düşüncenin egemen olduğunu biliyoruz.
Yani, ‘dillendirilir’medikçe, insanın kafasında canlandırdığı ne varsa, sadece o insana ait olup onun gerçek ya da yanlış olduğu ileri sürülemez.
Ve o insanın doğru ya da yanlış bir ‘bilgi’ edinmesi, ancak onun dış dünya ile ilişkiye geçmesi (kontak kurması) ile mümkündür.
Ki buna da, dış dünyanın ilgili kişinin anlağındaki (beyin, kafa, zihin, her ne denilekse ondaki) yansımasıdır denilecektir.
Oysa, anımsanacaktır, Marx bu durumu eleştirirken, eğer ‘şeyler ile görüntüleri çakışacak olsaydı bilime gerek kalmazdı’ diyecekti. Yani Marx’a göre, bilim şeylerin görüntüleri arkasındaki ‘gerçek’i ortaya çıkarmak demekti.
Nitekim, Rousseau da tarihsel olgular (faits) hiç de tarihçinin kendi kafasında canlandırdığı biçimde değildirler diyecektir; onlar, tarihçinin önyargılarıyla bezenmiş biçimde anlatılmaktadırlar.
Böylece, Althusser’in Spinoza’dan başlayarak, Rousseau, Marx, Engels ve gelecek yazılarda anacağımız düşünürlerden hareketle; yeni bir ‘ideoloji’ tanımına, yeni bir ‘Kuram’ (büyük harfle Teori) anlayışına ve (büyük harfle Tarih) yorumuna giriştiğini saptamaktayız.
O arada, Althusser’in günümüzde bile revaçta olan dünya ‘görüşü’ ya da ‘tasarım’ı (conception du monde) kavramını eleştirdiğini de görüyoruz.
Ki, bu anlatılanlar dikkate alındığında, sözcüğün tam anlamıyla ‘epistemolojik’ bir çabaya tanıklık ettiğimiz apaçıktır.
Hangi filizofla nerede ve nasıl bir ‘kopuş’ yaşandığına ise gelecek yazılarda değineceğiz.
(Sürecek)