Ergenekon'un şifresi 'Şeytanın avukatı soruyor:Neden hukuk?'

Türkiye ve dünya gündemindeki gelişmeler hakkındaki fikirleriniz, yayınladığımız izlencelerin bölümleri hakkındaki düşüncelerinizi paylaşabileceğiniz alan.

Ergenekon'un şifresi 'Şeytanın avukatı soruyor:Neden hukuk?'

İletigönderen Başkomutan » Pzt Mar 15, 2010 4:25

Ergenekon'un şifresi 'Şeytanın avukatı soruyor:
Neden hukuk?'


Şimdi okuyacağınız yazı birden fazla izlediğim bir filme ait.Yazar "Hayat Sorgulatan Filmler" diye bir yazı kaleme almış ama filmin en can alıcı noktasını yazının sonuna eklemiş.(Lütfen hemen yazının sonuna gitmeyin.)Zaten filmin o sahnesi son sahnesi.

Nereden bu yargıya vardım hukuk adına neler yaşıyoruz onları kısaca hatırlayalım.Unutmak mümkün değil.
Elinde gücü bulunduran taraf "Yargı bizi kuşatma altına aldı" diye açıklama yapıyor yargıyı tarafsız olmamakla suçluyor.Yargı "..ateş bacayı sardı.Yargı savunma yapar hale getirildi Yürütme yargıyı ele geçirmeye çalışıyor diye açıklama yapıyor.,İhsas-ı rey yapanlar yargıyı ihsas-ı rey yapmakla suçluyor...

Bugün ülkemizde bir şeyler oluyor savcı ve hakim eliyle mahkeme kararlarıyla.
Generaller,subaylar,teğmenler,rektörler,gazeteciler,siyasetçiler,
medya patronları,profesörler,yazarlar,işadamları,sendika başkanları,dernek-sivil toplum,vakıf yöneticileri, kısaca kalburüstü kim varsa bir şekilde içeri alınıyor.Aylardır hukukun işlediğini seyrediyoruz iktidar ve medyaya göre.
Medya ve İktidar gücünü elinde tutanlar tarafından hep aynı ses "...hukuk işliyor!.."
Cumhuriyet Savcısı içeri alınıyor "...hukuk işliyor!.."
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin aracı terör operasyonu yapılır gibi durduruluyor,belge üretenlere belge gösteriliyor..
Nafile kardeşim "...hukuk işliyor!.."
Milletin göz bebeği asker geç kaldığı bir duruşmada hakimin sorusuna çok kısa cevap veriyor "...Operasyondaydım."
Yine aynı ses "...hukuk işliyor!.."
İktidar ve Medya bu sefer dağdan inen teröristlerin karşılanışına ve serbest bırakılmasına tepki gösterenlere aynı şeyleri tekrarlıyor..

Bunları yaşadık ve yaşamaya devam edeceğiz arkadaşlar.Onlar yani iktidar sahipleri ve medya "hukuk işliyor" diyebiliyorsa eğer John Milton gibi "hukuk"suzluğa artık orada "hukuk" var demektir.
Tüm hukuksuzluklarını yazarken bile o masum kelimeyi kullandım ne yazık ki.

Peki neden hukuk?

Şeytanın avukatı soracak ve şeytan yanıtlayacak.Tabi filmi okurken bugün kimler şeytan diye biraz düşünün..
...............

Bu yazıyla birlikte "Hayat Sorgulatan Filmler" adı altında bir yazı dizisine başlıyorum. Amacım hayatlarımızı sorgulamamıza neden olan iz bırakmış filmleri hatırlatmak. İlk filmimiz Şeytanın Avukatı orjinal adıyla Devil's Advocate

Taylor Hackford'un yönetmenliğini yaptığı 1997 yapımı olan Şeytanın Avukatı, kazanma hırsı ve kendini tatmin üzerine odaklanan insan doğasıyla ilgili çok önemli vurgular yapıyor. Küçük bir kasabada avukatlık yapan başarılı bir avukatın, büyük şehirdeki büyük Avukatlık şirketine transfer olması ve bu değişimle birlikte ruhunu şeytana kendi isteğiyle satma noktasına gelişini anlatıyor. Filmin en önemli vurgularından biri ise insanın özgür iradesiyle yaptığı seçimlerin egoyu beslemesi ve insanı KİBİR günahını işlemeye yöneltmesi olarak göze çarpıyor


Filmde insanları etkileyen bölümlerin başında, genç Avukat (Keanu Reeves) ile John Milton (Al Pacino) arasında geçen ve ŞEYTANIN AVUKATI deyiminin en güzel örneği olan monolog geliyor.
Bu monologda John Milton şirket yöneticisi Eddie Barzoon hakkında konuşurken tüm insanlık ile ilgili çok çarpıcı noktalara dikkat çekiyor. "Katedral büyüklüğünde egolar geliştirip dünyanın tüm kaynaklarını yok eden ve bunu umursamayan insanoğlunun kibirli yaşamına değinen konuşmasında insanlığın kendi sonunu kendi eliyle hazırladığını söylüyor şeytan John Milton (Al Pacino).

Amerikan adalet sistemiyle ilgili çok önemli eleştiriler de barındıran filmde aslında tüm dünyadaki Adalet sistemiyle ilgili bulunabilecek eleştirileri de yakalamak mümkün. Filmdeki şu dialog bu konuyu en güzel şekilde özetliyor.


"(Genç Avukat) - Peki neden Hukuk?
"(Şeytan) - Çünkü Hukuk herşeye elimizi atmamızı sağlıyor. Bugün Amerikan barosunda çalışan avukat sayısından çok daha fazlasının üniversitelerde hukuk okuduğunu biliyor musun? Bu bizim dünyamız.


sinepil.org

İstiklal, istikbal, hürriyet, herşey adaletle kaimdir!
Mustafa Kemal ATATÜRK
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Ergenekon'un şifresi 'Şeytanın avukatı soruyor:Neden hukuk?'

İletigönderen Başkomutan » Prş Nis 29, 2010 0:12

"Şeytanın Avukatından"...
"Baba" filmine Türkiye'de oynanan asıl FİLM...



Resim


Racon Kesildi

Başrolünü Marlon Brando’nun oynadığı Baba (The Godfather) filmini sanırım izlemeyen kalmamıştır.

1930–1940 süreci, Amerika’da mafya çetelerinin cirit attığı dönemdir. Kumar, yasadışı içki üretim ve satışı, kadın ticareti ve uyuşturucu bu çetelerin elindedir.

İşte böyle bir süreçte, Sicilyalı Don Corleone Ailesi de New York’ta borusu öten güçlü mafya ailelerinin en önde gelenlerindendir. Marlon Brando’nun canlandırdığı Don Vito Corleone, bu güçlü mafya ailesinin başıdır, yani o “Baba”dır.

Baba Don Vito Corleone, başı derde girip de yasal yollardan çözüm bulamayanların ve doğal yollardan amaçlarına kavuşamayanların başvurduğu yüce bir kişidir. Kendisine gelip elini öpenleri, asla eli boş çevirmez.

Baba, yaptığı iyilikler karşılığı para kabul etmez. Onların kendisine dost olmasını ister, sırası gelince onlardan bir ‘ricada’ bulunacağını söyler.

‘Baba’ filminin hemen ilk açılış sahnelerinde işte bu ilişkilere tanık oluruz.

Huzura önce şişman fırıncı Nazorine girer. Kızının ciddi bir ilişki içinde bulunduğu İtalyan genci, Amerikada kaçak olarak yaşamaktadır.

Fırıncı, Baba’dan bu gencin Amerikan vatandaşı yapılmasını istemektedir.

Baba, gerekenin yapılacağına söz verir.

Peki, karşılığı ne olacaktır?

Racon kesilir: Sırası geldiğinde Baba, ondan bir ‘ricada’ bulunacak, o da bağlılığını kanıtlayacaktır.

İkinci olarak Baba’nın huzuruna, bir pizza lokantası açmak için paraya ihtiyacı olan genç Antony girer. Baba, gereken parayı verir.

Peki, karşılığı nasıl ödenecektir?

Racon kesilir: Günü geldiğinde Baba, Antony’den bir ‘ricada’ bulunacak, genç adam da duraksamadan hizmete koşacaktır.

Baba, ‘özel konukları’ kabulü sürdürür.

Bu kez karşısında, orta yaşlı Bonasera durmaktadır. Biricik kızı, iki kişi tarafından cinsel ilişkiye zorlanmış, kızcağız direnince de hayvanca dövülüp hastanelik edilmiştir.

Bonasera önce yasal yola başvurmuş, ancak mahkeme saldırganları salıvermiştir. Şimdi, Baba’dan adalet istemektedir.

Baba, adalet yerini bulacaktır, der.

Peki, Bonasera bu adaletin karşılığını nasıl ödeyecektir?

Racon kesilir: Bir gün Baba, ondan buna karşılık bir hizmette bulunmasını isteyebilecektir.

Mafya kurallarına göre, racon kesildikten sonra sözünü tutmayanın kafası kopartılır!

Mafya örgütleri Amerika’da hiç eksik olmadı.

Değişen dünya koşullarına ayak uyduran ve gelişen teknolojik olanaklardan yararlanan mafya örgütleri büyüdüler, güçlendiler, siyasetin içine girdiler, polis şefleriyle ve yargıçlarla çıkara dayalı sıkı bağlar kurup uluslararası üne ulaştılar.

Bu örgütlerin bazıları öylesine güçlendi ki, birleşip, ‘dünyayı yönetmek’ isteyen bir “Küresel Çete”ye dönüştüler! Bu küresel çetenin en başına da; CFR, Trilateral ve Bilderberg gibi yarı-gizli örgütleri oturttular.


Bir de baktık ki, bu mafya örgütlerinin neredeyse tamamının yöneticilerini Siyonistler oluşturuyor! Ve bu kurnaz Siyonistler, eylemlerini ‘lobicilik’ adı altında yürütüyor!

Artık 1940’ların Baba Don Vito Corleone’leri tarihe karışmış, yerini çok güçlü Siyonist Lobiler almıştır.

Mafya örgütleri çağ atlamış, ama temel ilke değişmemiştir. Günümüzün en güçlü mafya örgütleri olan Siyonist Lobiler de, tıpkı 70 yıl öncesi gibi, kendileriyle iş tutanlarla racon kesmektedirler.

Buraya kadar anlattıklarımın Türkiye ile ne ilgisi var?

Son 60 yıldır Türkiye’yi yönetmiş olanların büyük bir bölümü, sırayla bu Siyonist Lobilerin tezgâhından geçtiler, racon kestiler!

Kimler miydi bunlar?

Hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Abdullah Gül racon kesmiş olanların en başta gelenleridir!

Ancak ben bu yazımda size, Siyonist Lobilerle en son racon kesmiş başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ı anlatacağım.

Baba’ların huzuruna çıkabilmek hiçte kolay değildir. Baba, öyle her isteyenle görüşmez!

Yukarıda söylemeyi unuttum, Baba Don Vito Corleone’nin huzuruna türlü isteklerle çıkanların hepsi İtalyan’dır ve Baba’nın uzaktan da olsa tanıdığı kişilerdir.

Baba, ya uzaktan da olsa tanıdığı, ya da güvendiği kişilerin önerdiklerini huzura kabul eder.
Bu durum, zamanımızda da aynen geçerlidir.

Öyle her ipini koparan New York’a koşup Siyonist Lobilerin önüne çıkamaz!

Önce, kişinin kendisini onlara ‘güvenilir’ olarak sunacak desteklere ihtiyacı vardır.

Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı sürecinde ( 27.03.1994-12.12.1997) önce ABD Başkonsolosu ile sıkı ilişkiler kurdu. Kendisini ona beğendirdi. New York’taki Siyonist Lobilere ilk olumlu sinyal o zaman gönderildi: “Recep Tayyip Erdoğan ile iş yapabilirsiniz!”

Recep Tayyip Erdoğan, yine belediye başkanlığı döneminde, İstanbul’da kurulu “Türkiye Musevileri Cemaati” ile çok içli-dışlı oldu. Onların bir dediğini iki etmedi. Kendisini onlara beğendirdi.

Şu çok önemli gerçeği anımsatayım.

Tüm Siyonistler, Yahudi’dir.

Aman dikkat: Yahudilerini tümü Siyonist değildir.

Bu nedenle, elbette Türkiye Musevileri Cemaati yöneticilerinin Siyonist olduğunu söylemiyorum! Ama şu gerçeği bilerek vurguluyorum: New York’taki Siyonist Lobiler, Türkiye Musevileri Cemaati yöneticilerinin sözlerine hep çok değer vermişlerdir. Onlardan gelen hiçbir isteği geri çevirmemişlerdir. İşte size örnek bir olay.

Günümüz CHP’sinin ‘ağır toplarından’ İstanbul milletvekili Şükrü Elekdağ anlatıyor:[1]

“Ben ABD’de büyükelçi iken zora girdiğimde Jak Kamhi’ye telefon ederdim. 48 saat içinde uçağa atlar gelirdi. Washington’da, Kongre’de Kamhi, Yahudi Lobisi’yle mücadele eder, Yahudi Lobisi’ni bizim lehimize seferber eder, harekete geçirirdi. O bakımdan çok büyük yardımları olmuştur.”

Türkiye Musevileri Cemaati’nden de New York’taki Siyonist Lobilere Recep Tayyip Erdoğan hakkında çok olumlu bilgiler gönderildi, “Recep Tayyip Erdoğan ile iş yapabilirsiniz!” denildi.

Artık Recep Tayyip Erdoğan için, ABD’deki Siyonist Lobilerin kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan bir gün gireceğini çok iyi biliyordu.

Nitekim 4 Temmuz 2001 tarihinde aldığı özel bir davet üzerine ABD’ye giden Recep Tayyip Erdoğan, Siyonist Lobilerin huzuruna çıktı.

Recep Tayyip Erdoğan, isteğini bildirdi: Beni Türkiye’nin başbakanı yapın!

Bu istek kabul edildi.

Peki, Recep Tayyip Erdoğan bunun karşılığını nasıl ödeyecekti?

Racon kesildi: Başbakan olduktan sonra sırasıyla şu ‘ricaları’ yerine getirecekti:

·Kıbrıs, Rumlara verilecek. (Bu istek yerine getirildi).

·Ermenistan ile sınırlar açılacak, sözde Ermeni soykırımı tanınacak. (Açılım başlatıldı).

·Güneydoğu Anadolu’da bir ‘Federe Kürt Devleti’ kurulmasının önü açılacak. (‘Kürt Açılımı’ ve daha sonra ‘Demokratik Açılım’ adı altında girişim başlatıldı).

·‘Yeni Osmanlı’ kavramı altında, Türkiye eyaletlere bölünecek. (Siyonist Lobilerin medyadaki ‘tetikçileri’ propagandayı başlattı).

·Türk ordusu yetkisiz ve etkisizleştirilecek. (‘Tetikçi’ yazarların yuvalandığı Taraf gazetesinin önderliğinde medyada saldırılar sürüyor.)

·Türklerin elindeki tüm fabrikalar, işletmeler, bankalar, hava ve deniz limanları, madenler ve tarım toprakları, ‘özelleştirme’ adı altında ABD-AB-Siyonist İsrailli yabancılara yok pahasına satılacak. (Bu yönde yolun yarısı geçildi).

·Başta Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki barajlar olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynakları ve dağıtım şebekelerinin denetim ve yönetimi, ABD-AB-Siyonist İsrailli kurumlara devredilecek. (Siyonist İsrailliler, GAP bölgesinde çok yoğun çalışıyorlar).

·İstanbul’da Heybeliada Ruhban Okulu açılacak, Fener Kilisesi Başpapazı ‘ekümenik’ kabul edilecek ve onun başkanlığında İstanbul’da bir ‘Ortodoks Din Devletinin’ kurulmasının önü açılacak.(Girişime, Ruhban Okulu’ndan başlandı).

·İran ‘hâlihazır düşman’, Rusya ise ‘potansiyel düşman’ olarak kabul edilecek. (İran düşmanlığı dayatılmakta).

Bir kez daha tekrarlayalım: Mafya kurallarına göre, racon kesildikten sonra sözünü tutmayanın kafası kopartılır!

Kafa kopartma, her zaman fiziki anlamda uygulanmaz.

Siyonist Mafya, başbakanlık koltuğuna oturttuğu kişiyi, raconu bozduğunda, alaşağı edip siyasetten silerek de kafa kopartmış olur!

İşin özü şudur.

4 Temmuz 2001 tarihinde ABD’de Siyonist Lobilerle racon kesen Recep Tayyip Erdoğan bugünlerde çok sıkışmıştır.

Bir yanda, Siyonist Babalar, artık ‘ricalarının’ daha fazla geciktirilmeden yerine getirilmesini istemektedir.

Diğer yanda, tüm baskı, kuşatma ve dayatmalara rağmen ulusalcılar direnmekte, teslim olmamaktadır.

İşte bu koşullarda, Recep Tayyip Erdoğan; Anayasa, Anayasa Mahkemesi, Yargı, Yargının Bağımsızlığı, Basın Özgürlüğü, İfade Özgürlüğü gibi temel kurum ve kavramları hiçe saymaktadır. Çünkü ya Siyonist Mafya’nın ‘ricalarını’ yerine getirecek, ya da ‘kafası koparılacak’, yani koltuktan alaşağı edilecektir!

Bu gerçek fotoğrafı göz ardı ederek medyada sözde uzmanların yaptığı tüm yorumlar, analizler, irdelemeler, saptamalar ve saatlerce süren oturumlar, paneller, birer gölge oyunundan başka bir şey değildir, halkımızı uyutup oyalamaktan başka hiçbir işlevi yoktur.

Peki, bu gidişin sonu nereye varacak?

Kemalist Devrimciler iktidar olacak ve tüm raconları bozacaktır!


Yılmaz DİKBAŞ
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24

Re: Ergenekon'un şifresi 'Şeytanın avukatı soruyor:Neden hukuk?'

İletigönderen Başkomutan » Çrş May 05, 2010 19:41

Tayyip Erdoğan keşke Macbeth'i izleseydi...

28 Nisan günü Ankara Opera Sahnesi'nde, Shakespeare’in eserinden ünlü İtalyan besteci Giuseppe Verdi’nin uyarladığı Macbeth operası sahnelendi.

Shakespeare’in önemli trajedilerinden olan "Macbeth", içinde kötülük ve ihanetin kol gezdiği bir oyundur. Oyun, iktidar hırsının kölesi olan ve amaçlarına ulaşabilmek için her türlü kötülüğü yapabilecek kadar körleşen insanların hazin sonunu anlatıyor.


Hikayedeki olaylar 11. yüzyılda İskoçya'da geçmektedir. Shakespeare, oyunu 1606 yılında kaleme almıştır.



İskoçya kralı Duncan'ın savaştan yeni dönen iki komutanı Macbeth ve Banquo, bir açıklıkta gezinirlerken, "Üç Cadı" karşılarına çıkar. Cadılar durmadan bazı kehanetlerde bulunmaktadırlar. Macbeth'e "Cawdor Baronu" ve sonra "Kral" olacağından söz ederler.


İki adam şaşırıp düşünürken, cadılar kaybolur. Kral'dan mesaj getiren bir başka baron gelir ve Macbeth'in yeni rütbesinin Cawdor Baronluğu olduğunu bildirir!

Macbeth hepten şaşırır. Ama içindeki hırs diğer kehanet olan "Kral" olabileceğini de söylemektedir.

Macbeth, karısına yolladığı bir mektupta, cadıların kehanetlerinden bahseder. Karı kocanın içine yükselme hırsı yerleşmiştir artık.


Kralın akrabası da olan Macbeth, cadıların ve karısının "dolduruşu" ve kendi iktidar hırsıyla evine misafir olmuş Duncan'ı öldürür.

Lady Macbeth ise kanlı bıçağı, kralın uyuyan uşaklarının üzerine koyarak, suçu onlara atar.


Ertesi sabah, şatoya gelen asilzadeler Duncan'ın cesedini bulurlar.


Macbeth sahte bir öfkeyle, daha masumluklarını bile kanıtlayamamış uşakları öldürür.

Macbeth, ölü kralın hısmı olduğundan, kendini yeni İskoç Kralı olarak ilan eder.

Nefes nefese başlayan oyun da aslında bundan sonra başlamaktadır.

Çünkü bir suç işlendiğinde onun arkası gelir.

Artık tahtı sağlamlaştırmak için yeni cinayetlere gereksinim vardır!

Cadılar kehanetlerinde Banco soyunun kral olacağını söylemişlerdi. Bu kez "Macbethler" Banco ve oğlunun öldürülmesi için kiralık katil tutar.

Cadılar, "Macduff'a dikkat et" derler, onun yokluğundan yararlanan Macbeth, Macduff'ın şatosundaki karısı ve çocukları da dahil herkesi katleder.

Ama bunca suça dayanamayan Macbeth korkuya kapılır, halkın ve soyluların olduğu bir toplantıda abuk sabuk konuşmaya, öldürdüğü kişilerin hayaletlerini görmeye başlar.

İktidarı korumak için işlenen tüm bu cinayetlerden dolayı Lady Macbeth dehşete kapılır. Uyurgezer halde dolaşırken işledikleri bütün cinayetleri sayıklar ve ölür.


Pişman olmaya başlayan Macbeth ile de kehanet doğrulanır. Macduff'un Macbeth'i öldürmesiyle "Macbethler"in hükümdarlığı sona erer.


Yekta Kara'nın yönettiği bu muhteşem operayı izlediğim günlerde, başbakana neredeyse krallık yetkileri verecek olan Anayasa değişikliklerinin meclisteki görüşmeleri devam ediyordu ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, boş bulunup, bir iki gün üst üste televizyon kanallarının canlı yayınlarına katıldı.
Ve deyim yerindeyse Macbeth gibi tüm kamuoyunun gözü önünde bazı itiraflarda bulunmaya başladı!
Amacının krallık, pardon, "başkanlık sistemi" olduğunu söyledi!


Bu itiraflar ona destek veren tüm "baronlar"ı, gazeteci ve iş çevrelerini ürküttü.

Ama Başbakan bir kez "hayalet" görmeye başlamıştı!

Örneğin Macbeth’in iki de bir Duncan’ın hayaletini görmesi gibi, başbakanımız da İnönü’nün hayaletini görüyor, Macbeth’in ilenen sözleri gibi başbakanımız da İnönü’ye ileniyordu.


Ama cadıların Macbeth'e fısıldadığı bir önemli kehanet daha vardı.

"Büyük Birnam Ormanı" yürümediği sürece krallığını kimse elinden alamazdı.

Oyunun sonunda ellerine çalılar tutuşturulmuş halk da Macbeth'e karşı ayaklandı!

"Ayaklanan orman" sahnesi, "bilinçlenen halk" anlamındadır.

Cadıların bir kehaneti daha gerçekleşmişti!


Yazar Nihat Genç, geçenlerde bir televizyonda, "Başbakanımızı tanıyamıyorum, yarı deli gibi; onu bu hallere çevresinde ona akıl verenlerin getirdiğine inanıyorum" diyordu.

Nihat Genç, sakın bu cadılara işaret ediyor olmasın?


Giuseppe Verdi'nin bestelediği oyun ilk kez 14 Mart 1847 tarihinde Floransa'da oynanmıştı.

Verdi'nin İtalyan birliğinin sağlanmaya çalışıldığı yıllarda bestelediği şarkılar yurtseverlik ve halk sevgisiyle doluydu.


İlk temsilinin sonunda eser büyük beğeni toplamış, Verdi sahneye alkışlarla yaklaşık 20 kez çağırılmıştır.


Elli yıl sonra Ankara devlet Opera ve Balesi oyunu sahneye koyması bir rastlantıdır elbet ama çok isabetli olmuştur.

Orkestrayı genç şef Antonio Pirolli'nin yönettiği eserde, ''Macbeth'' rolünde Çetin Kıranbay, Eralp Kıyıcı ve Serkan Kocadere, ''Lady Macbeth'' rolünde Nilgün Akkerman, Sayra Seyhan Geçim ve Şule Köken, ''Banco'' rolünde Özgür Savaş Gençtürk, Bülent Ateşoğlu ve Mithat Karakelle sahne aldı.


Teşekkürü borç bildiğimiz diğer opera sanatçılarından bazıları ise Burcu Yılmazkurt, Zeynep Pınar Çakıt, Aykut Çınar, Murat Karahan, Şenol Talınlı, Haser Tek, Oğuz Sırmalı, Tankut Eşber, Alaaddin Ataseven, Umut Kosman, Eray Kocatürk, Emre Uluocak, Volkan Şen, Burcu Soysev, Sabri Doğan Çapanoğlu, Umut Kosman.



Yekta Kara eser için şöyle diyor:

“Macbeth, 11. yüzyılda İskoçya'da geçen bir eser. Biz aradan geçen 10 asırdan sonra 21. yüzyılda Ankara'da sahneliyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun ve sadece bunu siyaset anlamında söylemiyorum -iş dünyasında da sanat dünyasında da söz konusu- insanların içindeki hırslar bitip tükenmiyor. Yine kan dökülüyor, savaşlar oluyor, insanlar birbirini öldürüyorlar. Demek ki insanoğlunda değişen çok fazla şey yok. Ama eğitimle, kültürle biz o içimizdeki ilkel duyguları, iktidar hırsını bastırmayı öğreniyoruz. Bunu yapamayanlar da yine Macbeth örneğinde olduğu gibi cürüm işlemeye devam ediyorlar.''


Keşke başbakanımız içi boş "açılım"larla uğraşacak yerde yaşamında bir kez de olsa operaya gitseydi ve Macbeth'i izlemiş olsaydı!


Bence artık çok geç!

Üstelik orman harekete geçti!

(NOT: Oyunun sonunda, bitmeyen alkışlardan sonra, bu sahnenin yıllarca tozunu yutmuş balerinlerden “Shirley” ile sahnenin arkasına geçtik. Öğrencilerini heyecanla kutluyordu. Orada sanatçıları kutlayan isimler arasında Oktay Ekşi de vardı. Hükümetten kimseye rastlamadım. Merak ettim, acaba Abdullah Gül yaşamında hiç operaya gitti mi?)


Ahmet YILDIZ
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler!

Eğer bir milletin kurtarıcıya gereksinimi yoksa artık millet olmuştur
Sakın kurtarıcı bekleme‚ yoksa sana karşı olan vazifemi yapamadım sayarım

Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır

Beni hatırlayınız
Kullanıcı küçük betizi
Başkomutan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 2297
Kayıt: Pzt Eki 12, 2009 23:24


Şu dizine dön: Tartışma ve Fikir Meydanı

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 7 konuk

x