Faşist Rejimler
İlk faşist rejim 1922 yılında İtalya'da doğdu. 1933 yılında iktidara gelen Alman Nazizmi, onun bir uzantısı ve taklidi olarak ortaya çıktı. 1927 yılında Portekiz'de, 1930 yılında Japonya'da ve 1938 yılında İspanya'da kurulan rejimler de, hep benzer bazı özellikleri taşıdılar. Daha çok belirli düzeyin üzerinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu rejimlerin hepsini faşist olarak nitelendirmek eğilimi yaygınlaştı. Hepsi de tek partiye dayalı otoriter rejimlerdi ve ekonomik açıdan güçlü toplum kesimlerinin çıkarlarına öncelik veriyorlardı.
Marksizmin tersine, faşizm, akıldan çok duygulara seslenen, maddi değerlerden çok manevi değerlere önem veren bir ideolojidir. Başka bir deyişle, Marksizm maddeci, faşizm ise ülkücüdür. Mussolini, faşizmin akla ve bilime değil, inanca dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır. Marksizmin kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına karşılık, faşizm bazı parçaların toplamıyla ortaya çıkmış gibidir. Faşizm, aristokrasinin ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkan tutucu ideolojinin, bir bakıma, farklı koşullardaki bir uzantısı sayılabilir.
Faşizm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; insanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyun eğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlık bundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemenlik hakkı en üstün olan kişinindir, tek şefindir. Bu tek şef, İtalya'da "Duçe" (Mussolini), Almanya'da "Führer" (Hitler), İspanya'da "Cadillo" (Franco) adını alır. Örneğin "Führer" halk seçtiği için değil, "Führer" olduğu için iktidara sahiptir ve bu nedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir.
Alfred Rosenberg'in şu tümcesi, Faşizmin ve Nazizmin önemli bir temelini yansıtıyor: "Nasıl ki bilinç altı bilince aitse, halk da şefe aittir." Hitler halka şöyle sesleniyordu: "Ben sizde varım ve siz bende varsınız."
Mussolini'ye göre; "faşizmin dogmalara değil, disipline gereksinimi vardır." Hitler ise, akla ve demokrasiye olan inançsızlığını şöyle dile getiriyordu: "Almanya'yı yıkıntıdan kurtaran, saçı dörde bölen zekâ değildir. Akıl sizin bana gelmemenizi salık verirken, sadece inanç tersini söyledi... Bir devenin iğne deliğinden geçme şansı, büyük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur... En güçlünün rolü egemen olmaktır, yoksa en zayıf ile bütünleşmek değildir... Önemli olan inanmak, itaat etmek ve savaşmaktır."
Faşizme göre, insanlar eşit olmadığı gibi, ırklar da eşit değildir. Nasıl ki bazı insanlar üstün ve hükmetmek için yaratılmışlarsa, bazı ırklar da aşağı yaratılmışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmesi de gene, insanlığın yararınadır.
Faşizm karamsar bir ideolojidir: Normal insan kötü ve yetersizdir. Çıkarının nerede olduğunu bilemez. Onu yönlendirmek, doğru yolu göstermek gerekir. Onun bencil davranmasına, hayvansal içgüdülerle hareket etmesine, kötülük yapmasına engel olmak için baskı zorunludur. Kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemeyen insan için özgürlük zararlıdır.
Faşizmin otoriterlik özelliği, eşitsizlikçiliğinin ve karamsarlığının doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Büyüğe ve en üstte de şefe, mutlak boyun eğmek esastır. Eşitlik olmadığına göre, tartışmaya da yer yoktur. Bu nedenlerden dolayı, demokrasi zayıf bir rejimdir, komünizmi ve ahlak çürümesini önleyemez. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Liberalizm "ahlak dışı" bir ideolojidir. Hitler'e göre, "zamanını ahmak milletvekillerini ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez."
Mussolini'nin ifadesiyle, "Faşizmin temeli devlet kuramıdır. Tüm bireyler ve topluluklar, devlet karşısında göreli bir nitelik taşırlar." Toplum bireylerin iradeleriyle oluşmaz. Birey amaç değil, devletin hizmetinde bir araçtır. Önemli olan birey değil, aile, grup ve toplumdur. Hiçbir şey devletin dışında veya karşısında olamaz; her şey devletin içinde olmak zorundadır. "Tek şef, tek örgüt, tek devlet" biçiminde özetlenebilecek olan faşist totaliterlik, faşist tekelcilik, işte bu zihniyetin ürünüdür.
Faşizm barışçı değil, savaşçıdır, şiddet ve sertlik yanlısıdır, İtalya'da genç faşistlere şu ilke aşılanıyordu: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir." Birey, milliyetçi ülküler uğruna, kendini gözünü kırpmadan feda etmelidir. Saldırgan bir ulusçuluk anlayışı, faşizmin ırkçı, eşitsizlikçi ilkelerinin doğal sonucudur.
Faşizm, bir balta çevresine bağlanmış değnek demeti anlamına gelen, İtalyanca "fascio" sözcüğünden kaynaklanmıştır. Fascio, güç ve birlik simgesidir. Mussolini'nin 1921'de kurduğu Ulusal Faşist Partisi'nin 1922'de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, faşizm ulusal anlamını yitirip, uluslararası bir kavram olmaya başlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, galip devletlerin yanında yer almasına karşın, "Büyük İtalya" düşleri yıkılmıştı. Savaşın yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar gündeme gelmişti. Yılda iki bine yakın grev oluyor, yoğun işten çıkarmalar ve ücretlerin düşüklüğü karşısında fabrikalar işgal ediliyordu. Sanayileşmiş Kuzey İtalya'da durum böyleyken, Güney İtalya'da da toprak işgalleri yaygınlaşıyordu. Komünizm korkusu, üst ve orta sınıflarda belirginleşmeye başlamıştı. Benito Mussolini'nin örgütlediği "foşo" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patlamaları terörle sindirmek için harekete geçtiler. Bu çetelerin bir araya gelmesiyle, 1921'de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumda düzeni ve Büyük Roma Imparatorluğu'nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güç olarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar.
Faşizm, proleterleşmekten korkan orta sınıfların özlemlerine yanıt veriyordu. Orta sınıflar için komünizm ne ölçüde tehlike ise, kapitalizmin gelişmesi ve sermaye birikiminin hızlanması da o ölçüde istenmeyen bir şeydi. Bu nedenle, faşist propaganda, ulusçulukla birlikte, bir ölçüde kapitalizm ve büyük sermaye eleştirisini de içeriyordu. Ekonomik bakımdan etkilenen alt sınıflar ile küçük mülkiyet sahibi orta sınıfların desteği böylece sağlandı. Ama faşist rejim oluşunca, büyük sermayenin çıkarları yönünde işledi.
1922 yılında, seçimlerde başarı sağlayan Faşistler, zor yoluna başvurarak, "Roma üzerine yürüyüş" düzenlediler. Devlet güçleri seyirci kaldı ve kral, Mussolini'yi başbakanlığa atadı. Mussolini, seçim yasasını değiştirerek, 1924 yılında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğun kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve yasama yetkisini de kendi elinde topladı.
Mussolini'nin, 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesinde büyük rol oynayan "faşo" adlı çeteleri tasfiye etmesi ilginçtir. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunlukla toplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar. "Faşo"ların üyelerinin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Giderek toplumsal yaşamın tümü, devletin mutlak denetimi altına girdi. Tek sendikada toplanan işçilerin, işverence önerilen ücreti kabul etmemesi devlete isyan sayıldı. 1932 yılında, Faşist Parti'nin Duçe'nin emrinde ve faşist devletin hizmetinde bir silahlı güç olduğu, açıklandı. Faşist Parti, inanç ve tartışmasız itaate dayalı dinsel bir topluluk gibiydi. Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur." diyordu.
İtalyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussolini öldürüldü ve ayağından asılarak halka gösterildi.
Alman faşizminin kurucusu olan Hitler'in oluşturduğu partinin Milliyetçi-Sosyalist Alman işçi Partisi adını taşımış oluşu dikkat çekicidir. Çünkü, tıpkı İtalyan faşizminde olduğu gibi, Alman Nazizminde de, çıkarlarına hizmet edilen toplum kesimi ile, dayanılan ve kullanılan toplum kesimi aynı değildir. Gene İtalya'da olduğu gibi, Hitler de, iktidara ulaşmasını üç koşulun bir araya gelmesine borçlu olmuştur: Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmak sonucu kırılan ulusal gurur, komünizm tehlikesi ve 1929 yılında patlak veren büyük dünya ekonomik bunalımının yarattığı iflaslar ve işsizlik. Bunlara bir de, tarım ve sanayide tekellerin egemen olmasını ve bankaların sanayi tekelleriyle iç içe bulunmasını eklemek gerekir. Almanya'nın ileri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlar ve hammadde kaynakları İngiltere ve Fransa'nın elindeydi İtalya'daki "faşo"lar gibi, sol hareketleri ve fabrika işgallerini ezmek için Almanya'da da, silahlı "SA" örgütleri kuruldu. "SA"lar da, İtalya'daki gibi, toplumun alt kesiminden gelen gençlerden oluşuyordu.
Hitler, bir yandan tüm sorunların nedeni olarak Yahudileri gösterirken, öte yandan da şu vaatlerde bulunuyordu: Tekelleri kamulaştırmak, toptancı ticaretin kârını paylaştırmak, büyük mağazaları küçük esnafa kiralamak, toprak reformu yapmak, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizme" karşı önlem almak.
1933'te Cumhurbaşkanı mareşal Hinderburg'un Hitler'i başbakan atamasıyla birlikte, Nazilerin, İkinci Dünya Savaşı macerasını açıp yenilinceye kadar sürecek olan iktidar dönemleri başladı. Bu dönemde milyonlarca Yahudi, insanlık dışı yöntemlerle öldürüldü. Meclis binası (Reichtag) yakılıp komünistlerin üzerine atılarak, büyük bir solcu avı yapıldı. Ama tüm bunlardan önce, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, Hitler'in ilk yaptığı şeylerden birisi, tıpkı Mussolini'nin yaptığı gibi, kendisini iktidara taşıyan SA örgütünü yok etmek, önde gelen üyelerini öldürmek oldu. Vaat edilenlerle yapılanlar arasındaki büyük çelişkinin, belki de kaçınılmaz bir sonucuydu bu. isminde sosyalist ve işçi sözcüklerini taşıyan bir partinin büyük sermaye ile bütünleşmesini, bu inançlı genç insanlara kabul ettirmek herhalde olanaksızdı.
Gencay Şayian, faşizmin toplumsal tabanının, ekonomik bunalımdan en çok etkilenen kesimler olduğunu vurguladıktan sonra, şöyle diyor: "Bunalıma giren toplum için, mevcut egemen ideoloji yetersiz kalmaya, sistemin kurumları işlevlerini yerine getirmemeye, temsil edenlerle temsil edilenler arasındaki bağ kaybolmaya başlayınca, faşist dönüşüm için ortam hazırlanmış sayılabilir."
Bir görüşe göre faşizm, yeterince dış pazar ve hammadde bulamayan sanayileşmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkmıştır. Dış pazarları ele geçiren İngiltere ve Fransa'da demokrasi gelişirken, Almanya ve İtalya'da faşist rejimlerin ortaya çıkması bundandır. Dış pazarlara açılamayan ekonomi büyüyememekte, dıştan aktarılan kâr olmayınca, içte emekçi sınıflara ödün vermek, onların tepkilerini yumuşatmak olanağı kalmamaktadır. Bu durumda toplumsal patlamaları önlemek ve sermaye birikimini sağlayabilmek için, bir baskı ve şiddet rejimi kaçınılmaz olmaktadır. Oysa dış pazarlar, kârücret çelişkisini ülke dışına taşımak veya taşırmak olanağını sağlamaktadır. Ekonomik bunalım dönemleri, geniş halk kitlelerini rahatlatabilecek olanakların kısıldığı koşulları içerdiği için, toplumsal huzursuzlukları baskı ve şiddet kullanarak önlemek, bir çözüm olarak gündeme gelmektedir.
T. Adorno ve W. Reich gibi bilim adamları, faşizmin yalnızca ekonomik koşullardan hareketle açıklanmasını kabul etmiyorlar. Toplumdaki kültürel özelliklerin de bu açıdan büyük önem taşıdığını savunuyorlar. Adorno, "Otoriter Kişilik ve Faşizm" adlı yapıtında; otoriteye boyun eğme, batıl inançları kabullenme, hoşgörüsüzlük, ırkçılık, şiddetten hoşlanma gibi eğilimlerin ağır bastığı bir kültürel yapının, faşizmin egemen olmasını nasıl kolaylaştırdığını anlatıyor.
Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI