Fransa'nın düşündürdükleri
Fransa’da akaryakıt ücretlerindeki artışa yönelik bir tepki olarak başlayan ve haftalardır devam eden protesto gösterileri, aslında küresel boyutta daha derin bir krizin var olduğunun göstergesidir. Bu, kapitalizmin yol açtığı bir krizdir. Konu akaryakıt ücretleri değil, sınıflar arasında ekonomik açıdan oluşan uçurumdur. Yaşanan şey sınıf çatışmasıdır.
Yoksulluğa karşı mücadele etmek amacıyla kurulan Oxfam adlı uluslararası araştırma kurumunun 2018 yılı raporuna göre, dünyadaki refahın yüzde 82’si nüfusun yüzde 1’inin elindedir. Sınıflar arası uçurumun bu kadar derin yaşandığı bir dünyada güvenliğin, huzurun ve barışın sağlanması olanaklı değildir.
Üstelik Fransa, dünyada gelir dağılımının en kötü olduğu ülkeler içinde değildir, Almanya, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi ülkelerle birlikte, dünyada sınıflar arası uçurumun en az olduğu, sosyal refah devletinin en güçlü olduğu ülkelerden birisidir. Buna rağmen söz konusu protesto eylemlerinin Fransa’da yaşanması ve son olarak Hollanda ve Belçika’ya da sıçraması önemli bir gelişmedir.
Son on yılda ABD, Brezilya, Türkiye, Yunanistan, İspanya, Almanya ve Britanya’da da kitleler sokaklara dökülmüş, mevcut ekonomik, sosyal ve siyasi düzeni protesto eden eylemler gerçekleştirmişlerdi. Söz konusu eylemler, zam, çevre katliamı, eğitim ücreti, ek vergi, yolsuzluk, hükümet baskısı gibi belli başlı tikel konularla ilgili uygulamalara yönelik bir tepki olarak ortaya çıksa da, daha sonra, genel olarak düzene karşı bir kitlesel protesto eylemine dönüşmüştür.
Çok partili serbest seçimlere dayalı sistem de söz konusu krizi çözememektedir. Çünkü hem siyasi partiler, hem de vatandaşların siyasi tercihlerini yönlendiren ve etkileyen medya, bozuk düzenin parçası haline gelmiş durumdadır. Ekonomik sömürü düzeninin geçerli olduğu, azınlıkta olan bir zengin sınıfın siyaset ve medya üzerinde etkili olduğu bir düzende, halk egemenliğinden söz etmek olanaklı değildir.
1789 Fransız devrimi monarşiyi, feodalizmi ve teokrasiyi yıkmış ve halk egemenliği kavramı üzerine kurulmuştu. Ancak monarşi, feodalizm ve teokrasi yıkıldığı halde halk yine egemen olamadı. Çünkü monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yerine sosyalizm değil, kapitalizm ve oligarşi devreye girdi. Bu nedenle Fransız devriminin “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” sloganı lafta kaldı.
İnsanların iş bulamadığı, bir işe girseler de iş ortamında sömürüldüğü ve/veya yaptıkları işten yabancılaştıkları, dolayısıyla kendilerine yönelik de bir yabancılaşma süreci yaşadıkları bir dünyada, halk egemenliğinin, demokrasinin ve insan haklarının var olduğu öne sürülemez.
Üretim, insanın en temel işlevlerinden birisidir. Üretim potansiyeli elinden alınmış insan boşlukta yaşar. İnsanın sömürülmeden üretim yapmasını ve insanın kendisini gerçekleştirmesini sağlayacak bir düzenin kurulması, insanlığın en temel hedeflerinden birisi olmalıdır. Bunun için de öncelikle, insanın toplumsal bir canlı olduğu gerçeği kavranmalıdır.
İnsan toplumdan yalıtılmış bir biçimde tek başına yaşayabilecek bir canlı değildir. Bu nedenle, bencil birey anlayışının terk edilmesi, bunun için de, bencilliğin aşıldığı bir ahlak anlayışının geliştirilmesi ve bu ahlak anlayışının toplumsal bağlamda yaygınlaşması, bu ahlak anlayışının temelinde adalet ve dayanışma gibi erdemlerin yer alması gerekmektedir.
Ancak bu ahlak anlayışının soyut kavramlardan oluşmaması, ekonomik, sosyal ve siyasi bağlamda somutlaştırılması zorunludur. Aksi halde, bu ahlak anlayışının, insanların binlerce yıl sömürülmesine yol açan dinsel ahlak anlayışlarından hiçbir farkı kalmaz.
Örsan Kunter ÖYMEN, 10 Aralık 2018