Tanrı, bazı milletleri sel, bazılarını ateş, bazılarını çığlık göndererek helâk etmiş. Bazılarının altını üstüne getirmiş. Bazılarına çekirge, bazılarına kuş, bazılarına sinek musallat etmiş.
Rivayetler çeşitli, hikâyeler benzer, neticeler aynı...
Bizim belâmızı da aklımızı başımızdan alarak vermiş gibi görünüyor.
Bazı adamlar, eline harap bir memleket, önüne bir kara tahta, eline bir tebeşir alarak şaheserler yaratabilir.
Bazılarının önüne akıllı tahta koyuyorsun, Milli Eğitim Bakanı'na sormadan "öğrenci" yazamıyor.
Bu gibi adamlardan memleket yönetmesini, kanun yapmasını, iktisat, eğitim, milli güvenlik, bilim, sağlık, bayındırlık ve sair hayati konularda, çağdaş ölçülerde bir devletin başında liderlik etmesini bekliyoruz.
Bu gibi adamlardan, adını bile doğru yazamadığı, telaffuzunu bile beceremediği, ne olduğuna dair fikri bile olmayan meselelerde idareci olmasını umuyoruz.
"Öğrenci" yazmayı bilmeyen adamlar, Milli Eğitim Bakanı belirliyor, Türk Dil Kurumu'na başkan atıyor, kanun yazıyor, kanun bozuyor.
"Çok düşünmeyin, kafayı yersiniz" mealinde nutuklar ve nasihatler çeken adamların, akıllı tahtaya yazı yazmaktan aciz adamların yönettiği devletten, devlet ciddiyeti, sosyal adalet, vatandaşlık hakları, çağlar üzerinden sıçrama bekliyoruz.
Bu adamlar, bu ülkede ilkokul, lise, üniversite bitirmiş kardeşim!
Yazı yazmakta zorlanmasına bakarak, bitirmemiş olduğunu düşünsek suç mudur acaba?
Hadi iyi niyetli olalım.
Diyelim ki bu adamlar, gerçekten de bu ülkede üniversite bitirmiş olsun.
Bu düşünce, daha acı bir sonuca çıkar.
Demek ki bu adamlar, bir arızanın sebebi değil, sonucudur.
Bunlar, iktidarda bulundukları 15 yıl boyunca ülkeye bir çok açıdan, bir çok zarar vermiştir, evet.
Fakat!
Bundan daha acı olan gerçek şudur ki; bu gibi adamları "öğrenci" yazmayı bile öğrenemedikleri halde üniversite mezunu edebilen bir sistemden gelmişler.
Bunlar, iktidara geldikleri andan itibaren lanetledikleri, eleştirdikleri, beğenmedikleri, yok etmeye çalıştıkları "eski" düzende, bu halleriyle, bu niteliksiz ve donanımsız durumlarıyla, üniversite bitirmiş, meslek sahibi olmuş, devleti yönetecek seviyeye kadar yükselebilmiş.
Kınadıkları "eski" sistem, bunlar tarafından olmasa bile, kınanmaya lâyık değil mi?
"Yumuşak g" yazmayı beceremeyen bir adamın, başbakanlığı becerebildiği halde "yumuşak g" yazmayı beceremediği bir durumda, alfabenin tamamına tavır almasına kızılır mı?Siz olsanız ne yapardınız?Bir başbakanın, en basit bir cümleyi yazdığı sırada Milli Eğitim Bakanı'nın yaşadığı paniği, öğretmenlerin yüzünde oluşan ifadeyi, öğrencilerin ve hatta dünyanın bunu gördüğü gerçeğini düşününce aklıma öyle tuhaf şeyler geldi ki...
İlkokuldayken, 1993 yılının yaz tatilinde, annem beni köye göndermişti. Köyümüzde o sırada sadece küçük amcam ve ailesi, bir de babaannem kalmıştı. Allah rahmet eylesin ikisine de; amcam hasat zamanı için fazla yalnız, nenem fazla yaşlıydı. Amcamın çocukları, işlere yardım etmek için çok küçüktü. Memleket soğuk, toprak verimsiz, çocuklar küçük, amcam hem çobanlık, hem koruculuk yapıyordu. Ben de küçüktüm ama küçük işlerin ucundan tutmaya yarardım.
Dedim ya, memleket soğuk, aynı odada yatardık.
Televizyon yoktu.Herkes yatacağı konumu aldıktan sonra, en son amcam gelirdi. Evde yazılı kâğıt namına bir Kur'an, bir de duvardaki takvim vardı.
Rahmetli amcam, büyük bir ciddiyetle o güne ait yaprağı koparırdı. Bütün eğitim hayatı üç yıldan ibaretti ama evdeki en iyi okuyucu oydu. Takvim yaprağında ne varsa, ne kadar kelime varsa okurdu. Rumî tarih, miladî tarih, hicrî tarih, erkek çocuğa verilecek ad, kız çocuğa verilecek ad, günün yemeği vs...
Bunlar sırayla geçtikçe, asıl önemli kısmı heyecanla beklerdik.
Takvim yaprağının arka yüzünde "bunları biliyor muydunuz" gibi, enteresan kıssalar, alıntılar, rivayetler, hikâyeler olurdu.
Çıt çıkmazdı, çıt!
Rahmetli amcam, nispeten önemli gördüğü yerleri tekrar ve vurgulayarak okurdu. Dinleyenlerin dikkatini o noktaya çekmek isterdi.
Hiç okul görmemiş nenem ve toplamda 3 yıl okumuş amcamın hâkim olduğu, birbirlerinden söz alarak, o günün konusuna göre başka hikâyeler, söylenceler, rivayetler dinlerdik.
Perşembe geceleri çok daha uzundu.Babamın amcaoğlu olan, köydeki evimize komşu Burhan adlı bir akrabamız hafızdı. Perşembe geceleri her evde Kur'an okunur, bize de o gelir, okurdu. Onun özelliği, sesinin güzel olmasıydı. Kur'an okuduktan sonra, saz çalardı. Bizde hikâyesi olmayan, söyleyeni meçhul, bir öğüt vermeyen türkü olmaz. Yani saz ve söz, sadece keyif için dinlenmez, her türkünün, bir de meseli vardır. O geceler de takvim yaprağıyla biterdi.
Takvim konusunu uzatmış değilim, başka bir şey anlatmaya çalışıyorum.
O takvimlerin adı, sadece takvim değildir; maarif takvimidir.
"Maarif" kelimesi, takvime eklenmiş bir kelime olmaktan öte bir kelimedir. Bilgi ve kültür, eğitim ve öğretim demektir. Kelimenin anlamı budur. Bazıları için, bazı yerlerde, bazılarımızdan daha önemli anlamlar ifade etmiştir, etmektedir.
Söz, elde olmayan nedenlerle uzamış olsa da biraz daha uzamasında sakınca kalmamıştır.
Hayatım boyunca yaramaz bir insan oldum. Önce yaramaz bir çocuk, sonra yaramaz bir genç, neticede yaramaz bir adam...
Elektrik faturasını bir gün geç ödemeyi, bir vatan ihaneti sayan ailemin evini polis baskınlarının adresi haline getirmek gibi utançları hep taşıdım.
Postacının, adliye dışında bir yerden mektup getirmediği evde büyüdüm.
Bütün bu melanetlerin sebebi olduğum evde, kendi kahrımın dışında bir tek azar, tepki, kınama görmedim.
Babamdan ömrüm boyunca bir tek dayak yedim; ders kitabını yere attığım için...
Bugün masal anlatmıyorum kardeşim!
Ne biçim ülkenin, ne biçim insanları olduk biz?
Ne biçim babaların, ne biçim eserleri bunlar?
Aynı suyu içmiş, aynı toprağı tırmıklamış, aynı toprakta büyümüş olabilir miyiz bunlarla?
Yıldız gibi, güneş gibi, ay gibi genç kızların, şehadet pahasına ışık taşıdığı bir ülkeyi, iki kelimeyi yazmaktan aciz adamlar nasıl yönetir?
Bir yetimin, 15 yıl boyunca 3 kıtada savaştıktan sonra kurduğu ülkede, eline tebeşir alıp tane tane öğrettiği bir yazıyı, 90 yıl sonra beceremeyen bir adamın, onun devletinde başbakan olması, Allah'ın gönderdiği bir felâketten başka nasıl izah edilir?
Caner KARA
9 Haziran 2017
Aklı Başında Bir Toplum Her 5 Yılda bir Meclisi Ve Yönetimi yenileyen Toplumlardır.
Bir hamalın yükü geçicidir; fakat sahtekâr bir politikacının yükü kalıcıdır çünkü onun dolandırıcılıklarının muazzam yükünü her daim akılsız toplumlar taşımaktadır.
Üçkâğıtçı politikacılar tarafından sürekli olarak kandırılan, tekrar tekrar aldatılan bir millet için hangi sıfat kullanılabilir? Şaşkın? Çok hafif! Ahmak? Yeterli değil! Beyinsiz? Evet, işte tam da sıfat budur! Aptal kalabalıklar, sahtekâr politikacıların en büyük servetidir!