Bu yaz Ağustos’un kavurucu, sıcak bir gününde Conkbayırı’ndaki Kemalyeri’nde idim.
Işıklar içinde yatsın, yarbay Mustafa Kemal’in henüz daha otuzdört yaşındayken tarih sahnesine çıktığı o aziz ve kutlu yer.
Sık çalılık ve fundalıklarla kaplı, yer yer de ormanlık sarp arâzi, insanı ürperten, sayısız, derin sel yarıntılarıyla bir yelpaze gibi açılıp oldukça dik bir açıyla alçalarak aşağılarda Anafartalar ovasıyla birleşiyor. Ova da, güneyinde Arıburnu bulunan Suvla koyunda son bulmakta. Ötesi, bir görünüp bir kaybolan küçük beyaz lekeciklerle bezeli çılgın bir mavilik; Ege!
Arkamda Kocaçimen Tepe ile sağ yanıma düşen kuzey yönünde Büyük ve Küçük Anafartalar var. Sol yanımdaki güney yönü ise her biri eşsiz bir yurtseverlik ve kahramanlığın tanığı olarak tarihe geçmiş çeşitli rakımlar üzerinden aşağılardaki Alçı Tepe ve onun da eteklerindeki Alçıtepe köyü ile az güneyindeki Kirte köyüne varıp oradan da Seddülbahir’de Çanakkale Boğazı’nın girişine kadar uzanıyor. İki taraftan atılan mermilerin havada çarpışıp yarıldıkları, bir zamanlar onbinlerce ton bomba ile yanıp kavrulmuş, altında yaklaşık 500000 Türk şehidi ile Anzak, Fransız ve İngiliz müstemleke askerinin yattığı bu kutsal topraklar ara sıra şakıyan kuşlar dışında şimdi sessiz ve artık yemyeşil.
Geçmişte bir yıl, kutlamaların ulvî havasını ben de teneffüs etmek istemiş fakat yurt dışından geldiğim için kaderin beklenmedik bir cilvesi yüzünden geç kalmıştım. Bir gün önce 18 Mart Şehitleri anılmış, Çanakkale Deniz Zaferi'nin 86. yıl dönümü kutlanmıştı. Ama her yanda hâlâ daha kadınlı erkekli ziyaretçi kalabalıkları vardı, sessiz ve vakûr. Aksaçlı delikanlılar yanlarındaki gençlere anlatıyor, şehitliklerimizde dua ediliyordu. Gördüklerim, bir gerçeğin bir kez daha kesinkes doğrulanması idi: Bir ülkede yürütme organı, kendi iktidar ve ikbâli uğrunda her ne kadar başkalarının işbirlikçisi olsa da kültür ve tarihi ile atasına, şehidine sahip çıkan bir millet gökten ve yerden bir nebzecik olsun kaldıkça ölümsüzdür.
Kalabalık arasında siperleri kenarlarından gezerken cepheye varışlarının daha ilk altı saati içinde çoğu şehit düşmüş gencecik gönüllü liselileri, henüz daha birinci sınıftaki şehit tıbbiye gönüllülerini ve Sina’dan Galiçya’ya kadar çeşitli cephelerde çarpışıp Gelibolu’da toprağa düşmüş şehit subay, çavuş, onbaşı ve onbinlerle ifade edilemeyen daha nice vatan evlâdımızı düşündüm. Tabii son on yılların ve özellikle sekiz yılın siyasî Türkiyesini de! Gözlerim doldu, içimden sessiz çığlıklarla ağladım.
Sıcaktı, yorulmuştum. Biraz dinlenmek için otoparktaki arabama döndüm. Tam da haber saati idi. Bu sabah erkenden bir Eceabat arabalısına yetişmek telaşıyla gazete alamamış, televizyona bakmamıştım. Radyoyu açtım. Dehşet! TSK’nın yaşını başını almış emekli ve muazzaf mensupları ile ülkenin yetişmesi zor ve zaten az gerçek aydın insanları, bilim adamları ve eleştirel gazetecileri yetmiyormuş gibi şimdi de iki emekli orgeneral ile bir emekli oramiral daha gözaltına alınmış! Birden aklım karıştı ama her nasılsa Franz Kafka’nın var olma hakkını savunan o müthiş “Duruşma”sından ilk tümleyi anımsadım:
“Birisi Joseph K. hakkında yanlış bir suçlamada bulunmuş olmalı ki yanlış bir iş yapmamasına karşın bir sabah yine de tutuklandı.”
“Oldu olacak” dedim kendi kendime, “bari tüm Türkiye’yi tutuklasalardı da, onlar da biz de en nihayet rahat etseydik!”
Almanya’nın NSDAP’li1 yıllarını çağrıştıran bu acemicesine kumpas canımı sıkıp keyfimi kaçırdığı için yine Eceabat’tan Çanakkale’ye geçip otelime döndüm. Çevremde ağırlıkla gözaltı olayı konuşuluyordu. Yan masadan kulağıma geldi: “Kör kör parmağım gözüne diye işte buna derler. Artık cıcığını da çıkardılar, cıvığını da!” Bir başkası “…yahu şu cıcığı mıcığı bırak da adını koy, adını” dedi ve kendisi koydu. Üç harflik sözcük mekânda adeta tüfek gibi patlamıştı!
Ertesi gün yine aynı yoldan bu kez Seddülbahir bölgesindeydim. Gelibolu yarımadasının en güney ucu. Manzara inanılmaz. Boğaz girişinin karşımdaki Anadolu yakasında Kumkale, onun az güneyinde de, malûmdur, antik Truva kentinin kalıntıları var. Kenarında durduğum yarın hemen altı, yarım saatte 4650 top mermisinin düştüğü ve 100 metresine 5000 Anzak kurşununun atıldığı yaklaşık 1000 metre genişliğindeki Ertuğrul koyu. Galiçya cephesi ile Balkan savaşlarında çarpışmış Ezine’nin Kocaali köyünden Yahya Çavuş, bölüğünde sağ kalmış 63 Mehmetçik’le 3000 İngiliz askerini Çanakkale kara savaşlarının başlangıcı olan 25 Nisan 1915 sabahı Ertuğrul koyuna çıkartma yaptığında oniki saat süreyle sahile mıhlamış, 48 saat boyunca da koydan yukarıya bir tek adım attırtmamıştır. Hem de, düşmanın asker ve silâh açısından kat kat ezici üstünlüğüne karşın sadece ellerindeki sürgülü mavzer tüfekleriyle! İngiliz Generali Nepier, askerleri birbiri peşine cansız toprağa düştükçe karşılarında bir tümen olduğunu sanırmış. Vatan savaşında asıl silâhın yürek olduğunu ne bilsin salon apoletlesi.
Yarımadadaki 63 anıt, mezar ve şehitlikten biri de Ertuğrul Koyu’na egemen Yahya Çavuş Şehitliği’dir. Onların anısına dikilmiş anıtın kitabesinde diyor ki şâir:
"Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş'tular
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular
Düşman tümen sanırdı bu şahâne erleri
Allahı arzu ettiler, akşama kavuştular"
Başım ağır, yüreğim sıkkın, oradan ayrılırken düşünüyordum:
Rabbim!, neymişiz, n’olmuşuz?
Evet, ne oldu bize? Kök-Türk Bilge Kağan’ın Peçenek’lere karşı yapılan bir savaşta kaybettiği genç kardeşi Kültigin’in anısına dikilmiş taş yazıtta 1275 yıl öncesinden Türk’e yaptığı şu ölümsüz uyarısını anımsadım:
- “(…) Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmez, akrabasına, kabilesine, milletine kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok, çok öldün Türk milleti (…)”
Akşam otelde gazetelere baktım, televizyon haberlerini dinledim. Konu hep gözaltı ve insanlar şaşkın! Endişeleri yüzlerinden okunuyor ve gözleriyle soruyorlardı: Ne oluyoruz? Ders almayanlar için tarih galiba tekerrür ediyordu. Elli yıl öncesinin sanki o uğursuz günlerini yaşıyorduk.
Rahmetli Menderes aslında hassas, kibar ve nazik bir insandı. Yurtseverdi de! Ama ikinci kez iktidar olup da çevresindeki akıl kethüdası yağcılara uydukça yanlış işler yapmaya başladı, bunların olumsuz sonuçlarına sinirlenip köpürdükçe köpürdü ve ekonomik toplu durum da giderek bozuldukça hem ülke hem de kendisi için birtakım hayırsız kuruntu ve kuşkulara kapıldı.
Bu sağlıksız psikolojiyle ağzından çıkan, Cumhuriyet’in ruhuna aykırı birtakım söylemlerine ek ve bardağı da taşıran son damla olarak kendi milletvekillerinden oluşan 15 üyeli “Meclis Tahkikat Komisyonu”’nu kurdurtmuş ve bu icrâatı Meclis’in partisine ait büyük çoğunluğuyla kabul edilmişti. Görevi, “halkı ve orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırtmak”’la suçladığı “muhalefet ve basının faaliyetlerini soruşturmak”tı.
Gözaltına alınanların ilişkilendirildikleri şimdiki Ergenekon, Balyoz, Kafes ve ilahare soruşturmaların gerekçesi de aynı: Bu kez “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni iktidara karşı darbeye kışkırtmak”
Bir ara sözde Ergenekon cephesine gönderme yapılarak işitilmişti ki “(…) efendim, Ergenekon çetesi 2 milyon YTL ile bir tabanca ve bir de tetikçi bulabilse imiş… “
Peki ama söyler misiniz Allah aşkına bu nasıl bir çetedir ki parasız, silâhsız ve adamsız, halkı ve hele de Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni iktidara karşı ayaklanmaya kışkırtacak? Çetenin kendisi gibi birileri de artık fazlasıyla komik oluyordu!
***
Türk’ün kutsal topraklarından Çanakkale’de üçüncü günüm. Son kez yine karşıya, Gelibolu’ya geçtim. Daha da resim çekmek istiyordum. Ama burada her yan resim! Örnegin “57. Alay Şehitliği”. Komutan ve bütün subayları dahil, dönmeyi düşünmeyen 628 kişilik mevcudunun tamamı üç günde şehit olmuş o kahraman “57. Alay”! Mustafa Kemal’den hücum değil, ölme emrini alıp yiğitçe ölen alay! Sancağı, ki Türk ordusunun kuruluşundan beri düşman eline geçen tek Türk sancağıdır, Avusturalya’nın Melbourne müzesindedir. Sancağın altında şu satırlar okunur:
- "Bu alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirilmiş, ama esir edilmemiştir. Çünkü, Türk Ordusu'nun milli geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur. Kahramanlık örneği olarak karşınızda duran bu Türk alay sancağını selamlamadan geçmeyin."
Bilmem şu kadar cadde ve meydanımızdan birine niye “57. Alay”’ın adı verilmez ki?
Millî bir ayıp değil mi bu?
Hem de ne ayıp!
Hele bir de başkent Ankara’da birer de Gaulle ve Kennedy Caddesi olduğu düşünülürse!
Efendim, o sıralarda diplomasi öyle gerektirmişmiş de! Peh, peh, peh!
Pek âlâ o zaman, Washington D.C. ile Paris’te de bir Atatürk caddesi var mı? Ne gezer; adı yetmedi ülkedeki ruhunu da yok etmek istiyorlar. Ama gözlerine perde inmiş olmalı ki bir gerçeği görmüyor, göremiyorlar:
Devlet yönetiminde akıl ve bilime dayalı Kemalizm, yani Atatürkçü düşünce henüz daha ölmedi - ölmez de, ölmeyecek de! Çünkü o düşünce, ahrette değil bu dünyadaki milletlerarası arenada geçecek sağlıklı millî bir yaşam için bir tür dünyevî iman ve milli “varoluş”’un da inanç düzenidir.
Gerçek ve temsilî bir sıra şehitliği resimledikten sonra Kanlısırt’ta, “Mehmetçiğe Derin Saygı Anıtı”’ndayım. Görünüm: Bir Anadolu çocuğu, Mehmetçik, kolları arasında bir Anzaklıyı taşıyor.
Birbirlerine çok yakın siperlerde yoğun karşılıklı ateş sürerken bir Anzak subayı kendi siperlerinin önüne yaralı olarak düşer. Acıdan inleyip kıvranmaktadır. Ateş sürdüğünden Anzaklar kendi subaylarına yardım edemezler. Türk siperlerinden bir beyaz mendil sallanır ve ateş kesilir. Siperden fırlayan bir Türk askeri yaralı Anzak subayını kucakladığı gibi Anzak siperlerine bırakıp geri döner. Hemen ardından ateş yine başlar. Bu olayın bir tanığı da Ütğm. Casey’dir. İleride Avustralya Genel Valisi olan Lord Casey anılarında “(…) Bütün Avustralyalılar” der, “Mehmetçiği kendi evlatları gibi sever, onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti, bütün Anzaklıları hayran bırakan yurt sevgisi, insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla”.
Barut ve Ağustos sıcağında kan kokan, çığlık çığlığa o cehenemî günleri düşündüm. Gözlerim yine doldu. Sanki beynim uyuşmuş da hissizleşmiştim. Pek çok yurtdaş gibi ben de kendi kendime sordum: Düşmanının hayran olduğu böyle bir milletin evlâtları nasıl olur da kaç zamandır birilerinin mal bulmuş mağribi gibi sarıldıkları Ergenekon, Balyoz ve Kafes fesatları ile ilişkilendirilebilirler? Neden, niçin ve niye? Soruyorum: Niye? Demagoji ve polemik yapmadan yurtdaşa cevap verin, cevap! Gözaltına alınan Kemâlistler, yani ülkenin gerçek yurtsever solu, darbe hazırlığı içinde olduğu iddia edilen sözde cuntacı aşırı sağ bir çete ile ilişki içinde olabilir mi? Güneş batıdan mı doğuyor?
***
Gelibolu yarımadası bütünüyle bir anıt, bir şehitlik. Nereye baksanız, nereye gitseniz “ben” diyor,“bağrımda uyuyan 253000 Mehmetçik’in kanıyla Türkiye’nin kilidiyim!”
Bu kilidin yine en güneyine indim. Kilitbahir’deki Mecidiye tabyası şehitliğinin karşısındaki Seyit Onbaşı Anıtı’ndayım. Edremit’in Havran, Çamlık köyünden 1889 doğumlu oduncu Seyit Onbaşı sırtında, arkaya dolanmış iki kolu arasında taşıdığı 276 kiloluk top mermisi ile yürüyor. Henüz 26 yaşında! Tabyadaki altı toptan tek sağlam kalmış topun kaldıraç vinçi bozulduğu için cephane sığınağından sırtında getirerek namlunun kundağına sürdüğü üç mermiden biri ile İngilizlerin Ocean zırhlısını batırmıştır. Kurtuluş Savaşı’na da katılmış, vatana yaptığı değeri ölçülemez hizmetleri için ödül ve madalya kabul etmeksizin zaferden sonra köyüne çekilip 1939 yılında zatürreeden vefat etmiştir.
Arıburnu’ndan Seddülbahir’e kadar uzanan, bir kuşağın gömüldüğü Gelibolu topraklarında can vermiş bütün şehitlerimizin ruhuna Seyit Onbaşı’nın manevi huzurunda bir Fatiha okuyarak yarımadanın ucundaki Hisarlık Tepe üzerinde yükselen Çanakkale Şehitleri Abidesi’ne yöneldim Boğazın girişinde, dimdik, Ege’yi gözlüyor. Her yerden görülebilen heybetli kütlesiyle, simgelediği şehitlerimizin yüce şanına layık görlemli bir anıt! Yapımına önayak ve yardımcı olanları, yapanları şükranla andım.
Güneş kızararak ufukta guruba çekiliyor, akşam sakinliğine bürünen Ege’de gökyüzü kızıldan erguvana dönüyor, dakikalar ilerledikçe de hafif hafif eflatunlaşıp morlaşıyordu.
Azalan kalabalık arasında bir kenara oturup bu eşsiz manzarayı gözlerimle yudumlarken üç günden beri de gördüklerimi düşündüm. Pek çoğu yaşamdan ve aşktan yana henüz nasibini almamış olacak kadar genç, yine çoğu aile reisi ve çocuk babası, köylüsü, kentlisi, delikanlısı, yaşlısı, hepsi de bu bulunmaz cennet vatan için Çanakkale’de bir salise bile düşünmeden, yarı aç yarı tok toprağa düşmüş bilmediğim, tanımadığım, hani birilerinin sıkılmadan “kelle” dediği onbinlerce şehidimiz geçti gözlerimin önünden. Akşamın ılık rüzgârıyla birlikte bir yerlerden gelip göğün boşluğunda yükselen sesler işitiyordum. “Biz” diyorlardı usulca kulağıma, “gelecek kuşaklar tam bağımsız bir Türkiye’de özgürce yaşayabilsinler diye öldük!”
Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Utandım gözaltılardan, tutuklamalardam ve utandın kendilerine siyasetçi diyenlerin elli yıldır bu ülkeyi içine soktukları durumdan! İçimden lânet okumak geldi. Ama hatırladım ki Tanrı “intikam benimdir” der, “ben alırım!” Alır ve alacaktır da!
Evet!, ne mutlu Türk’üm diyene ve de diyebilene…
1 Nasyonal (Milliyetçi) Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nazi)
E. Fuat TEKÇE, 10 Eylül 2010 - Güncel Meydan