GÖBEK BAĞI-GÖNÜL BAĞI
Göbek bağı mı gönül bağı mı?
Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’ ile ilgili tartıșmaların odağında bir bölünme korkusu, bir ayrılma tasası sürüp gelmekte idi.
Șimdilerde, ‘en demokrat’ ve ‘çok özgürlükçü’ kesimlerce bu korku yenilmiș; ‘inceldiği yerden kopsun’ așamasına getirilmiș bulunmaktadır.
‘Sosyolojik’, ‘psikolojik’, ‘biyolojik’, ‘etnolojik’, ‘historik’ ve ‘etnografik’ çözümlemeler üstüne çözümlemeler yapılmaktadır.
Șu ünlü ‘bölünme’ sözcüğüne biraz yakından bakılabilinir mi acaba?
Fosforlu olsun diye de ‘epistemolijik yaklașım’ diyelim.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulușunda ‘birlik ve bölünmezlik’ ilkesi benimsenmiș ve Türkiye Cumhuriyetini kuran ögeler (Türk, Kürt, Çerkes, Rum, Ermeni her ne ise) bir potada ‘Türk Ulusu’ diye tanımlanmıștır.
Buradaki bölünmezlik (indivisibilité), kendisini olușturan ögelerin parçalarına ayırlamayacağı (inséparabilité) anlamına gelsin diye, ‘birlik ve bölünmezlik’ biçiminde dile getirilmektedir.
Oysa, yönetim açısısından bölünülebilirlik, örneğin iller, ilçeler, köy ve beldeler ya da bölgelere ayırmak hem bir kolaylık ve hem de gereklilik olabilir.
Burada önemli olan, ayrılan parçaların bütünün bütünlüğünü yitirmesine yol açıp açmadığıdır.
Türkiye Cumhuriyeti, sözgelimi altmıșyedi ile bölünmüș iken bugün seksenbir ile bölünmüștür. Bilmem ne kadar da ilçeye..
Biyolojik olarak bakıldığında ise; bir bebeğin doğması ile birlikte, bebek anadan ayrılmakta ve bebeği anasına bağlayan göbek bağı kopmaktadır.
Ne var ki, bu kopuș, aynı zamanda bebeğin anası ile özdeksel ve tinsel olarak sonsuza değin sürecek olan bir bașka bağın, ‘gönül bağı’nın doğmasına yol açmaktadır.
Buradaki ‘sonsuz’luk nitelemesi de, sözkonusu bağı kutsayıp yüceltmek içindir.
Ve ‘Ulusal bağ’ özünde bir ‘gönül bağı’dır.
Ulusal birlik ve bölünmezlik kavramının özü, kendilerini belli bir yurt üzerinde ‘gönül bağı’ ile bağlı bireyler bütünü olarak görmek demektir.
Ancak, ‘analar ağlamasın’ ya da ‘anadilde eğitim’ gibi, Türkiye’de soysuzlaștırılmıș (dejenere ya da genetiği bozulmuș da denilebilir) söylemler bu bağlamda değerlendirilemez.
Çünkü, senin anan benim anam ‘ayırımı’ yapıldığı andan itibaren, sen ve ben biribirimizden kopmuș (rupture) oluruz.
Oysa ulusal bağ bizi kökenimizden de koparan (déraciner), tam Türkçesi ile ‘ırk’ımızdan koparan bir bağdır.
Tam da bu nedenle, ‘milliyetçilik’ ile ‘ulusalcılık’ ya da ‘ulusçulluk’ arasına bir ayırım koymak gerekebilir.
Çünkü milliyetçilik, kimi uygulamalara bakılarak, çoğu kez ‘ırkçılık’ ile karıștırılabilmektedir.
Mustafa Kemal 8 Ağustos 1926 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nde;
“Orduyu fethettim, iktidarı fethettim, ülkeyi fethettim. Bütün bunlar halkımı fethetmeme izin vermeyecek mi?” diye sorarken,
șimdi sıra halkımın gönlünü fethetmeye geldi’ demek istemiștir.
Ve ‘Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Rum, Ermeni he ne ise’ tüm Türkiye halkının gönlünü ‘fethetmiș’, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Halkı’nı da ‘Türk Ulusu’ diye tanımlamıștır.
Günümüzde șu ya da bu nedenle gönülleri kırılmıș halkların ‘gönüllerini yeniden fethetmek’ en önemli görevlerimiz arasında olabilir, olmalıdır da.
Kaldı ki, bölünme, bölmek ve o arada ögelerine ayırmak eyleminin edilgin hali olmakla birlikte, ekmeği bölerken yutmak için parçalara ayırmak kadar, paylașmak anlamına da gelmektedir.
Türkiye’de ‘paylașmak’ amacı dıșındaki tüm bölme eylemlerinin; ‘sosyolijik’, ‘psikolojik’, ‘biyolojik’, ‘etnolojik’, ‘historik’ ve ‘etnografik’ çözümlemelerin ‘bilimsel temeli’ yoktur.
Ya da, ancak ve sadece ‘politik temeli’ olabilir.
Toplumdan ve bilimden kopuk ‘politikalar’ ise halkları hiçbir yere götürmez.
Habip Hamza Erdem