Bin dokuz yüz altmışlı yılların başından beri biz Avrupa’da varız.
Avrupa’daki Türkiye’yiz.
Aziz Nesin çok uzun yıllar önce - o zamanlar PKK falan yeni hortlamıştı, kürtçülük yeni yeni boylanıyordu Avrupalı’ nın eliyle, korumasıyla- Almanya’ya bir dizi söyleşiler yapmak için gelmişti.
O yıllar, o zamanın solcu geçinenlerinin, yani kürtçülüğü destekleyen sözüm ona özgürlükçü solcuların „boy endam“ gösterdiği yıllardı. Bir yanda dincilik, bir yanda bölücülük yavaş yavaş palazlanıyordu... Aziz Nesin de böyle bir grubun davetlisi olarak gelmişti. İlk bölücü söylemlerin tartışıldığı, penceresine PKK çaputu asan, Türk bayrağını buralardaki bankalarda taşlayan, yakan, indiren zihniyetin davetlisiydi.
Bu toplantıya sırf Aziz Nesin sevgim için gitmiştim. Arkalarda bir yere çekinerek oturmuş, etrafımdaki slogan atan kara suratlardan ürkerek bu söyleşiyi dinlemiştim.
Aziz Nesin o kendini çağıran grubun beklentisinin aksine hiç onların tuzağına düşmeden, onların sloganlarına katılmadan doğru bildiklerini anlatmış, çok değerli bir akşam yaşatmıştı biz katılımcılara....
Konuşmasının sonunda ısrarla sorulan aynı sorulara, onların tuzağına düşmeden cevap vermiş, bölücülüğe göz kırpmamıştı. O toplantıda Aziz Nesin’in gurbetteki Türkler için verdiği şu örneği hiç unutmadım.
Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle konuşmuştu:
„Biz Türkler ayrık otu gibiyiz."
Ayrık otu tarlaya gider: Bana da bir parça yer ver yanında. Şuracıkta, kıyıda bir yer ver. Bir gıdımlık, bir oturumluk... Bir yerleşeyim oracığa... Senin toprağın çok... Sana ne zararım olur, dermiş. Tarla bunda bir zarar görmez ve onu kabul edermiş.
Ayrık otu oraya yerleşir yerleşmez kök salar, uzar, genişlermiş, başka köşelere atlar ve tarlanın her yanını sararmış.
İşte biz Türkler de her gittiğimiz yerde böyle dedik: „Çok değil, bir oturumluk yer“ “Ve oralara tüm sülâlemizi, köyümüzü taşıdık... Yerleştik... Kendimizden öncekilere benzemek yerine onları bize benzettik...“
Ne zaman gurbetten bir haber duysam, bir gurbet türküsü dinlesem, bir gurbetçi başarısına şahit olsam hep bu öyküyü hatırlarım.
Hem katılır, hem katılmam burada anlatılanlara...
Bir kere Türk insanını ayrık otuna benzetmem. Eğer ota benzeyeceksek daha değerlisiyizdir mutlaka derim...
Eğer yere iyi tutunup, yerleştiğimiz yerlere kök salıp, oralarda büyüyorsak, bu ayrık otu gibi yaban otu, zararlı ot olmamızdan değil, çok derinlere uzanan köklerimiz olduğundandır, diye düşünürüm...
Yerleştiğimiz toprağın ürününe dönüşsek, oranın rengini alsak zaten biz, biz olamazdık ki...
Burada yazarımız sadece Türklerin göçmen özelliğini ve yerleştiği yerlerde çoğalmasını bu örnekle anlatmak istemiştir...
Yoksa ayrık otu gibi hangi ülkeyi sarıp değiştirdik? İstilâ ettik işçi göçüyle?
Yalnızca erimeye direnç gösterdik. Kimliğimizi korumada dayanıklı çıktık...
Türkiyemiz dönüşürken, beyinleri sistemli bir şekilde yıkanırken milletimizin, buralardaki Türklerin çoğu aynı kaldık...
Geldiğimiz günlerin saflığı ve Türklüğüyle... Milliyetçiliğiyle... Vatan-millet sevgisiyle... Atatürk sevgisiyle... Dil-din sevgisiyle... Kültürümüze duyduğumuz sevgiyle...
Bunu başaranlar çoğunlukta inanın... (Bakmayın yazınki evet-hayır oylamasından evetin çok çıktığına, işin hilesini kim biliyor?)
Bir defa kendimizi yaban ellerde koruma içgüdüsü, erimemek, başka kültürlerde yok olup gitmemek çabası, onları ayakta tutmuştur böyle...
AB’ye girmek deyip duruyorlar ülke yöneticileri... Önlerine sürülen ülkemizi aşağılayıcı, bölücü, birliğimizi, toprak bütünlüğümüzü parça parça edecek maddelere rağmen hâlâ bunu düşünebiliyorlar. Oysa biz alnımızın akıyla, bileğimizin gücüyle çoktan girdik Avrupa Birliği’ne ...
Yurtdışında yaşayan, o çözülmeyen, dimdik ayakta kalan insanlarımız var ya, işte onlarla girdik.
Avrupa’nın ve Amerika’nın her yerindeyiz. Her meslek grubunda! Her çalışan insanın arasında, bilimde, ilimde, akla gelecek her yerde, varız...
Yurdumuz için çarpan kalp o kadar çok ki buralarda...
Anadolu’nun bağrından Ankara Şerefli Koçhisar’dan gelen bir ailenin çocuğu Cengiz! Dışardan bakıyorsunuz, milliyeti belli değil. Genç, kızıl kirli sakallı bir adam. Trende kondoktör. Elinde elektronik aleti. Güleç yüzüyle dolaşıyor.
Aman dara düşüyorsunuz, trenciden yardım mı isteyelim? Bir de bakıyorsunuz, sizi terslemek, isteğinizi uygun bulmamak bir yana, bir de size cep telefonunu uzatıyor. Buradan konuşun diyor.
Yeni evli, Su Eda bir yaşındaki bebeği… Resimlerini cebinde taşıyor, esmer güzeli bir Türk kızı olan eşinin ve o benim herşeyim dediği kızının…
“Annem babam emekli, burada çok çile çektiler, sağlıklarını kaybettiler…” diye anlatıyor biraz dertleşme ortamı yaratıldığında.. ”Ama biz genç nesil, hakkımızı biliyoruz, en önemlisi dil biliyoruz…
“Dil biliyoruz!”
“Dil Bilmek! “ Bu iki kelime ile her şeyi anlatıyor gurbetçi çocuğumuz… Okulunda, iş yerinde, çarşıda, pazarda, devlette, özelde hep bu iki sihirli kelimeyi söyler Almanlar:
“ Önce dil bilinecek!” Dil, yani Almanca!
Okullarında başarının anahtarı Almanca bilmekten de öte, iyi Almanca bilmek…
İş yerinde öyle! Sağlıkta, hastalıkta, kazada, ölümde öyle...
Nail, Selma, Cihan, Özcan, Yücel, Sevim, Ayşegül... Hepsi meslek sahibi, hepsinin mesleği var. Kimi doktor kimi teknisyen... Kimi müzisyen... Kimi ressam...
Bakıyorsunuz 72 millet geziniyor sokaklarında.
Okullarında Almanlar sayıca azınlıktalar çoğu kez, her yerde yabancı var, göçmen var... Ama o dil var ya o dil, dil bütünlüğü, dil birliği, herkesin birbiriyle anlaşmasını sağlıyor.
Bizim aymaz siyasetçilerimiz, sözüm ona aydınlarımız Türkçemize hakkı olan değeri vermezler. Üstüne üstlük, bizim bu sözde aydınlarımız ve millî olmayan, millî çıkarlarımız için çalışmayan siyasetçilerimiz, ülkemizdeki yerel dillerden birini yoktan var etmeye çalışarak, var olan dil bütünlüğümüze darbe indirmekten çekinmeyerek, dış baskıyla, dış dayatmayla, bir ikilik yaratmaya çalışırlarken, Almanlar kale gibi kendilerini kabul ettiriyorlar, daha üç gün önce memleketlerine gelene bile...
Türkiye’den eşini Almanca imtihanına sokarak getirtebiliyor Türk gençleri artık. Almanca bilmeyen ülkelerine giriş yapamıyor!
Düşünebiliyor musunuz, kendileri ne yapıyor? Bize ne dayatılıyor?
Hepsini, her çeşit milleti dil birliğiyle bir arada tutuyorlar. Devletin hissedilen varlığı, partizanlığa pirim vermemek, geleneksel devlet kültürüne uyumlu siyasetçileri, onları yani Almanları tek hakim yapıyor ülkelerinde…
Tek çatlak ses yok! Tek cızırtı yok!
En küçüğünden en büyüğüne tokmağı aynı yere vuruyor bu Almanlar!
Ya bizdeki son durum?
Satılmış basın yayın !
Satılmış, satın alınmış vicdanlar ! Satılmış kalemler ! Satılmış yürekler ! Hainler ! İşbirlikçiler ! Baştacı edilen eli kanlı teröristin sözcüleri, yandaşları !
Bu yüzden değil mi buralara düşmüş gurbetçi geldiği vatanına bir sevgili gibi bakıyor. Dilini hazinesi gibi koruyor...Biliyor ki kendine saygısı olduğu nisbette saygı görecektir. Anavatanıyla bağını koparmadığı sürece evlatlarına sahip çıkabilecek, birbirlerine yabancılaşma yaşamayacaklardır…
Geçen haftasonu Üstün Dökmen geldi Frankfurt’a. Kentin en lüks otelinin salonu tıklım tıklımdı.
Daha önce Sabih Kanadoğlu gelmişti. O devlet adamı zerafeti, ciddiliğiyle...
Erdal Sarızeybek geldi, Türkler tıklım tıklım doldurdular salonları... Avuçları çatlayıncaya alkışladılar kahraman albayımızı...
Hasan Basri Özbey geldi. Ya AKP, ya Türkiye yıkılacak! dedi. Sonra Türkiye hiç yıkılır mı? diye sordu.
Kamer Genç geldiğin de kuyruğa girildi elini sıkmak, hoşgeldin demek için...
Banu Avar çoban ateşleri yaktı bir çok şehirde. Salonlar kalabalıkları almadı...
Mustafa Sağyaşar vatanımızda bilerek bilinçli olarak unutturulan müziğimiz Türk Sanat Müziğinden bir ziyafet çekmişti gurbetteki Türkiye’ye geçen yıl.
Ayşe Taş her fırsatta buradaki müzik derneklerini desteklemek için koşar gelir. Vatan özlemiyle tutuşan ruhlara can katar o benzersiz sesiyle...
Gökhan Sezen de geldi. Umut Akyürek de...
Yıldırım Gürses, Ahmet Özhan bile geldiler bir zamanlar gurbetçilerin yanına...
İzmir Radyosu sanatçısı Orhan Mercan da geldi buraya yıllar önce. Bir dizi konserler verdi. Sonra insanımızın öz müziğine açlığını, hasretini gidermek için kaldı buralarda. Kendi korosunu kurdu. Kurdurduğu dernekle nota, makam, usul dersleri verdi.
En son Üstün Dökmen geldi. Demiş ki kendisini davet eden Hessen Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başkanı Mahmut Telli’ye:
„Ben devletten, polisten, devlet üniversitelerinden ve Atatürkçülerden para almam. Masraflarını kendi karşılayarak gelmiş. İki saati aşkın sahnede hem oynadı, hem konuştu... Hem dinledi, hem dinletti...
„İki tip davranış vardır", dedi:
1. Yılgınlık.
2. Yılmazlık.
Yılmaz insan yaşama havlu atmaz.
Uyumadan önce odada ışığı söndürdüğünüzde karanlık olur. Zifiri karanlık.
Çok değil yarım dakika sonra da etraf biraz aydınlanır. Pencereden gelen ışık etrafı yavaş yavaş belirginleştirir.
Yaşamın perde aralıklarında daima ışık vardır. Yeter ki perdeyi tam kapamayın!” diye bitirdi sözlerini.
Bu hepimizi birleştiren, yüreklerimizi bir yapan bayram günlerinde, gurbetteki Türklerin yüreği anavatan Türkiye’nin düşürüldüğü rezil durumlara yanıyor!
Türkiye’nin gelip dayandığı uçurumu görüyorlar. Onlar, ABD’nin doğu bölgemize yerleştireceği “Füze kalkanı projesinin” aslında İran’a, komşularımıza falan değil, bize, yani Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı oluşturulduğunu biliyorlar…
Bir işgal hazırlığı olduğunun farkındalar!
Ülkemizi, dış güçlerle, eli kanlı örgüt sözcüleriyle iş birliği yapmaktan çekinmeyen bizi yöneten bu zihniyetin böleceğini, hem de aldattığı kitlelerden oy alarak böleceğini, ver kurtul anlayışıyla sonumuzu getireceğini sezinliyorlar...
Ve Üstün Dökmen’in dediği gibi gurbetçi perdeyi tam kapatmıyor. Işığı arıyor. Işığı görüyor…
Anayurdumuzda Türkçe isimli bir alışveriş yeri, bir bakkal ,bir dükkan bulamazken buralarda her yerde Türkçe isimleri var iş yerlerimizin…Karadeniz Lokantası, Urfa Ocak Başı… Dönercinin adı dönerci burada. Kebapçının adı kebapçı. Bir reklam şirketi kurmuşlar adı: “Yorum Reklam” Şoför okulu: Türk Şoför Okulu.
Aşağı Saksonya Atatürkçü Düşünce Derneği, üyelerine bayram tebriği gönderdi dün:
“Bize “Dinî ve Millî Bayramlarımızı” bayrağımız altında özgürce kutlama onurunu veren ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını bir kez daha minnetle anar, bayramınızı kutlar, esenlikler dilerim…" yazıyor bu mesajda…
Kutlama yazısının içeriğine, anlamının derinliğine bakın…
Bugün bayram.
Bayramlar biraz hüznü de içinde barındırır, sevinci de...
Hüzünleniriz tam sevinemediğimiz için!
Seviniriz, uzak yakın sevdiklerimizle haberleşmişizdir, sayılmış aranmışızdır...
Melih Cevdet Anday demiş ki bir şiirinde;
- "Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün
Suçun yarısı bizim, yarısı günün..."
- “Zamanın, ateşin ve ölümün
Boyası beyaz.
Aşkın, yalanın, kinin rengini
Kırmızı yaz.
Düşlerin, sevi’nin ve saygının giysilerini
Maviye boya.
Yoksulluğun, umutsuzluğun ve ayrılığın gömleğini
Kara çiz.”
Bu şiirin sonuna biz de şunu ekleyelim mi?
- İhanetin, aldatmanın, sömürgecilerle işbirliğinin
Rengini unutma,
”AK” diye yaz!
Dünyanın her yerindeki gurbetçi Türkler, yurdumuzun her yöresindeki , ülkemiz için çarpan kalplerle, büyük milletimizle birlikte , tek yürek bu gün…
Yüreğinizdeki umut, gönlünüzdeki vatan millet sevgisi hiç eksilmesin...Gelecek günler ülkemizi lâyık olduğu en güzel yere götürsün... Bize özgür bir vatan veren başta büyük önder Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun...
İyi bayramlar…
Feza TİRYAKİ, 16 Kasım 2010